Anayasa Mahkemesi’nin Başörtüsü Kararı: Rejim Krizi

Sami Gören

Anayasa Mahkemesi, Anayasa'nın 10. ve 42. maddelerinde değişiklik yapan 5735 Sayılı Kanunu iptal ederek yürürlüğünün durdurulmasına karar vermiştir. Konuya ilişkin olarak yapılan kısa açıklamadan kararın Anayasa'nın 148. maddesi yanında bir de 4. ve 2. maddelerinde yer alan laiklik ilkesinin değiştirilmezliğine ilişkin hükme dayandırıldığı anlaşılmaktadır. Anayasa Mahkemesinin bu kararı (pek çok açıdan) Anayasa’ya aykırı olduğu gibi telafisi zor / imkansız sorunlara / hatta rejim krizine yol açmıştır.

KARARIN HUKUKİ BOYUTU: ANAYASA MAHKEMESİ MECLİSİN YETKİLERİNİ GASBETMİŞTİR

Anayasa’nın Başlangıç bölümünde; “Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı;

Kuvvetler ayrımının, Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medenî bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu”

öngörülmüştür.

Anayasa’nın 6. maddesine göre;

“Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir.

Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır.

Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.”

Anayasa’nın 7. maddesine göre;

“Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.”

Anayasa’nın 10. maddesine göre;

“Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.”

Anayasa’nın 148. maddesine göre;

“Anayasa Mahkemesi, kanunların, kanun hükmünde kararnamelerin ve Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün Anayasaya şekil ve esas bakımlarından uygunluğunu denetler. Anayasa değişikliklerini ise sadece şekil bakımından inceler ve denetler. Ancak, olağanüstü hallerde, sıkıyönetim ve savaş hallerinde çıkarılan kanun hükmünde kararnamelerin şekil ve esas bakımından Anayasaya aykırılığı iddiasıyla, Anayasa Mahkemesinde dava açılamaz.

Kanunların şekil bakımından denetlenmesi, son oylamanın, öngörülen çoğunlukla yapılıp yapılmadığı; Anayasa değişikliklerinde ise, teklif ve oylama çoğunluğuna ve ivedilikle görüşülemeyeceği şartına uyulup uyulmadığı hususları ile sınırlıdır. Şekil bakımından denetleme, Cumhurbaşkanınca veya Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerinin beşte biri tarafından istenebilir. Kanunun yayımlandığı tarihten itibaren on gün geçtikten sonra, şekil bozukluğuna dayalı iptal davası açılamaz; def’i yoluyla da ileri sürülemez.”

Anayasanın 153. maddesine göre;

 “Anayasa Mahkemesinin kararları kesindir. İptal kararları gerekçesi yazılmadan açıklanamaz.” 

Anayasa Mahkemesi bu kararıyla;

* Kuvvetler ayrılığı ilkesini ihlal etmiştir.

* Milli egemenlik ilkesini ihlal etmiş, TBMM’ye ait (ve devredilemeyen) yasama yetkisini gasbetmiştir.

* Yasama organının yerine geçerek Anayasa'yı değiştirmiştir (1982 Anayasası döneminde verdiği -bu yöndeki en son kararını 2007 yılında verdi- çeşitli kararında, şekli denetim konusunda 148. maddeyi esas almış ve yetki taşımına gitmemişti.)

* İptal kararı, gerekçesi yazılmadan açıklanmıştır.

* Yetkisi olmadığı halde “yürürlüğü durdurma kararı” vermiştir (1993 yılına kadar verdiği kararlarında hep yürürlüğün durdurulması yönündeki talepleri, "bu konuda bize Anayasa ve kanunlar tarafından verilmiş bir yetki bulunmamaktadır" diyerek reddetmiştir. Fakat 1993 yılından itibaren, aslında konuya ilişkin hiçbir hukuki değişiklik olmadığı halde, -kendisinin de ifade ettiği üzere- verilmeyen bu yetkiyi kullanmaya başlamıştır.)

KARARIN SİYASİ BOYUTU: REJİM KRİZİ

Anayasa Mahkemesi kararı hukuk, siyaset, sivil toplum ve tüm toplum kesimlerinde tartışılmaktadır. İç ve dış kamuoyu karara tepki göstermektedir.

