Andımız ve Kurban

MUSTAFA SİEL

Türküm, doğruyum, çalışkanım.
İlkem; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.
Ülküm, yükselmek, ileri gitmektir.
Ey büyük Atatürk! Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime and içerim.
Varlığım, Türk varlığına armağan olsun.
Ne mutlu türküm diyene!”         

Dr. Reşit GALİP’in 1933’te yazdığı ve o tarihten beri çeşitli zamanlarda yapılan değişikliklere göre ilkokullarda sabahları toplu halde söyletilen andın, şu anda söylenen metni bu. 8 yıllık kesintisiz eğitimde tüm sınıflara söyletilen bu and, yeni uygulamaya konulan 4+4+4 sistemiyle sadece ilk 4 yılda söyletiliyor.

Deveye demişler ki boynun neden eğri, cevap vermiş, nerem doğru ki diye. Mevcut rejimi çok iyi anlatan bu anekdot, andımız içinde aynen geçerli kanaatimce.

Öncelikle, tabiri caizse 72,5 milletin yaşadığı bir memlekette, Türk olmayı zorunlu ve de doğruluk ve çalışkanlıkla ilişkili kılmanın mantığını kim, nasıl izah edebilir?

Küçükleri korumak, büyükleri saymak genel anlamda hikmetli bir ilkedir elbette, lakin yurdunu ve milletini canından çok sevmeyi değil İslam’la, evrensellik ve insan hakları ile bağdaştırmak ne derece mümkün olabilir.

İnsanın yurdunu ve milletini, hak ve adalet ölçüleri içinde sevmesi elbette mümkündür ve gerekli de olabilir. Lakin, andımızda kastedilen gizli mana, hak ve adalet ölçüleri çerçevesinde bir sevgi değil, haksız ve adaletsizde olsa, pragmatik bir sevgidir ki, bu ne İslam’a, ne de genel insanlık kriterlerine uymaz. Değil İslam’a, insanlığa yakışan ölçü; önce vatan ve millet değil, önce hak ve adalet olmalıdır.

Yükselmek ve ileri gitmek ülküsü de, İslam ve genel insanlık değerleriyle bağdaşması mümkün olmayan bir hedef. Neye göre yükselmek ve neye göre ileri gitmek? Hak ve adalet ölçülerine göre mi, yoksa haksız ve adaletsiz de olsa, ne pahasına olursa olsun diğer memleket ve milletlerden daha yükseklere ve ilerilere gitmek mi?

Bu sorunun cevabı da, batılı ilerlemeci ideolojiler ile onlardan öykünen Kemalist ideolojinin parametrelerinde gizli. Önemli olan, haksız ve adaletsiz de olsa, sadece kendi memleketimizin ve milletimizin diğer memleket ve milletlerden daha yüksekte ve ileri olması.

Bu olumsuz ilke ve ülküler, sadece Kemalist ideoloji ve rejime ait değil, esinlendiği ve bir parçası olduğu çağdaş ve kapitalist batı medeniyetinin bazen gizli, bazen açık ilke ve ülküleri aslında. Fark şurada belki: Kemalistler bu işi kaba bir şekilde açıkça ilkeleştirerek yapıyorken; batılılar ise hak ve adalet, insan hak ve hürriyetleri, demokrasi perde ve kılıfları altında gizlice ve çaktırmamaya çalışarak yapıyorlar.

“Ey büyük Atatürk” diye devam ediyor and. Karşımızda 74 yıl önce ölüp toprağa gömülmüş ve kaybolup gitmiş, bizler gibi ölümlü ve aciz bir fani değil; ölümsüz ve her şeye muktedir bir insanüstü bir varlık varda, ona yönelip tazim ve sena ediyormuşuz gibi. Birde bu andın, toplu bir şekilde (adeta namaz kılan bir cemaat gibi), her okulda bulunan bir büstün huzurunda, öğrenciler büste yönelmiş bir pozisyonda (cemaatin kabeye yönelmesi gibi) okunduğunu dikkate alırsak, resmen bir tapınma ritüeli – serenomisi olduğu çok açık ortaya çıkıyor.

Dr. Reşit GALİP tarafından 1933’te yazılan andın ilk metninde Atatürk’e dolaylı ya da direkt olarak bir atıf yokken, 1972’de değiştirilen ve 1997’de kadar geçerli olan metinde, “Ey bu günümüzü sağlayan Ulu Atatürk!” ibaresi eklenmiş. Faciaya bakın, Atatürk insan üstü bir varlık, bir ilah ve rab mı ki bu günümüzü sağlamış olsun? Hadi onun iyi bir komutan ve lider olduğunu kabul edelim, lakin sonuçta bir insan değil mi? Gerçekleştirdikleri “doğru ve büyük şeyler” olsa  bile, tek başına mı yaptı bunları? Bir He-men ya da Süpermen mi idi yoksa?

Atatürk’ün açtığın yolda, gösterdiği hedefe hiç durmadan yürüyeceğimize and içmemiz isteniyor bizlerden andın devamında. Açtığı yolun ve gösterdiğin hedefin doğru olduğunu kabul etsek bile, sadece Atatürk mü açmıştır bu yolu, yalnızca o mu tespit etmiştir bu hedefi?

