HAKSÖZ HABER
"Atatürk ilimdir, bilimdir, demokrasi ve insan haklarıdır, aydınlanma ve ilerlemedir, huzur ve güvendir, ülke ve halkın ta kendisidir" tadında masalların bol bol anlatıldığı, mütemadiyen şehir efsanelerinin üretildiği iklimden bir türlü kurtulamayan fakat bilakis bu efsanelerle yaşayan enteresan bir fanatik kitleyle karşı karşıyayız.
Bürokratik oligarşi tarafından üretilen "mavi gözlü sarışın dev" edebiyatıyla asıl hedeflenen elbette Tek Adam ve Tek Parti despotizmine övgü ve sadakat bildirimidir. Ata/Türkçü sembol ve değerleri mistifike ederek 27 yıl boyunca halka nefes aldırmayan, askeri vesayet ve darbelere en önemli ve öncelikli gerekçeler sunan bir siyaset ve devlet mantığını hortlatmak için çırpınanlar elden çıkan bazı dayanakları sebebiyle şimdilerde nostalji rüzgarlarından medet umuyor.
Cumhuriyet Gazetesi yazarlarından Zeynep Oral'ın bugünkü makalesini okuyunca seküler ulusalcı kimliğin özlem ve hayallerini, kaygı ve korkularını mezkur nostalji rüzgarı bağlamında bir kez daha görebiliyoruz. 80 yaşına merdiven dayamış Zeynep Oral'ı Amerikan Kız Koleji ve Fransa'da aldığı gazetecilik eğitimi daha sıkı bir Kemalist hatta fanatik bir Atatürkçü yapmış. Üstelik yıllar ilerledikçe Milliyet Sanat Dergisi, Milliyet Gazetesi ve nihayet Cumhuriyet Gazetesi’ndeki tecrübeleri biriktikçe "Menderes'ten başlayarak" serbest seçimlerin, halkın iradesinin "hep karşı devrim"e, "şeriat isteriz çığlıkları"na hizmet ettiğini iyice idrak edip sık sık gözyaşlarına boğulurmuş.
Aydınlanma ve ilerleme idealinden nasipsiz kitleleri gördükçe, kimi, niçin seçeceğini bilmeyen cahil bir halka serbest seçimler yoluyla iktidarı belirleme hakkı tanıyınca Türkiye'nin nasıl da gericiliğe, karanlığa doğru yöneldiğini tekrar tekrar tecrübe edince Zeynep Hanım da diğer duygudaşları gibi kendisini Anıtkabir'e atıyor, orada teselli arıyormuş tabii ki…
Yaşananlar bununla da sınırlı değil! Zeynep Hanım ha bire kendisini Atatürk'le konuşurken bulurmuş meğer. Özellikle sıkıntılı dönemlerinde Anıtkabir'i ziyarete doyamazmış. Yeniden, yeniden Anıtkabir'e koşarken sevinci korkuları, umutları gözyaşları içinde birbirine karışırmış. Aslanlı Yol'da ne çok vakitler geçirdiğini hatta Atatürk'e verdiği sözleri, dertleşmeleri o görkemli anıt'ın gölgesinde tazelediğini de öğreniyoruz bu yazıdan.
Final sahnesinde ise o "görkemli mozole"nin karşısında boğazı düğümlenir, genzi yanarken yaşamaktadır büyük sanatçı. Ulu Önder'in "şahsı manevi'si" Türk ulusunun neler neler yitirdiğini o kutsal mozole ile yüzüne vurmakta, kimi alçakları ve ihanetleri de oracıkta kayıtlara geçirmekteymiş.
"Atam bizi affet" feryatlarıyla Zeynep Hanım "tövbe istiğfar" etmekte Gençliğe Hitabe ve 10. Yıl Nutku'yla iman tazeleyerek Atasıyla kucaklaşmaktadır yazarımız. Mistisizmin, lider kültünün, despotizmi estetize etmenin, görkem atfettikleri mimari anıtlarla seküler bir dinin nasıl yaşandığını ve yaşatılmak istendiğini Zeynep Hanım olanca samimiyetiyle yazmaya gayret etmiş. Kemalizm’i ve Kemalistlerin kimi mistik kimi efsanevi kimi pozitivizmle harmanlanmış mantık örgülerini teyid etmek için Zeynep Oral okurlara iyi bir fırsat veriyor. İlginize sunuyoruz…
Zeynep Oral / Cumhuriyet
Anıtkabir’de...
Sizlere de oluyor mu bilmiyorum. Bana sık sık oluyor. Kendimi ha bire Mustafa Kemal Atatürk’le konuşurken buluyorum...
Geçen hafta yolum Ankara’ya düştü. Anıtkabir’i ziyaret etmeye doyamıyorum. Yeniden gitmek istedim. Ankara’da Cumhuriyet gazetesinin kültür merkezinde söyleşim olacaktı. Söyleşinin moderatörü şair Güven Baykan, “Ben götürürüm” deyince soluğu orada aldık.