Karar, -ne kadar inkar edilirse edilsin- rejim krizine yol açmıştır.

Rejim, sistem, düzen kavramları birbirine yakın kavramlardır:

Rejim: Bir devletin yönetim biçimi.

Sistem: Düzen

Düzen: 1-Belli yöntem, ilke veya yasalara göre kurulmuş olan durum, uyum, nizam, sistem. 2-  Bir devletin belli başlı ilkeleri bakımından yönetimde tuttuğu yol, yönetim biçimi, rejim. 3- mecaz  Bir kimseye, bir kuruluşa karşı toplu olarak alınan gizli karar, dolap, komplo. 4- mecaz  Topluca ve gizlice yürütülen herhangi bir plan, dolap, komplo. 5- mecaz  Dolap, hile 6- toplum bilimi  Toplumsal bir yapı içinde öğelerin bütüne, bütünün öğelere ve öğelerin birbirlerine göre ilişkileri

Bozuk Düzen: Düzensiz, düzeni bozuk olan.

Kararın siyasal sonuçlarını şu şekilde sıralamamız mümkündür:

* Anayasa Mahkemesi, bu tutumu ile kendisini Anayasa ile bağlı hissetmemiştir. Temel işlevi Anayasa'ya uygunluğu ve onun üstünlüğünü sağlamak olan bu mahkemenin böyle bir tavır sergilemesi, gerek bu organ, gerekse anayasal sistem açısından ciddi sorunlara sebep olacaktır. Kendisini Anayasa ile bağlı hissetmeyen bir organ, diğer organlardan bunu nasıl isteyecektir.

* Anayasa Mahkemesi'nin, 148. maddedeki yetkisini taşarak, Anayasa'nın ilk 4 madde kapsamında denetim yapması yanında, benimsediği yorum da Anayasa'nın özünü otoriterleştirici niteliktedir. Anayasanın 2. maddesinde öngörülen salt "laik Cumhuriyet" değildir; "İnsan haklarına saygılı, demokratik, hukuk devleti" nitelemeleri ile birlikte bir "laik Cumhuriyet"tir. Anayasal demokrasiler, insan haklarının en geniş manada tanındığı ve Anayasa ile teminat altına alındığı rejimlerdir. Anayasa Mahkemesi, Anayasa'nın 2. maddesine ilişkin yorumunda, "insan haklarına saygı, demokrasi ve hukuk devleti" nitelemeleri görmezden gelmiş; bu yorumda bunlardan yoksun bir "laik Cumhuriyet" tasarımı ortaya çıkmıştır. Çünkü anayasal demokrasilerde cari olan laiklik anlayışına göre, din ve vicdan hürriyetinin alanının genişletilmesi Laiklik karşıtlığı olarak değerlendirilemez. Din ve vicdan hürriyeti, laikliğin teminatı altındadır. Dini inancın gerekleri de bu kapsamda yer alır. Çin'de bile laiklikle çelişik görülmeyen başörtüsü serbestîsinin, bizde laik cumhuriyetle çelişik görülmesi, bizdeki laiklik anlayışının Çin'dekinden de otoriter olduğunu göstermektedir.

* Bu kararın neticeleri o kadar kapsayıcı boyuttadır ki deyim yerinde ise tüm sistemi tıkayıcı niteliktedir. Bu itibarla da meşhur 367 kararından çok ileri boyutta sonuçları bulunmaktadır. Çünkü 367 kararı, sadece o zaman itibariyle 7 yılda bir yaşanabilecek Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecini tıkayıcı nitelikte iken, bu son karar tüm Anayasal sistemi tıkayıcı niteliktedir. Artık yapılacak her bir Anayasa değişikliği ayrıca bir de Anayasa'nın ilk 4 maddesi çerçevesinde yapılacaktır. Burada sistemin tıkanmasının en büyük sebebi Anayasa Mahkemesi'nin 2. maddeye ilişkin olarak benimsediği yorumdur. Yüksek Mahkeme'nin bu maddeye ilişkin geliştirdiği yorum anayasal demokrasi ekseninde olsa, belki bu denetim genişliği Anayasa'ya aykırılığına rağmen fiili bir sempati görebilir. Ama benimsenen yorum anayasal demokrasi ilkeleri ile çelişme arz etmekte, tamamen otoriteryen bir yorum esası benimsenmektedir. Kısaca bu karar ile Anayasa Mahkemesi'nin benimsediği otoriter yorum akabinde artık Anayasa da otoriter bir ruh ve öze bürünmüş olmaktadır. Demokratik Cumhuriyetin yerini bürokratik otoriter Cumhuriyet almıştır.