Hadi binlerce yıldır insanların ufkunu açmaya çalışan peygamberler, filozoflar ve düşünürleri bir kenara bırakalım; son iki yüz yılda Avrupa’da geliştirilen pozitivist yol ve kalkınma hedefinin kötü bir kopyası ve uyarlaması değil midir ki Kemalizm? Üstelik Osmanlının son zamanları ile Cumhuriyetin ilk yıllarında bu yol ve hedefi öneren pek çok lider ve düşünür yaşamamış mıdır memleketimizde? Hepsini ihmal etsek, aslen Kürt olan Ziya GÖKALP’in fikirleri ile Kemalizm ideolojisi arasında ne kadar fark vardır?

Andın devamında varlığımızı Türk varlığına armağan etmemiz isteniyor bizlerden. Bu nasıl bir mantıktır? Beni bu millet mi yarattı ki varlığımı ona armağan edeyim? Şimdi bu mantığa göre, Almanya ya da Yunanistan’da yaşayan Türkler, varlıklarını o Alman ya da Yunan varlığına mı armağan edecekler?

Bu millet ya da onun liderinin üzerimde ki hakkı ana babamdan daha mı fazla ki, onlara şükredeyim? 31.Lokman Suresi 14 ve 15. ayetlerde, Allah müstesna sadece ana babaya şükredilmesi, eğer ana baba çocuğunu şirke zorlarsa itaat edilmemesi isteniyor. Ana babanın hatırı için bile Allah’a isyan ve şirk söz konusu olmuyorken, niye bu millet ya da onun lideri için Allah’a isyan yada şirk koşayım?

Ne mutlu türküm diyene diye bitiyor and. Türk olmak neyse nede, türküm demek ne demek? Irken - aslen Türk olan birisinin bundan gurur ya da aşağılık duygusuna kapılmadan türküm demesi gayet tabidir, lakin Türk olmayan birisinin türküm demesi öncelikle aslını inkar etmek değil midir? Türklük bir din ya da ideoloji değildir ki, Türk olmayanlar bu din ya da ideolojiye mensubiyetlerini ilan etsin, Türk olmakla kıvanç duysun?

Andımızla kurbanın ne alakası var diye düşünülebilir. Andla ilgili yaptığımız açıklamalar, andın Kemalizm dininin amentüsü olduğunu net olarak ortaya koyuyor. Varlığım Türk varlığına armağan olsun ifadesi ise, Kemalizm dininin kurban ibadetini ifade ediyor aslında.

6.Enam Suresi 79. ayette, bütün sahteliklerden yüz çevirerek bütün benliğimizle Allah’a yönelmemiz isteniyor bizden. 162 ve 163. ayetlerde ise, sadece namaz ve kurban gibi sembolik ibadetlerimizin değil, hayatımızın ve ölümümüzün dahi Allah’a teslim - armağan edilmesini istiyor. Yani, sadece Allah’a yönelip hakka teslim olmuş (Müslim) kişinin,  hayatını bu teslimiyete göre yaşayarak hakka şahid ve gerektiğinde canını dahi bu yolda feda – kurban ederek şehid olması isteniyor.

Kurban yakın olmak kök anlamındaki Arapça garabe kökünden gelen bir terim olup, kişinin Allah’ın rızasına ulaşmasına vesile olan şey manasına gelmektedir. Kur’anı Kerim’de, Hac Suresi 33’ten 37’ye kadar olan ayetlerde Kurbanla ilgili açıklayıcı bilgiler verildiği gibi,  Maide Suresi 27’den 31’e kadar olan ayetlerde Adem (s)’in iki oğlunun takdim ettiği kurbanlar hakkında açıklamada bulunulmaktadır. Saffat Suresi 101’den 111’e olan ayetlerde ise, İbrahim (s)’in oğlunu kurban etmeye niyetlenmesine dair kıssa yer almakta ve bize kurbanın hikmetleri hakkında ipuçları vermektedir.

Kurban ibadeti en temelde, Allah’ın kendisine vermiş olduğu varlığa şükredip, bu şükrün gereği bu varlığını Allah yolunda ve onun ilkelerine göre yaşamak suretiyle amele döken ve bu şekilde aynı zamanda hakka şahitlik yapan bir Müslümanın, gerektiğinde en değerli varlığı olan canını Allah yolunda feda – armağan – kurban ederek şehit olmasını ifade ediyor, sembolik olarak.

Andla bizlerden istenen de, Atatürk ile vatan ve milletimize şükretmek, Atatürk’ün koyduğu ilke ve hedeflere göre vatanımız ve milletimiz için yaşayarak bu şükrümüzü ispat ve şahitlik etmek, hayatımızı bu uğurda harcadığımız gibi, gerektiğinde en kıymetli varlığımız olan canımızı bunlar uğrunda feda – kurban etmemiz.

Varlığını bir lidere, vatana ya da millet uğrunda harcayan ve gerektiğinde feda - kurban edenin kazanacağı hiçbir şey yok, lakin kaybedeceği ebedi bir hayat var.  Varlığını Allah uğrunda harcayan ve gerektiğinde feda – kurban edenin ise, Tevbe Suresi 111 ayette beyan edildiği üzere, kazanacağı ebedi bir hayat var. Böyle aşırı karlı bir alışveriş varken, niye kendimizi – hayat sermayemizi boşa harcayalım, hayatımızı ve kanımızı boşa heder edelim ki?