Bahadır Kurbanoğlu / Perspektif
Ankara-Şam: İmkânsız ikili
Geçtiğimiz Mayıs ayında, Cumhurbaşkanı Erdoğan, Kılıçdaroğlu’nun Esed ile görüşme çağrılarının ardından, “Bay Kemal’e cevaben” rejimi “katil” olarak nitelemişti. 5 Ağustos’ta Putin’in Suriye-Türkiye ilişkilerinin normalleştirilmesi talebiyle birlikte Çavuşoğlu’nun çıkışı gündemi kapladı. Onun sözleri medyada “Kardeşim Esed dönemi mi başlıyor” ve “Muhalifler ile rejimin barışması talebi” şeklinde yansıtıldı.
Suriyeli muhaliflerin Türkiye karşıtı protestolarına yol açan ifadelerinin ardından Bakan bu defa, Letonyalı mevkidaşı Rinkeviç ile yaptığı basın toplantısında “Sözlerinin tahrif edildiğini, barış, değil ‘uzlaşma’ kelimesini kullandığını…Türkiye’nin Suriye’ye yönelik tutumunda herhangi bir değişikliğin olmadığını” ifade etti.
Ortamın ısınmasına sebebiyet veren bu konjonktürel durumun hiç şüphesiz Rusya’nın Ukrayna işgaliyle birlikte yükselen gelişmelerle yakın ilgisi var. Bu gelişmeler, Türkiye-Rusya cephesinde karşılıklı kozlar ve imkânların bileşik kaplar misali sınandığı vasatı da ivmelemiş oldu. Rusya’nın asker ve lojistik ihtiyacıyla Suriye sahasından belli ölçülerle geri çekilmesi; kendisine ABD ve AB tarafından uygulanan ambargo, Türkiye’nin ekonomik olarak içine girdiği darboğazda Rusya’dan umduğu destekler, Suriye’nin kuzeyine yapılması planlanan harekât, Rusya’nın bunlar karşılığında elindeki taşları yeniden öne sürmesi, iç içe geçmiş gelişmeler zincirini tetiklemiş oldu.
İktidar “mış gibi” mi yapmakta, muhalefetin tezlerine mi yaklaşmakta?
Öncelikle, baştan bu yana, Suriye meselesinde en irrasyonel tezlere ana muhalefet partisi, ulus-devlet merkezli sağ kesim ve Esed rejimi ile ideolojik paydaşlara sahip Türkiye solunun sahip olduğunu söylemekte fayda var. Lakin bu tezler irrasyonel ve iktidar karşıtlığında popülist olduğu kadar, Türkiye toplumu üzerinde etkili de oldu. Ortalama 4 milyonluk bir sığınmacı nüfusa karşı ulus-devlet zihniyetinin merkezde olduğu tepkiler, hızla kötüleşen ekonomik göstergeler ve kaybedilen yerel seçimlerin günahının muktedirler tarafından sığınmacı politikalarına endekslenmesi ve “geri dönüş/gönderme” retoriklerinin siyasetin merkezine konumlanması bu irrasyonel tezleri haklı değil ama etkili kılmış oldu.
İrrasyonaliteden kastımız, Türkiye’nin sığınmacı ve güvenlik sorununun çözümünde öne sürülen ama Suriye gerçeğine uymayan tezlerin iktidar eleştirilerinde yıllardır dolaşımda olmasıydı. Dolayısıyla aslında iktidar, muhalefetin zorlama taleplerini istese bile hayata geçirme imkânlarından zaten yoksundu. Bu hem Türkiye gerçekliği hem uluslararası planlar hem de Suriye rejiminin konumu açısından böyleydi. Ama muhalefet gerçekliği varmışçasına yıllarca bunları tekrarlayıp durdu. Seçim sathı mailinde de üstüne basa basa tekrar etmekten bıkıp usanmamaktalar. Mesela;
Ana muhalefet liderinin geçmişte Avrupa Parlamentosu’nda yaptığı görüşmelerde sürekli olarak iktidarı Suriye meselesinin yegane sorumlusu gibi gösterip suçlaması ama içeride meseleyi Batı’nın bir komplosu olarak lanse edip iktidarın da buna yardakçılık yaptığını vurgulaması ya da mesela “Arapların sorunlarına burnunu sokma” gibi ucuz ve gerçekliği olmayan ama toplumun hatırı sayılır kesiminde satın alınabilir gerekçeler öne sürmesinin konunun künhü ile uzak yakın ilgisi yoktu. Daha 2011 yılında, Arap Baharı’nın demokrasi ve özgürlük rüzgarlarının etkilerinin doruğa çıktığı dönemlerde, bizzat Arap Ligi’nden Suriye rejiminin tard edilmesine sebebiyet veren sert ültimatomun, yeni bir anayasa, serbest seçimler, birlik hükümeti, siyasi tutukluların serbest bırakılması, zararlarının tazmin edilmesi, mezhepçiliğin körüklenmesine son verilmesi, dış müdahaleye kapı aralanmaması, şiddete son verilmesi, reformlar, muhalefetin tanınması…gibi maddeleriyle Türkiye’nin tezleriyle tamamen örtüştüğü vakıa idi. Suriye rejiminin yakın zamanda tekrar Arap Birliği’ne alınması konusu ise -Katar’ın da itirazlarında görüldüğü üzere o şartların hiçbiri yerine getirilmediği halde- Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi totaliter rejimlerin baskılarıyla gündeme gelmekteydi. Üstelik, “İsrail ile yakınlaşma müjdeleri ve Suriye’nin Türkiye ve İran etkisinden kurtarılması” şeklindeki Arap milliyetçiliği motivasyonu eşliğinde.
