Türkiye neredeyse iki yüz yıla yaklaşan reformlar sürecinde yeni bir eşik geçmeye çalışıyor. Her eşikte olduğu üzere bu sefer de, toplumsal denge ve çerçeveyi temsil etmesi beklenen bir metin hazırlığı var.
Ama bu kez toplumsal katılımın da olabildiğince yüksek olması amaçlanıyor. Bu sadece zamanın ruhuna uygun değil, aynı zamanda siyaseten epeyce rasyonel de bir tercih. Çünkü yeni bir anayasa ile ortaya çıkacak 'sözleşmenin' ihtiyaç duyulan ve gerçekleşmesi muhtemel radikalizminin meşruiyeti ancak böyle sağlanabilir. Öte yandan bu epeyce 'garip' bir tespit... Eğer yeni anayasa ile getirilecek değişiklikler gerçekten de 'ihtiyaç duyulan' cinstense, meşruiyet zemini için bu çabanın gereği ne? Yok eğer meşruiyet zeminine böylesine ihtiyaç varsa, beklenen değişimin bir 'ihtiyaca' tekabül ettiğini söylemek ne kadar doğru?
Gariplik şurada ki, Türkiye halkı hem değişimi istiyor hem de farklı kesimler söz konusu değişimin farklı yönlerine ilişkin derin bir tedirginlik duyabiliyorlar. Oysa yapılacak değişimin ve yazılacak metnin bir iç tutarlılığının da olması lazım. Diğer bir deyişle örneğin haklar bir alanda genişlerken, başka bir alanda kısıtlı kalamaz. Sonuçta hem devlet karşısında hem de kimliksel ve kültürel açıdan kendi aralarında eşitlik temelinde bir toplum tasavvur edilmek zorunda. Nitekim meselenin içerdiği sıkıntı da burada... Söz konusu her iki tür eşitlik de, bu topraklarda henüz bugüne dek hiç yaşanmadı. Dolayısıyla gerçek hayattaki eşitsizlikler birçok insana 'doğal' gelebiliyor ve sanki eşitliğin ilkesel olarak böylesi bir 'doğal eşitsizliği' ima ettiğini düşünebiliyorlar. Oysa aslında rejimi ve toplumsal yapısıyla, epeyce yapısallaşmış bir eşitsizlik halinin içindeyiz ve bu durumun daha fazla taşınması mümkün gözükmüyor.
Dolayısıyla Türkiye biraz istediği, biraz zorunda olduğu, ama hiç alışık olmadığı ve gerçekte içten içe yadırgadığı bir yeni dönemin eşiğinde. Bu durum, henüz toplum olamamış, devlet zoruyla yapay olarak milletleşmesi beklenmiş bu halkın iç kırılmalar yaşamasına neden oluyor. Bu tedirginliklerin anayasa yapım sürecine yansımaması imkânsız olduğu gibi, istenilir de değil. Belki de bu tartışma, Türkiye coğrafyasının insanlarını kendi varlıkları ve birliktelikleri üzerinde yeniden düşünmeye sevk ederek, farklılıklar arasındaki manevi köprüleri kurabilir.
Bu bağlamda anayasa metninin dili ve içeriğine ilişkin dikkat edilmesi gereken iki nokta var... Birincisi bu anayasanın bir 'geçiş dönemi' metni olacağının ve kısa zamanda kadük olma ihtimalinin yüksek olduğunun idrakidir. Çünkü bir taraftan tüm anayasaları devlet tarafından veya devlet adına yapılmış, toplumsal kararlara katılım deneyimi ise son derece az olan bir halkız. Ayrıca cemaatçi yapının neden olduğu ve devlet tarafından bugüne dek yoğun bir biçimde araçsallaştırılan 'kırmızı çizgilere' sahibiz. Ancak diğer yandan da küreselleşmenin getirdiği mukayeseler ve bilinçlenme sonucunda giderek artan toplumsal beklentilere ve yükselen standartlara sahibiz. Bu durum Türkiye için kuramsal olarak her şeyi istememizle, ama gerçekte onları içselleştirmekte zorlanmamızla sonuçlanıyor. Kısacası demokratik sıçramanın kolay olmayacağını, buna karşılık var olan durumla olmasını istediğimiz durum arasındaki mesafenin daha da açılabileceğini öngörmek zor değil. Bunun anlamı hangi anayasa yapılırsa yapılsın, üretilecek metnin belki daha ortaya çıktığı andan itibaren 'eskimiş' bir görüntü vereceğidir. Yani harcanacak emek dikkate alındığında, anayasa süreci bir israfa da dönüşebilir... Eğer kalıcı ve işlevsel bir anayasa isteniyorsa, yapılması gereken bunun, dil ve içerik olarak özellikle hak alanında engelleyici olmayan, gelişmelere açık bir metin olmasıdır. Artacak ve değişecek toplumsal talepleri de 'içine' alabilecek, madde değişiklikleri gerektirmeyen bir anayasa tasavvuruyla yola çıkılmalıdır.
İkinci nokta, toplumsal ayrışmaları tetikleyen kavram ve düzenlemelerden olabildiğince uzak durulmasıdır. Bu bağlamda en çarpıcı örnek 'millet' kelimesi... Bu kavram kendi önüne bir kimliksel sıfat 'davet' eder. Nötr bir millet kavramı siyaseten anlamlı değildir. Dolayısıyla daima 'hangi millet?' sorusuyla karşı karşıya kalırız ve Türk, Kürt gibi sıfatları kullanmaya zorlanırız. Oysa bu tür sıfatlar, onlara dayandırılan devlet veya devletimsi siyasetler nedeniyle halen yaşamakta olduğumuz temel sorunların da temelini oluşturmakta. 'Millet' olmak uğruna toplum olamamış bir halkın, şimdi toplum olmayı ararken en son başvuracağı referans herhalde 'millet' olmalı... Çünkü bu kavram ayrışmayı teşvik edici bir işleve sahip oldu ve daha çok uzun süre bundan kurtulması zor. Yapılması gereken 'millet' kelimesini hiç kullanmamak, 'Türkiye toplumu' ibaresi üzerinden yürümektir. Hem bu sayede belki de bu halkın kendisini bir toplum olarak hissetmesi mümkün olabilir ve kim bilir ilerde bir gün buralardan kendine has bir 'millet' de çıkabilir...
ZAMAN