* Bütün bunlar, başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere anayasal kurumların toplum nezdinde yıpranması, meşruiyetlerinin tartışılır hale gelmesi neticesini doğuracaktır. Belki de Anayasa Mahkemesi'nin kurulduğu günden bu yana meşruiyeti bu boyutta tartışılır olmamıştır. Bunun ne ülkeye, ne topluma, ne bizzat bu kuruma faydası vardır. Bilakis, bunun neticesinde yaşanan sistem tıkanıklığı tüm toplumun içini karartmaktadır.

REJİM KRİZİNDE AK PARTİ’NİN HİÇ Mİ PAYI YOK?...

Bilindiği gibi; 27 Temmuz 2007 Genel Seçimlerinden hemen sonra, Sayın Ergun Özbudun başkanlığında Anayasa taslağı hazırlanmış-tı. Bu taslağa AK Parti’nin Sapanca Toplantısı’nda son şekli verilmiş-ti. Kamuoyu şevk ve heyecanla yeni sivil Anayasa beklerken, Anayasa tartışmaları birden kesilivermiş-ti.

Sayın Başbakan’ın İspanya seyahatindeki “başörtüsü velev ki, siyasi simge olsa ne çıkar” sözü üzerine MHP tarafından önerilen Anayasa Değişikliği ile “üniversitelerde başörtüsünün serbest bırakılmış”, bu değişiklik AK Parti ve MHP oylarıyla kabul edilmişti. CHP ve DSP milletvekilleri bu değişikliğin iptali için Anayasa mahkemesine başvurmuştu. Anayasa Mahkemesi, bu kararı ile “üniversitelerde başörtüsü yasağını Anayasal bir yasak” haline getirdi.

AK Parti;

* Başörtüsü / türban yasağı için Anayasa değişikliğine gerek yok. Zira Anayasanın 13. maddesine göre; "temel hak ve özgürlükler a – sınırlama ancak kanunla, b – anayasada gösterilen gerekçelerle, c – demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı olmamak şartıyla yapılabilir." Başörtüsü / türban konusunda ne anayasa da ne de kanunlarda bir yasak vardır. Yasak yönetmeliklerden ve uygulamadan kaynaklanıyor. Yönetmelik ve uygulamanın böyle olması hukuken onun meşru olduğunu göstermez. Bu çarpıklık anayasanın özüne ve ruhuna, (iç hukukumuzun bir parçası olan ve kanunlarında üstünde olan) uluslararası / uluslarüstü sözleşmelere aykırılık taşımaktadır.   

* Allah (cc)'ın emri olan başörtüsü / türbanın her yerde "kayıtsız şartsız" tamamen serbest bırakması gerekir. "Hizmet alan - hizmet veren", "kamusal alan – sivil alan" vb ayrımlarla başörtüsü / türban takmayı sınırlamaya tabi tutmak Allah (cc)'ın emrine karşı gelmektir….

"Zulme rıza göstermek, zulme ortak olmaktır." Zulme ortak olmayınız…

"Ölüyü sahibine taşıtırlar"-mış. Sizler, o duruma (tuzağa) düşmeyiniz. Allah (cc)'tan korkunuz, kullarından utanınız…

"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin" (Ahzab suresi 70. ayet).

Dininizi bir oyuncak ve eğlence haline getirmeyiniz…

"Dinlerini bir oyuncak ve bir eğlence edinen ve dünya hayatının aldattığı kimseleri (bir tarafa) bırak! Kazandıkları sebebiyle hiçbir nefsin felakete duçar olmaması için Kur'an ile nasihat et. O nefis için Allah'tan başka ne dost vardır, ne de şefaatçı. O, bütün varını fidye olarak verse, yine de ondan kabul edilmez. Onlar kazandıkları (günahlar) yüzünden helake sürüklenmiş kimselerdir. İnkar ettiklerinden dolayı onlar için kaynar sudan ibaret bir içecek ve elem verici bir azap vardır." (En'am suresi 70. ayet)

* “Hizmet alan”, “hizmet veren” ayrımı ne kadar tutarlı, ne kadar mantıklı?...