Yani aslında bu tabloda, demokrasinin, halkların maslahatının ve güvencesinin ve hukukun yanında olan güçlerin karşısında olan bir Türkiye muhalefetiyle muhatap olduk yıllarca. Üstelik Mısır ve BAE gibi ülkelerle yakınlaşma çabası tahfif edilen iktidardan daha fazla, bu iki ülkeyle ve Körfez ülkelerinin neredeyse tamamıyla bizzat muhalefetin tezleri örtüşmekteydi. Hem de o malum şartlar, BM’nin 2254 sayılı kararı (ki Çavuşoğlu’nun bu karara atfı yapması da aslında konjonktürel “mış gibi” siyasetine bir delildir. Nitekim, 2012’den beri uluslararası kamuoyunun rejime dayattığı, Arap Birliği’nin şartlarını da içinde barındıran ama önce İran’ın, sonrasında Rusya’nın baskılarıyla rejimin asla kabule yanaşmayacağı şartları içinde barındıran normlar) ve AİHM’in 11 maddelik “geri göndermenin imkânsızlığı”na dair hukuk manifestosunun gerekçeleri Suriye sahasında oluşmadığı halde.
Aynı muhalefetten başta rejim olmak üzere, İran ve proksi güçlerinin ve Rusya devletinin savaş suçları işlediğine dair tek bir kelime dair duymak mümkün olmadı. Oysa gerek Arap Ligi, gerek İslam Birliği, gerekse AB’nin başını çektiği devletler ve uluslararası insan hakları örgütlerinin kimyasal silah kullanımından kitlesel işkencelere; yaşlı, kadın ve çocuk sivillerin katliamına; okul, hastane ve yerleşim yerlerinin yerle bir edilmesine kadar pek çok raporlaması tüm dünyanın gözleri önünde olup bitenlerle alakalı, aynı dünyanın bilgisine sunulmakta idi.
“Ülkesi işgal edilen ve emperyalizme karşı mücadele eden Esed” figürü hem ana muhalefet hem Türkiye solunun hatırı sayılı bir kesimi hem de çeşitli muhafazakâr partilerce iktidara karşı sürekli olarak bir itham konusu olarak kullanıldı.
Bu çerçeveden mülhem birtakım ırkçı parti ve çevreler de sığınmacıları Türkiye’de iç savaş çıkartmanın aracı gibi lanse ettiler. Toplumun şuuraltına zerk ettikleri ahlak ve vicdan sorunu içeren mottoları şuydu: “Suriyeliler Türkiye’ye bombalandıkları için gelmediler, gelmeleri için bombalandılar.” Yani, suçlu Esed rejimi ve yandaşları değil, dış mihraklardı! Amaç da Suriye’deki demografik yapının değişimi idi. Suriye boşaltılıp bölünecek, Türkiye ise Suriyelileştirilecekti!
Ne kadar manidardır ki bu tezleri yıllarca bizzat Suriye rejimi değilliyordu!
Mesela Suriye Hava Kuvvetleri İstihbaratı Başkanı General Cemil Hassan, “Liderine sadık 10 milyonluk bir Suriye, vandalların olduğu 30 milyonluk bir Suriye’den daha iyidir” demişti. Rejimin kötü şöhretli komutanlarından biri olan Issam Zahreddin de mültecilere dönük olarak “…Suriye’ye dönmeyin, Suriye hükümeti sizi affetse bile biz sizi affetmeyeceğiz ve unutmayacağız” demişti. Bu söylemler aslında rejimin Suriyeli mültecilere dönük politikasını da net olarak ortaya koyuyordu ve Esed’in kontrol ettiği alanlara Suriyeli mültecilerin neden dönmediğini ve dönemeyeceğini de gösteriyordu. Bazılarının iddia ettiğinin aksine, Suriye rejiminin temelde istediği şey kendisine muhalif olan mültecilerin dönmesi değil, Suriye silahlı/askeri muhalefetine kaybettiği toprakları geri alabilmekti. Suriye rejimi kontrol edebileceği küçük bir nüfustan gayet memnundu.
