Anka Kuşu Afşin-Elbistan’a Da Gelir mi?

SÜLEYMAN CERAN

1 Mayıs münasebetiyle, ezilen göçük altında kalan işçi kardeşlerimize saygıyla…

Şili ayakta. 33 eksik vardı ve artık tüm ülke yeryüzünde. Şili Devlet Başkanı Sebastian Pinera’nın ağzı kulaklarında, Maden Bakanı Laurence Golborne’nin de. Nasıl olmasın, insanlığı yerin dibinden geç de olsa çıkardılar. Zift karası kesilen âdemoğlunun yüzüne su serptiler. Kararmış cesetlere alışık madencilerin kekremsi acı oturmuş dimağlarına tat kattılar. Giderek kararan, sömürünün kralına boyun eğen, zehirlenen emekçi maden işçilerine tünelin sonundaki ışığı hatırlattılar.

Işık; hatırlanmak, anılmak demek. Düşünülmek. 5 Ağustos 2010. Göçük; tam 17 gün sonra açılan küçük bir delik sayesinde işçilerle ilk temas. Sonrası, sonrası çorap söküğü. Göçükten 33 kişiyi çıkarmak için tam 69 gün ter dökülür.  Operasyonun son aşamasında ismini “Anka Kuşu” koydukları bir kapsülle çıkarılır işçiler.

Türkiye’nin ise maden kazalarında sicili oldukça bozuk. Cumhuriyet tarihi, madenler açısından tam anlamıyla “göçükler tarihi” olarak adlandırılabilir. O kadar çok kaza, o kadar çok can kaybı olmuş ki. 2010 yılının Mayıs ayında 30 işçi Zonguldak Karadon’da yaşanan göçükte hayatını kaybetti. Defnedilen cenazelerin karıştığı fark edildi, mezarlar açıldı, doğru cenazeler ailelere teslim edildi. Rezillikler bitmedi.  Kazada ölenlerden Dursun Kartal ile Engin Düzcük’ün cesetleri tam 8 ay sonra çıkarılabildi. Sekiz ay boyunca işçi aileleri dört gözle ölü beklediler. Gömecekleri bir beden. Başında durabilecekleri bir mezar taşı. İnsan, yakininin, canının, ciğerinin ölüsünü görünce memnun olabilir mi. Ama o insanlar böyle bir mutluluğa zorlandılar. İnsan havsalasının çok ötesinde, korkunç bir durum bu.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 2003 yılında törenle açtığı ve şimdilerde bakımsızlıktan dökülen ve üzerinde dört binin üzerinde maden işçisinin adının yazılı olduğu Zonguldak Havzası Maden Şehitleri Anıtı'na her geçen gün yeni birilerinin adı yazılıyor. En son Afşin Elbistan’da Çöllolar kömür sahasında 10 Şubat’ta meydana gelen göçükte jeoloji mühendisi Halil Tatlı, makine mühendisi Cuma Yıldırım, maden mühendisi Nail Yılmaz, makine operatörleri Hacı Mehmet İpek, Muhsin Koşan, Kemal Elmas, dozer operatörü Adnan Demir, topograf Tuğran Gökhan ve drenaj işçisi Aydoğan Polat toprağın altında kaldı. Üzerinden 2 aydan fazla zaman geçmesine rağmen bu insanların cesetlerine dahi ulaşılabilmiş değil.

Şili’de madencilerin hayatlarını kurtaran kapsülün adı Anka Kuşu idi. Fars Edebiyatı’nda Simurg kelimesinin, batıda Feniks’in (Phoenix), Orta Asya’da ise “Kerkes”in karşılık geldiği Anka Kuşu, ölümsüzlüğü sembolize eder. Anka, Ferîdüddîn-i Attâr’ın zihin dünyasında bir kuş olmaktan çıkar, bir metafora dönüşür. Ona göre, kendini aramanın, kendine dönüşün bir simgesidir Anka Kuşu. “Kendi olmak” insanoğlunun en büyük mücadelelerinden biri değil midir zaten? İnsanın kıymet hanesinin bu kadar çıtkırıldım ve değişken olduğu zamanlarda “kendi” olmak ne büyük bir erdem. Her işte, her oluşumda sürekli içimizin merhamet koridorlarında dolaşacak, adını Anka Kuşu koyabileceğimiz kapsüllerimizin hazır olması gerekli değil mi? Her zorlukta bu kanalla, doğru kararlar verme adına çaba sarf etmemiz insani bir zorunluluk aslında. Şili’de yerin yüzlerce metre altına inen kapsül Karadon’a, Kozlu’ya, Dursunbey’e, Afşin’e, genel müdürün kalbine, müdürün aklına, işletmecinin cebine, mühendisin de gözüne uğramalı. Bu iç yolculuk sürecini herkes yaşamalı. Hepimizin ihtiyacı olan da bu.

Ağzında cigarası, başında bareti, yüzü kömüre kesmiş, yorgun, hal bilir, vakur duruşundan ve her an ölüme hazır tevekkülünden oluşmuş tunçtan bir heykel gibi dikiliyor maden işçisi. Ramazan vakti yerin bilmem kaç metre altında, sebze kasasının üstünde domates, peynir ve zeytinle, mum ışığı altında açıyor orucunu. Sonra bir ses -dehşet bir ses- “Varda.. Varda… Varda!…” (Kaçın… Kaçın… Kaçın!) diye bağırıyor. Sonrası, kömür karası bir karanlık. Bu ülkede bu sahne ne çok yaşandı, ne çok ailenin ocağına kor düştü, kavurdu.

Haberleri dinliyorum, içim allak bullak. Afşin Elbistan’da binlerce ton molozun altında yatan 9 kişiyi ve onların ölü bedenlerini bekleyen çaresiz aileleri düşünüyorum. O aileleri hangi para, hangi bahar, hangi güneş avutur artık. Gözlerim ‘rüyada grizu patlaması içinde olmak’la alakalı bir metne ilişiyor: “Rüyada, ocakta grizu patlaması olması arkadaş sıcaklığını gösterir, ihtiyaç duyduğunuzda yanınızda olacak değerli arkadaşlara sahip olduğunuzu ifade eder.” diye yazıyor. Bu kadar da aymazlık olamaz deyip, ağzımda büyüyen sözcükleri öylece yutup, susuyorum.