Modern devlet sisteminde anayasa, toplum ile devlet arasında bir toplumsal sözleşme olarak değerlendirilir ve meşruiyetini “toplumsal sözleşme” kavramından alır. Buna göre toplum ile devlet arasında bir örtük sözleşmeyle; toplum bir takım haklarını ve özgürlüklerini, güvenliğinin ve toplumsal düzenin sağlanması ve hizmetler karşılığında devlete devreder. Devlet buna karşılık düzenleme yetkisine ve şiddet kullanma tekeline sahip olur. Bu düşünce devletin nötr olduğu ve toplum iradesinin anayasada mündemiç olduğu önkabulüne dayanır.
Devletin toplum ile yaptığı varsayılan sözleşmenin tarafları olarak devlet ve toplum görülmektedir oysa ikisi de gerçekliği konusunda şüphe duyulması için yeterince soyutturlar. Devlet ile sözleşme yapan toplum kimdir, nerede ve nasıl tecelli etmektedir? Sadece “temsilciler” üzerinden kabul gören toplum, kaba temsil anlayışı karşısında buharlaşıp gitmekte, geriye sadece temsilciler kalmaktadır. Sözleşmede kendisine yüklenen görevleri yerine getirecek olan devlet ile toplum olarak kendini tanıtan kesim gerçekte anayasayı yapan (kuralı koyan ve uygulayan) kudretin bizzat kendisidir. Yani iktidar, kendini toplum formunda sunmaktadır. Toplumun buharlaştığı bir denklemden nasıl sözleşme çıkabilir?
Oysa anayasaya bir toplum sözleşmesi denebilmesinin birçok şartı vardır; yapım sürecine toplumsal her kesimin katılması ve üzerinde uzlaşması, bir kurucu metin olarak oylamaya sunulmak, her maddesinin hazırlanması ve kabulü sırasında toplumsal iradenin sürece eksiksiz yansıması, toplumun tamamını içine alan bir uzlaşıya dayanıyor olması ve tam anlamıyla bir toplumsal rızanın vaki olması gibi. Toplumsal sözleşmenin gerçekleşebilmesi için toplumun tüm kesimleri kendi yaşam tarzları konusundaki hassasiyetlerinin anayasaya yansıdığını ve öteki kesimlerin anayasaya yansıyan hassasiyetlerinin kendi hassasiyetlerini tehdit ve izole etmemesini garanti altına alan bir modeli kabul etmesi gerekir. Kısaca ideal olan ile muhayyel olan birleşmekte ve hakikat kisvesi giymektedir.
Oysa toplum denen aygıt asla homojen değildir. Toplum denen mefhum özünde, çatışan ve vazgeçilmez eğilimlere ve hassasiyetlere sahip türlü kesimlerden oluşur. Bu kesimlerin her biri kendi yaşam tarzları için egemenlik kaygısı taşımaktadır. Küfür-iman olgusunun önümüze koyduğu “ontolojik çatışma” gerçeği, kadim bir “egemenlik savaşımının” temelini oluşturur. Artık kimsenin duymak istemediği kavramlar olarak egemenlik ve çatışma hayatın en temel gerçekliğidir.
Post-modern aklın süslediği hümaniter bakışın, “çok kültürlülük”, “anayasal vatandaşlık” gibi kavramlar üzerinden ambalajlayıp önümüze koyduğu “birlikte yaşama” modelleri seküler ve laik karakterleri gereği, kelimenin tam anlamıyla Müslümanlar açısından bir “"dayatma”yı içermesine rağmen zihnimize kodlanmış modern kabuller nedeniyle kabul görebilmektedir.
Hâlbuki batılı anayasalar da dâhil olmak üzere hiçbir anayasa gerçek bir sözleşme özelliği taşımamıştır ve taşımamaktadır. Çünkü toplumun önemli bir yekûnunun rızası genellikle anayasalara yansımaz. Kimsenin topluma bir şey sorduğu ve de onu dinlediği de yoktur. Seküler toplumun kendi içinde bir uzlaşısı olabilir ancak yaşama müdahil özelliği olan İslam ve Müslümanlar açısından bir uzlaşı kaygısı güdülmemektedir. Onlara sadece tabi olmaları önerilmektedir.
Sözleşmenin tarafı bile kılınmayan bir kesimlerin, gerçekte bir sözleşmenin var olduğuna inandırılması sömürge toplumlarına / zayıf bırakılmışlara has illüzyonik bir durumdur. Sömürge toplumları, içine sokuldukları ağır travmaların ve ideolojik bombardımanların ardından boyunlarına geçirilen davulla avutulmakta, böylece zayıf bırakılarak muhakeme gücü zayıflamış bu toplumlara tokmağın kimin elinde olduğu unutturulmakta ve böylece bu kesimler oyunun bir parçası olduğuna inandırılmaktadır. Oysa tokmağın kimin elinde olduğu, yani egemenlik kavramı yani anayasal sistemlerin arkasındaki ideolojik formasyon sarfı nazar edilebilecek bir mevzu değil, bilakis önemle tartışılması gereken bir mevzudur.