Eğitim Fakültesi 4. sınıftaki stajyer öğretmenler, Hemşirelik Yüksekokulu 4. sınıftaki stajyer hemşireler, Tıp Fakültesi 6. sınıftaki intörn doktorlar, TUS'u kazanmış ihtisas yapan doktorlar, hizmet alan mı, hizmet veren mi sayılacak?...

Bir an için üniversitelerde başörtüsü yasağının sona erdiğini varsayarsak dahi sorun çözümlenmiş olmuyor....

YÖK Kanununda öngörülen düzenlemeye göre "başörtüsünün çene altından bağlanması" şart-mış... GATA fiyonku dedikleri şey bu olsa gerek...

Sormak istiyorum: "çene altı" şartı saçmalık değil de nedir?...

Ne yani, okullarda "çene altı" kontrolü mü yapılacak?...

Başörtüsünü çene altından bağlamayanlar okullara alınmayacak mı?...

Başörtüsünü çene altından bağlamayanlar için ikna odaları mı kurulacak?...

Birilerinin çıkıp bu sorulara cevap vermesi gerekiyor.

* Hani başörtüsü sorunu (ve diğer pek çok anti-demokratik hüküm) "sivil anayasa" ile çözümlenecekti. Ne oldu?... Yeni sivil anayasadan vaz mı geçildi?... 12 Eylül artığı 1982 Anayasası değişmeyecek mi?... Sivil Anayasa tartışmalarına tüm kamuoyu destek veriyor, “ilk kez darbe anayasasını değiştirme şansı yakalandı, darbe anayasasından bir an önce kurtulalım” diyordu. Sonrası….Hiç….Ne oldu?...Taslağın son şekli ABD ile paylaşıldı ama kamuoyu ile paylaşılmadı….Sormak gerekiyor: 1- AK Parti sivil anayasa talebinden vaz mı geçti?...2- Madem Anayasa’yı değiştirmeyecektiniz, neden kamuoyunu meşgul ettiniz?... Milletle dalga mı geçiyorsunuz?...3- Taslak “Türkiye Anayasası olacak” denildiği halde, Türk kamuoyu ile değil de ABD ile neden paylaşıldı?… İcazeti millette değil de, başka yerde mi arıyorsunuz?...

2009 mahalli idareler seçimlerine yönelik oportünistçe bir girişimle mi karşı karşıyayız?...

şeklindeki eleştirileri / önerileri / talepleri dinlemedi.

“Unutmayınız ki, eleştiri gelişmenin dinamiğidir. Eleştirinin olduğu yerde gelişme vardır. Dalkavuklara, riyakarca yalanlara değil, eleştirilere kulak kabartınız. Eleştirilerimizin hoş görü ile karşılanması ve gerekli derslerin çıkarılmasını diliyoruz. Eleştirileri dikkate almazsanız ne olur?... Paşa gönlünüz bilir….“Durmak yok yola devam” diye diye duvara toslarsınız… Olan da memlekete olur….”

diyenleri maalesef dinlemediler….

* Yargıtay Başkanlar Kurulu ve Danıştay Başkanlar Kurulu bildirilerine karşı; (suçlu gibi) savunmaya geçerek; “Vallahi, billahi, Yüce yargıya saygılıyız. Yargı bağımsızlığını zedelemiyoruz; yargı mensuplarını hedef göstermiyoruz. Başörtüsü / türban konusunda toplumsal mutabakat oluştu, 411 milletvekili ile  Anayasa değişikliğini gerçekleştirdik. Yargı ve mensuplarını yabancılara şikayet etmiyoruz” demenin hiçbir anlamı yok. Aynı şekilde; “Yargı siyasallaşmıştır, tarafsızlığını yitirmiştir, taraf olmuştur” demekte malumun ilanıdır.