Sonra sonra... Sonrası biraz karışık! Gözyaşlarımla sevincim, korkularımla umutlarım, endişelerimle milletime güvenim birbirine karıştı.
Bir zamanlar Anadolu’nun köklü medeniyetlerinden Frig uygarlığının yerleşkesi olan, adı Rasattepe olup bugün Anıttepe diye anılan tepeye doğru ilerlerken içim içime sığmıyordu. Bayram değil, seyran değil, sıradan herhangi bir gün. Herhalde boştur diye düşünüyorum. Yanılmışım...
Daha girişte kuyruklar vardı. Otomobil kuyruğu, bebek arabası kuyruğu işin cabası. Sabahın erken saatleri. Arabayla giriş yaparken üstelik arabadaki her şey boşaltılıyor, denetimden geçiriliyor sonra yeniden yerleştiriliyor. Ama kimse şikâyetçi değil bu sıkı denetimden. Ziyaretçiler de görevliler de herkes güler yüzlü. Herkes birbirine saygılı, herkes birbirine yol veriyor. Sanki Türkiye’de değiliz!
Denetimden geçip, 24 Türk Oğuz boyunu simgeleyen 24 aslanın bulunduğu Aslanlı Yol’da ilerlerken, yarışmayı kazanarak bize böylesi görkemli bir anıt armağan eden iki mimara Emin Onat ve Orhan Arda’ya içimden teşekkür ediyordum...
Aslanlı Yol’un sonunda tören alanı. Bu alanda gençliğimde ve sonrasında, ailemle, sınıf arkadaşlarımla, dostlarımla ya da hiç tanımadığım duygudaşlarımla ne çok ne çok zaman geçirdim. Mustafa Kemal Atatürk’e verdiğim sözleri, onunla dertleşmelerimi düşünüyorum...
Ve işte karşımda tüm görkemiyle mozole! Boğazım düğümleniyor. Genzim yanıyor. Neler neler yitirdiğimiz yüzüme çarpıyor. Onun dehası ve vizyonunun muhteşemliğiyle kimilerinin alçaklığı ve ihaneti arasında kalbime ağrılar giriyor. Yutkunuyorum. Gözyaşlarıma hâkim olmalıyım. Atam bizi affet ile Cumhuriyet ilkelerini teker teker kemirenlere karşı nefretim arasında gidip geliyorum...
Tören alanının sonundaki basamakları çıkıyorum. (Çocukken öğrenmiştim: Tam 42 basamak var. Mustafa Kemal, silah arkadaşlarıyla birlikte Cumhuriyeti ilan ettiğinde 42 yaşındaydı.)
Merdivenleri çıkarken her basamakta... ( Hayır bunu henüz söylememeliyim, en sona saklamalıyım.) Derken ortada hitabet kürsüsü ve Atatürk’ün “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” sözünü görünce içimden sessiz bir çığlık yükseliyor: HAYIIIR! Günümüzde hâkimiyet kayıtsız şartsız millette değil, birinin iki dudağı arsında! “Şeriat isteriz” çığlıkları yükselirken, laikliği savunanlar cezalandırılırken, anayasa ve yasalar yok sayılırken, karşıdevrim adım adım uygulanırken, hâkimiyet, tarikatlara, cemaatlere terk edilirken... Sadece bugün değil, Menderes’le başlayarak bütün bunlar olurken... Ve gözyaşlarımı artık tutamıyorum!
Sütunlu mozolenin dış duvarlarında Geçliğe Hitabe’yi ve 10. Yıl Nutku’nu görüyorum. Gözyaşlarımı silmeme gerek yok ikisi de bir daha beni terk etmemek üzere yüreğime kazınmış zaten. Sonra içeri giriyorum. Atamla kucaklaşıyorum.
Hayır artık ağlamıyorum. Çünkü ta en başından beri her yaştan, her düşünceden, her birikimden akın akın Ata’ya ziyarete gelenlerle beraberim. Nasıl bir kalabalık anlatamam. Her basamakta farklı bir grup poz veriyor. Fotoğraflar çekiliyor, “Beni çeker misin”, “Beni de”, “Beni de” tümceleri birbirine karışıyor... Millet burada!
Arabada bebekler, her yaştan çocuklar, mini etekli, beli, göbeği açık dolaşan genç kızlar, başı kapalı türbanlı kadınlar hepsi bir arada... (En kolayı, en görünür olanı bu olduğu için ayırımcılığı kadınlar üzerinden yürütmek isteyenler, boşuna uğraşıyor!) Engelli, tekerlekli sandalyeyle gelenler... Okuma çağına gelmemiş çocuklarına duvar yazılarını okuyan babalar, çocuklarına Atatürk’ü anlatan anneler...
Gülümseyerek ayrılıyorum Atatürk’ün huzurundan. AKP hükümetinin bir yararı olduysa bu ülkeye, o da Atatürk sevgi ve saygısını daha çok, daha çok yaymak oldu!