Yani, sığınmacıların geri gönderilmesi konusunu Esed ile masaya oturup tereyağından kıl çeker gibi, davulla zurnayla halledecek olanlar, aslında geri dönme gafletinde bulunanların kaybedildiği, tutuklanıp işkencelerden geçirildiği, geçmiş “suçlarına” binaen katledildiği gerçeğiyle de yüzleşmeye yanaşmıyorlardı.
Tıpkı, “Bunlar vatan haini, gitsinler ülkeleri için savaşsınlar” diyenlerin ağızlarından çıkanı kulaklarının duymaması gibi. Gidip de hangi saflarda savaşacaklardı? Esed’e karşı savaşsalar “meşru rejime karşı savaşan teröristler” diye mimleneceklerdi! Adam zaten muhalif. Esed’in safında savaşsa esas o zaman halkına ihanet etmiş olacak!
Tabii gölge boksu misali, gerçeklerden uzak bütün bu paradokslar, sığınmacı düşmanlığını bilemekten, sorunlar nezdinde onları günah keçisi ilan etmekten ve iktidar karşısında zemin kazanma aparatı olarak kodlamaktan başka bir şeye yaramıyordu; çünkü gerçeklikle bir ilgisi yoktu!
Suriye’de bir “meşru Suriye rejimi” var mı?
Soruyu biraz daha genişletelim: Suriye’de görüştüğünüzde sonuç alacağınız bir Suriye rejimi gerçekten var mı? Ülkesine hâkim mi? Ülkesinin kaderiyle ilgili karar alma iradesi kaldı mı? Biri azaldığında diğerinin arttığı Rusya-İran etkisi, desteği ve vesayeti dışında hangi rejimden bahsediyoruz acaba?
Ülkesinin önemli bir kısmında PYD/YPG’nin hâkim olduğu, doğusundan Rusya’nın, Batısında ABD’nin, güneyinde İran’ın, Kuzeybatı bölgeleri ve İdlib ağırlığında muhalefetin olduğu, ülkenin yarısının mülteci, bütün bunlardan geri kalan birkaç milyonun da rejim kontrolündeki bölgelerde olduğu, ordusu bitmiş, ekonomisi tarumar olmuş, kaça bölündüğü belli olmayan bir devletçik yapısından söz ediyoruz.
Bu hayalet rejim Türkiye’ye karşı kuyruğu da Rusya-İran gibi güçler sayesinde dik tutuyormuş numarası çekmekte. Ama sonuçta, hiç de Türkiye ile görüşmeye, sığınmacı politikalarında destek olmaya, terörle mücadelesinde güvenlik işbirliği yapmaya niyetli falan değil. Şartlarını (daha doğrusu başından bu yana önce İran’ın, sonra Rusya’nın şartlarını) her ortamda dile getiriyor:
- İşgalci olarak gördüğü Türkiye’nin hem kuzeyden hem de İdlib’ten çıkmasını istiyor.
- Türkiye’nin, kendisinin “terörist” olarak kodladığı muhalif güçlere desteğini kesmesini, başkaları tutuyormuş gibi verdiği sözleri tutmasını (!) ve onları İdlib’den çıkarmasını, kendi sınırlarına çekilip muhalefeti ve halkı, zaten uçaklarla ve proksi güçlerle 11 yıldır katleden işbirlikçilerinin ellerine teslim etmesini istiyor.
- Yıllarca kimlik bile vermediği Kürtlerin başına PYD/YPG’yi dikip, ona bir alan bahşedip (ABD-Rusya projesi esas bu!) onu hem Türkiye’ye hem de muhaliflere karşı kullanma kozunu da devrede tutuyor.
- Öte yandan muhalefetin ısrarla görüşülmesinde büyük faydalar mütalaa ettiği Suriye rejiminin -tıpkı bundan iki yıl önce Dera’da olduğu gibi- Rus ve İran güçlerinin geri çekildiği bölgelerde muhalefet tarafından nasıl paralize edildiğini gördük! Hakeza İran da Rusya’nın bıraktığı boşlukları doldurdu. Deyrizor’daki 100’den fazla askeri mevzi ve üsse güçlerini konuşlandırdılar. Rakka, Humus, Hama gibi bölgelere de hızla milisler yerleştirdiler.