Yargıtay Başkanlar Kurulu ve Danıştay Başkanlar Kurulu’nun tarafsızlıklarını yitirdiklerini, yargının siyasallaştığını yeni mi öğreniyorsunuz?...

Yargıtay 28 Eylül 2007’de, Danıştay 10 Mayıs 2008’de (ve  yıllardan beri) bildiriler yayınlarken nerelerdeydiniz?...

Yargının, bağımsız olmadığı, tarafsız olmadığı, adil olmadığı, belli bir ideolojinin ve etnik mezhepçi anlayışın tekelinde / hatta tahakkümünde olduğu, bu ideolojik anlayışta olmayan dürüst hakim ve savcıların disiplin cezaları ile 1. sınıf olmalarının engellendiği, bir kısmının (safra gibi) meslekten ihraç edildiği, bilinmiyor muydu?...

Anayasa Mahkemesi Başkan ve üyeleri, 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’a, Yargıtay Başkan ve üyeleri, 2797 sayılı Yargıtay Kanunu’na, Danıştay Başkan ve üyeleri, 2575 sayılı Danıştay Kanunu’na tabidir.

2461 sayılı Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) Kanunu ile 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu da, “yüksek mahkeme üyesi olmayan” hakim ve savcılara (örneğin (Van Savcısı Ferhat Sarıkaya’ya vb) uygulanır… 

Yargıtay Başkanlar Kurulu 21 Mayıs 2008’de ve 28 Eylül 2007’de; Danıştay Başkanlar Kurulu 22 Mayıs 2008’de ve 10 Mayıs 2008’de bildiriler yayınlarken; Anayasa Mahkemesi uçuk-kaçık kararlar verirken cesareti bu Kanunlardan almaktadırlar.

Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay üyelerinin yargılanabilmeleri önündeki yasal engeller kaldırılmadığı sürece; bir yargı reformundan söz edilemeyeceği gibi, yargının tarafsızlığı, bağımsızlığı ve adil olup olmadığı hep tartışma konusu olmaya devam edecektir. Anayasayı değiştirecek çoğunlukla 6 yıldır hükümet koltuğunda oturanlar; bütün bunları ya bilmiyorlar, ya da bildikleri halde hakim – savcı maaşlarına zam yaparak “yargı ile problem yaşamadan geçineceklerini” zannediyorlar…

diyenleri adam sınıfına koymadılar, muhatap bile almadılar.

KRİZDEN ÇIKIŞ YOLU

Bu krizden çıkmak için bir çok öneriler ortaya atılmıştır: TBMM Başkanı Sayın Köksal Toptan “Senato’nun yeniden kurulmasını” önerirken, TBMM Adalet Komisyonu Başkanı Sayın Ahmet İyimaya “Anayasa Mahkemesi kararının askıya alınmasını” önermiş, Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek “yani Anayasa’nın yürürlüğe girmesi” gerektiğini ifade etmiştir.

Senato ve Anayasa Mahkemesi kararının askıya alınmasının tutarlı, savunulabilecek tarafı yoktur (Sayın İyimaya’nın da DYP’de iken Anayasa Mahkemesi’ne evrak üzerinde doğrudan- karar verme yetkisi verilmesi yönünde teklif verdiği de cabası –yani dün dündür, bu gün bugündür-) .

Yeni Anayasa’ya gelince;

12 Eylül cunta ürünü olan yürürlükte ki Anayasa, Türkiye’nin ayıbıdır. Türkiye’nin 26 senedir bu Anayasa ile idare ediliyor olması, utanç vericidir.

Bu son gelişmeler “1982 Anayasasının bittiğinin bir kez daha tescili”dir. Artık Türkiye'nin bu şartlarda bu Anayasa ile devam etmesi mümkün görülmemektedir. Elbette demokrasiler çok sayıda çarelerin olduğu rejimdir. Ülkemizde de az-çok bir demokrasi birikimi ortaya çıkmıştır. Nasıl 367 kararında deyim yerinde ise bu sorun özelinde sistem tıkanarak Anayasa'nın bittiği noktaya gelindiğinde, halk 22 Temmuz'da devreye girerek bu düğümü çözdüyse, şimdi de daha kapsamlı bir şekilde benzer bir durum söz konusudur. Artık bütün Anayasa'nın bittiği noktaya gelinmiştir. Yapılacak olan yine bellidir: “Halkın devreye girdirilmesi”. Demokrasinin gereği de budur.

