Batı'da da demokratik rejimlerin kurulması yenidir.
İkinci Dünya Savaşı'na kadar Batı'da doğru dürüst bir demokrasiden söz edilemez. Ne Almanya ve İtalya'da, ne İspanya veya Fransa'da. Hem çok partili demokratik rejime geçişte hem anayasa hareketinde Türkiye Batı'yı hiç de geriden takip etmiş sayılmaz. Öyle de olsa endüstri toplumunun siyasi rejimi olarak demokrasi en azından bugünkü formel yönüyle Batı'ya aittir. Bizi Batı'ya göre sorunlarını demokrasi veya anayasalara rağmen bir türlü çözemeyen krizli toplum haline getiren faktör, yeterince Batı'yı taklit edemeyişimiz değil, fazlasıyla taklit ve iktibas etmemizdir. Batı'yla eşzamanlı olarak biz de yeni başlayan sürece katkı sağlayan akıl ve birikim sahibi özne olabilseydik hem sorunlarımızı çözme konusunda çok daha fazla deneyim ve yöntemlere sahip olabilirdik hem genel krizi aşma konusunda Batı'ya da katkı sağlayabilirdik.
Geldiğimiz noktada bütün dünyada revaçta olan bu siyasi rejimin ciddi bir revizyona tabi tutulması gerektiği yönünde genel bir kanaat var. Demokrasi bir kereliğine tanımlanmış bir siyasi rejim veya dondurulmuş bir resim değildir. İşleyen, genişleyen, değişen bir süreçtir. Bu sürece Müslüman dünya da 'kendisi' olarak katılma özgüvenine sahip olmalı, sürece kendi referans kaynaklarını seferber ederek semantik bir müdahalede bulunabilmelidir.
Verili demokrasiler, sıkı markaj işleyen katı bir sekülarizmin ağır baskısı altında bulunuyorlar. Sekülarizm nihilizm üretip yaydıkça, demokrasiler geniş kitlelerin kendilerini siyasi ve idari merkezde temsil etmelerinden, görünür kılmalarından ve kaynaklardan adaletli bir biçimde yararlanmaktan çok, kitleler halinde nihilistleştirilme sürecine tabi tutulmaktadırlar. Bu, iktidar seçkinlerinin demokratik süreci aşağıdan yukarıya manipüle etmelerini sağlamaktadır. Sekülarizmle iç içe geçmiş laiklik ve bunun ürettiği nihilizm temsili, adaletli paylaşımı ve katılım dengesini belli zümrelerin lehine bozuyor.
İşleyen süreçte yüceltilen "birey"in hakikatte örgütlü devasa aygıt olan devlet kudreti karşısında bir hiç olduğunu çok az kişi fark ediyor. İnsan, geleneksel, tabii ve zorunlu sosyal bağlarından koparılıp 'birey' durumuna düşürüldükçe, insan olmaklığından dolayı sahip olduğu gücünü kaybediyor, atomize olmuş halde katıldığı kitleler içinde birer sosyal kukla gibi suistimal ediliyor.
Demokratik idealler, katılım ve temsil fikri, eritici kazana dönüşen toplumda farklılıkları öne çıkarma ihtiyacını öne çıkarır, bu bizzarure böyledir. Ancak yasama meclislerinde kararlar "çoğunluk" tarafından alındığından, demokrasiler hakikatte birer "çoğunluk rejimi" olmaktan öteye geçemiyorlar. Demokrasilerde çokça sözü edilen "çoğulculuk", toplumsal hayatla ilgili kritik kararları alma hakkı yasama meclislerine devredilmesi dolayısıyla monolotik olan sistem dönüşümlü olarak farklı partiler eliyle işletilmekten ibaret kalır. Monolotik karakteri değişmeyen yapı birden fazla partinin iktidarı devralmasıyla sadece el değiştirir, kendisi değişmez, yani arabanın sürücüsü ve servis hizmetlileri değişir, arabanın kendisi ve güzergâhı değişmiyor. Bu demokrasinin "politik çoğulculuk"una mukabil asıl topluma lazım olan "kültürel ve sosyal çoğulculuk"a kapalı olduğu hususunun altını çizer.
Duverger, seçimle işbaşına gelen liderlere "seçilen krallar" adını vermişti, aslında ortada seçilmiş kral varsa bu göstermeliktir: İster başbakanlar ister devlet başkanları, onları ve sistemi çok gerilerden belli bir asabiyete bağlı zümreler doktrine etmektedirler. Bu haliyle demokrasi oligarşinin kendi muradını kitlelerin özgür iradesiyle tahakkuk ettirmektedir.
Eğer Müslümanlar, demokratik kültüre ve işleyen sürece semantik bir müdahalede bulunup sahiden katkı sağlayacaklarsa, şu postuladan hareket edeceklerdir: Allah'ın muradına ve halkın iradesine dayalı bir siyasi rejim. Müslümanların hiçbir meşruiyet krizine düşmeden kabul edebilecekleri demokratik yönetimin anahtar cümlesi bu olabilir ancak.
ZAMAN