- Rejimin kuyruğu dik tutması ve Türkiye’den imkânsızı istemesinin ötesinde, Rusya’nın Ukrayna işgali yüzünden yaşadığı çevrelenmeden ürkmediğini söylemek de doğru değil. BAE gibi ülkeleri ziyaretin temel sebeplerinden biri de bu korku. Zaten Türkiye’yi de, -resmi ağızlardan- Rusya’nın içine düştüğü sarmalın fırsatçısı olarak tanımlıyorlar.
Ankara-Şam işte bu kadar uzak
Sözün özü, Rusya ile girdiği ilişkilerin getirilerindeki beklentilerden ötürü “mış gibi” yapan, Putin’in ricasını kırmayıp ön alan, bununla birlikte Suriye sahasında terörle mücadelede elinin bir parça daha genişlediğini gözlemleyen, mesela stratejik M4 otoyolu üzerindeki Ayn Isa ve Tel Tamer’in yanı sıra Menbiç ve Halep kırsalında terör hedeflerini vuran; Rusya’nın Ukrayna’daki sıkıntılarından ötürü tekrardan umutlanan muhalefetle ve o muhalefetin birbirleriyle (Mesela ÖSO ve Tahrir’uş-Şam) ilişkilerini pekiştirmeye çalışan, sahada elde ettiği güvenli bölge koridorlarını hem güvenlik hem de göç meselesi üzerinden asla terk etmeye yanaşmayacak olan Türkiye ile yakın dönemde Türkiye’de yapılacak seçimlerde iktidarın kaybetmesini bekleyen Şam rejimi arasında gerçekçi ve yapıcı bir görüşme trafiği olabilir mi?
Ya muhalefet arzu ettiği iktidarı yakalarsa, bugün söylediği sözleri, Esed rejiminin tezlerini doğrulama intiharı dışında, gerçekçi biçimde Suriye sahasında hayata geçirebilir mi? Uluslararası hukuk, BM maddeleri, AİHM’in 11 gerekçesine rağmen sığınmacıları davulla zurnayla hangi bölgelere gönderir? PYD’nin mi, Rusya’nın mı, Esed’in mi yoksa halihazırda Türkiye’nin kontrolünde olan bölgelere mi? Peki savaş suçlarının işlendiği, can ve yaşam alanlarının güvenliğinin hiçbir şekilde sağlanamadığı bu beldelere uluslararası hukuk açısından sığınmacı gönderme hakkına sahip mi? Hele ki içinde sorunlar olsa da, hem bölge halkları hem de Türkiye’nin güvenliği açısından büyük önem arz eden İdlib ve kuzey bölgelerinden çekilip “Ben sınırlarıma çekildim, ne haliniz varsa görün” diyebilir mi? Hele ki Suriye denklemi şu karmaşaya sahipken:
- Türkiye’ye karşı rejimle anlaşmaya çalışan SDG/PYD,
- Türkiye’nin operasyon ihtimalini SDG/PYD’ye karşı koz olarak kullanan ve bir dönem ona teslim ettiği toprakların kontrolünü geri isteyen Şam,
- Türkiye’nin SDG ile anlaşmasını isteyen ABD,
- Türkiye’yi aynı anda hem rejim hem SDG ile anlaştırmaya çalışan Rusya,
- İsrail-Rusya iş birliğinin verdiği rahatlık ile sadece IŞİD tehlikesini dikkate alan, başka bir mesele ile ilgilenmeyen ABD,
- SDG/PYD’nin bölge hakimiyetine son vermek bu arada da mümkünse birkaç milyon Suriyeliyi geri göndermek isteyen Ankara,
- Türkiye’nin rejimle anlaşmasını kendisine karşı yapılan bir hareket ve fiilen rejime teslim edilmek olarak gören Suriye muhalefetinin itirazlarının getireceği karmaşa.
Basına yansıyan, evlere şenlik karşılıklı talepler
Medyaya yansıtılan, doğruluğunu tespit edemediğimiz habere baktığımızda, Ankara ve Şam’ın karşılıklı olarak çıtayı nerede tuttuklarını ve nasıl “mış gibi” yaptıklarını da gözlemlemekteyiz. Şam’ın zaten nasıl ayak sürüdüğünden, Rusya ve İran etkisiyle nasıl kuyruğu dik tutuyormuş rollerine büründüğünden ve seçimlere kadar zaten bu iktidarla herhangi bir angajmana girmek istemeyeceğinden bahsetmiştik. O yüzden İdlib’in boşaltılmasından stratejik M4 karayolunun tam kontrolüne, oradan gümrüklerin devrine kadar talepler içeren beş maddelik listeyi bir kenara bırakırsak, esas Ankara’nın derdinin ne olduğu soru konusudur.