Burada yapılması gereken rast gele bir erken genel seçim değildir. Artık bu Anayasa'nın kökten değiştirilmesini sağlamak temel hedefli bir meclis oluşturmak üzere bir seçimin yapılması gerekir. Bu meclisin oluşumu öncesi seçim çalışmalarında temel, belki de tek politika Anayasa'nın yapılması merkezli olmalıdır. “Ey saygıdeğer Türk Halkı sizden yeni bir Anayasa yapacak Meclis oluşturmanızı istiyoruz” denmelidir. Bu Meclis kurucu meclis gibi çalışarak yeni bir Anayasa yapmalıdır. Artık siyasi partiler de tüm seçim çalışmalarında, yapılacak yeni Anayasa kapsamında neler yapmak istediklerini halka izah etmeli, gerçekten yeni bir Anayasa yapacak bir meclis oluşturulmalıdır. Bundan Türkiye yarar görecektir. Tıkanmış Türkiye'nin gideceği istikamet ileri değil geridir.

Tabii ki bu iş yapılırken rövanşist bir tavır sergilenmemelidir. Türkiye'nin huzuru için, sistemdeki tıkanıklığın giderilmesi için, mümkün olduğu kadarıyla bir toplumsal konsensüs oluşturarak yeni bir Anayasa'nın yapımı sürecinin başlatılması, bu amaca yönelik ilk adımı teşkil eden seçim kararının alınması gerekir. Bu karar AK Parti kapatılsa da kapatılmasa da alınmalıdır. Mesele artık AK Parti'nin kapatılıp kapatılmaması meselesi olmaktan çıkmıştır; mesele Yüksek Yargı tarafından tıkanan ve Türkiye'nin gelişimini sekteye uğratacak boyutta olan sistem tıkanıklığının giderilmesi meselesi haline gelmiştir.

SONUÇ

Cumhurbaşkanı A.N. Sezer’in ısrarlı ve yanlı tavırları, Şemdinli olayı, Genelkurmay’ın 27 Nisan 2007 e-muhtırası, yargı bildirileri… Bütün bu süreç “millet iradesi”nin önüne geçmek için gerçekleştirildi….

Bu süreçte AK Parti’nin 3 Kasım 2002’de aldığı oy, 27 Temmuz 2007 seçimlerinde % 47’ye çıktı… Millet, dayatmalara prim vermedi, dayatmacı politikalar AK Parti’ye yaradı….

AK Parti’nin oy oranının artmasında, “muasır medeniyet düzeyine ulaşma, özgürlükçü çağdaş, demokratik hukuk devleti olma” söyleminin rolü de büyüktü…

Ancak AK Parti, bu fırsatı iyi değelendir(e)medi…

Yürütme ve idare sahasında büyük başarılara imza atan AK Parti, yasama faaliyetlerinde maalesef sınıfta kaldı….

AK Parti’nin 27 Temmuz 2007 seçimleri sonrasında izlediği politikalarda ki çelişkiler akıl alır gibi değil. Açıkçası AK Parti’nin hangi konuda samimi, hangi konuda samimi değil anlamak çok zor görünmektedir.

Mesele artık başörtüsü yasağı, AK Parti'nin kapatılıp kapatılmaması meselesi olmaktan çıkmıştır; mesele Yüksek Yargı tarafından tıkanan ve Türkiye'nin gelişimini sekteye uğratacak boyutta olan sistem tıkanıklığının giderilmesi meselesi haline gelmiştir.

Yeni demokratik-özgürlükçü-sivil Anayasa zaruridir. Anayasa’dan sonra gerekli yasal düzenlemeler bir an önce yapılmalıdır.

Bunlar gerçekleştirildiği takdir de; TBMM ve AK Parti’de itibar kazanabilecek, “insan haklarına saygılı demokratik hukuk devleti” olma iddiası anlam kazanabilecektir. Önümüzdeki süreç TBMM ve AK Parti için (son kez) samimiyet sınavı olacaktır…  

Gerisi lafı güzaftır…

Ainesi iştir kişinin lafa bakılmaz…