Anlamadığımız hukuk

Etyen Mahçupyan

Fransa'daki 'soykırım suçunu inkara ceza' yasası parlamentodan geçtiğinden bu yana yazılıp çizilenler, Batı'daki hukuk tartışmalarından ne denli bihaber olduğumuzu da ortaya koydu.

 

Herkes doğal olarak bu yasanın ifade özgürlüğüne aykırılığını vurguladı, ama bu durumda nasıl olup da savunulabildiğini merak etmedi. Kendimizden o denli emindik ki, meseleyi komploya, Batı emperyalizmine veya Fransız kıskançlığına indirgeyecek kadar saçma önermeler yapabildik ve sonuçta Sarkozy'nin kişiliğinde yüreğimizi ferahlattık.

Oysa Avrupa bir süreden beri AB'nin barış ve demokrasi havzası olma projesine paralel olarak yeni bir 'kurucu hukuk' arayışı içinde. Buna göre ifade özgürlüğü basit anlamda herkesin istediğini söyleyebildiği bir serbestliği değil, demokrasiyi besleyecek bir özgürlük düzeninin sağlanmasını ve korunmasını ifade ediyor. Diğer bir deyişle Avrupa klasik liberalizmin ötesinde, karşılıklı hakların yanında karşılıklı sorumluluğun da temel alındığı bir dünya kurmak istiyor. Bu gayet anlaşılır bir durum, çünkü çok sayıda farklı toplumun tek bir üst kimlik altında kendi rızasıyla birleşmesi ancak böyle bir sorumluluk anlayışının sistemleşmesiyle mümkün.

Dolayısıyla ifade özgürlüğünün varlığı yetmiyor. Bu özgürlüğü karşılıklı sorumluluk zeminine oturtacak bir hukuksal çerçeve aranıyor. Soru bunun nasıl üretileceği... Siyasi açıdan yanıtın bir veçhesi, her toplumun kendisiyle yüzleşmesi ve aynı zamanda her toplumun bir diğerinin acısını anlaması. Ancak bunun hukuk diline de tercüme edilmesi lazım. İşte bu ihtiyaç Avrupa'da 'suçun inkarı suçtur' mantığını üretmiş durumda. Tabii ki bu durum bütün suçlar için geçerli değil. Ancak her toplumun geçmişinde bedeli ödenip üstü kapatılamayacak suçlar olduğu gibi, bu suçların mağdurlarının da bedeli ödenemeyecek acıları var. Eğer bütünleşmiş bir Avrupa ortaya çıkacaksa, en basit adım bu suç ve acıların 'görülmesi' olacaktır. Kısacası 'suçun inkarı suçtur' düsturu telafisi mümkün olmayan, manevi yükü ve insani sorumluluğu olan suçlarla bağlantılı olarak gündeme geliyor.

Bu yaklaşıma göre inkarın cezalandırılması ifade özgürlüğünü engelleyen değil, aksine ifade özgürlüğünü mümkün kılan bir tedbir. Çünkü inkar, suç ve acının, dolayısıyla sorumluluğun gizlenmesine, ifade edilememesine yol açabiliyor. Böyle bakıldığında inkar, suçu devam ettiriyor... Acının konuşulamadığı, bastırıldığı her durumda, mağdurun maruz kalmış olduğu muamele manevi olarak tekrarlanmış oluyor. İnkar basit bir ifade özgürlüğü meselesi olmaktan çıkıp bir kasıta dönüşüyor.

Soykırım gibi suçlarda inkar, belleğin ezilmesini, hakikatin öldürülmesini ima ettiği ölçüde doğrudan bir insan hakları ihlali olarak tanımlanıyor. Bu durumda inkarın cezalandırılması da insan onurunun korunması anlamını taşıyor. Öte yandan 'insan onuru' Avrupa anayasalarının ve demokrasilerinin temel yapı taşlarından biri. Diğer bir deyişle insan onurunu korumayan bir hukuk düzeniyle demokrasi olmanız mümkün değil. Böylece 'inkar suçu' giderek çok kültürlü bir barış projesinin olmazsa olmaz demokratik önkoşullarından biri haline geliyor.

Diğer taraftan Batı hukuku bizdekine göre çok daha felsefi süzgeçlerden geçerek bugüne gelmiş durumda. İnsanların 'soykırım olduğuna inanmıyorum' dediği için mahkum olmaları son derece zor. Çünkü suçun özü 'kasıt' olmasında... Yani bu önermenin söylenmesi değil, kamuoyunu manipüle etmek üzere kullanılması esas mesele. Nitekim, birinin örneğin soykırımı inkar etmekle suçlanması, ispat yükümlülüğü gerektiriyor ve kastın görünür olmasını şart koşuyor.

Avrupa'daki bu yeni hukuksal arayışın ve 'suçun inkarını suç sayma' mantığının altında yatan kasıt kavramı ise, meselenin farklı bir yönüne gönderme yapmakta. Kasıt, bilerek yapılan bir eylemi ifade eder. Yani örneğin bir soykırımın inkarının suç olması, herkesin söz konusu soykırımı 'bildiğini' varsayar. Bu durumda inkar, Avrupa'nın aramakta olduğu evrensel ortak ahlakın da ihlal edilmesi demektir.

Batı'nın bu uğraşını modernliğin ve relativist zihniyetin tıkanma noktalarından birinin aşılma çabası olarak görmek gerekiyor. Modernlik farklı fikirleri ancak ortak bir kültür içinde bireyselleştikleri oranda 'kavrayabildi'. Bu bakış 'hoşgörüsüz olana hoşgörü gösterilemez' düsturunu geliştirdi ve Batılılar bununla kendi kültürlerini koruyabileceklerini sandılar. Oysa bu bakış kendilerini sanki 'özde' hoşgörülü kılarken, yabancı kültürleri de hoşgörüsüz konumuna itti ve yeniden hortlayan ırkçılığın temeli oldu. Şimdi hoşgörünün popüler kültüre terk edilemeyeceği, hukuk çerçevesi içinde sistemleşeceği bir ortaklık zemini aranıyor ve bu zeminin evrensel insan hakları ve insanlık bilgisi ile uyumlu olması isteniyor.

Demokratlık açısından bakıldığında bu yaklaşım sorunsuz değil. Ama bir çaba... Türkiye'de bizler ise hâlâ hamasete yaslanmış durumdayız. Kendimiz üzerine düşünmekten korkuyor, böbürlenmelerle yetiniyoruz. Oysa daha düşünmeye başlamadık bile... Düşünmeye başlamadığımız için de evrensel insanlığın içinden konuşmuyor ve oradaki bilgi birikimine yabancı kalmaya devam ediyoruz.

ZAMAN