Dikkat edilirse Ankara sadece iki madde üzerinde durmaktadır ki bu maddeler seçim sathı mailinde muhalefetin tezlerini zayıflatma amaçlı maddelerdir:
- Suriye’nin kuzeyinin terörden tamamen temizlenmesi,
- Türkiye’deki Suriyelilerin geri dönüşünün kabulü ve garantisi (hem de Humus, Halep ve rejimin kalbi olan Şam’a).
Burada hemen “Ne yani kuzuyu kurda mı teslim edecekler” diye sorulabilir. Hayır! Kâğıt üzerindeki ve basın yoluyla paylaşılan bu iki madde, belli ki ana muhalefetin tezlerine ayna tutup, zayıflatmayı amaçlıyor. Daha doğrusu kamuoyu nezdinde, o tezlerin nasıl kof olduğunun ispatının amaçlandığı ifade edilebilir. En azından basınla bu “bilgileri” paylaşanların bunu amaçladıkları açık. Seçim sathı mailinde halkın en hassas olduğu iki konu, yani ‘terör’ ve ‘geri dönüş’ meseleleri üzerinden aslında bir strateji güdülmüş oluyor. Rejimin bunları kabul etmeyeceği, işi yokuşa süreceği, o beş maddede olduğu gibi imkânsız taleplerle karşılık vereceği çok açık. Bu da iktidara ve ekranlarda yandaşlarına “Gördünüz mü rejimin samimi olmadığını” deme imkânını verecek. Ama daha önemlisi, “Rejimle konuşup davulla zurnayla göndeririz” tezini işleyen muhalefetin can damarından vurulduğu yer. O da, geri dönüş konusunda talep edilen yerlerin rejim kontrolünde olan bölgeler olması. Yani “Bakın sığınmacılar Şam’ın kontrol altında tuttuğu bölgelere gelsinler diyoruz ama karşı taraf işi nasıl yokuşa sürüyor”. Dolayısıyla bir taşla birkaç kuş da vurulmuş oluyor.
Yani ortada ciddi bir yakınlaşma trafiğinin olmadığı bu açıdan da görülmüş oluyor. İşin gerçeği zaten bırakın Suriye rejiminin sığınmacı kabul etmesini, tıpkı geçen yıl Lübnan ve Ürdün’den gönderilmek istenilen sığınmacıları reddetmesi, bu bölgelerden gelecek 250 bin kişiye karşılık, o listeden sadece 700 küsur kişiyi kabul etmesi gibi, rejimin geri kabul politikasının olmadığı, Türkiye’ye de aslında ne türden güvenlik sorunları oluşturduğu, asla terörle mücadelesinde destek olmayacağı, yani muhalefetin tezlerinin kof olduğunun kamuoyunda tartışılmasını istiyor. Kısacası -yukarıda sıraladığımız ve Rusya ile ilişkileri içinde barındıran- dışa dönük yönler bir yana, aslında iç kamuoyuna dönük bir strateji izlenmek istendiğini de ortaya koymakta:
“Bakın muhaliflerle uzlaşı dedik, terör hassasiyetimiz dedik, geri dönüşleri kabul talebinde bulunduk ama olmadı. Ana muhalefet ve yandaşları hayal tacirliği yapmamalı!” Eğer tahmin ettiğimiz gibiyse sadece seçim sathı maili açısından değil, genel manada da iyi ve geç kalınmış bir strateji olduğu söylenebilir.
Bütün bu gelişmelerden ari olarak şunun altını bir kez daha çizmiş olalım: “Türkiye kuzeyden çekilsin, rejim de Türkiye’ye terörle mücadelesinde yardımcı olsun” diyenlerin kimseyi artık güldürememesi bir yana; aslında -bölge halkları açısından da- Türkiye’nin güneyi, Suriye’nin kuzeyindeki gerçek tehdidin, arkasındaki malum güçlerle birlikte halihazırdaki rejimin kendisi olduğu gerçeğini görmekte fayda var! Güvenlik, geri dönüşler ya da diğer konuların rejimle ilişkiye geçmekle değil, yereldeki güç, bölge güçleri arasındaki denge, uluslararası normlar, BM gibi kurumlar ve soruna muhatap uluslararası kamuoyunun -daha geniş sebeplerle birlikte- ikna edilmesiyle ilgisi var.