Osman Sevim / Haksöz Haber
Öncelikle kitapta ilgi/mi çeken notlarla başlamak istiyorum:
-“Bir gün çekip gitmek gerektiğinde geride bıraktığın için üzülebileceğin hiçbir şeye bağlanmamak”… (sayfa 19). (Bu tevekkül duygusuna kim katılmaz ki!)
-“İnsanlığın serüvenini dert edindiğini” belirten Maalouf, “daha düne kadar insanlara düşler kurdurmayı, zihinleri yükseklere taşımayı, enerjilerini seferber etmeyi başaran ve bugün artık cazibesini yitirmiş ideolojilerden bahseder. İdeallerde görülen tağşiş ’ten dolayı “okyanusun çukuruna gömülen ideolojilerden yakınır. (Tağşiş; değerli madenlerin içerisine daha değersiz olanların katılarak gerçek değerinin düşürülmesi işlemidir. Böylece üzerinde yazılı olan değer aynı kalsa da gerçek değeri düşmektedir). Formatları neredeyse eskisi gibi canlı ve fakat içerikleri boşalmış/boşaltılmış ideolojiler!
- Maalouf ‘un ‘annesinin ikinci vatanı Mısır’ın Başbakanı Mahmut Nukraşi 8 Aralık 1948’de İhvanı yasadışı ilan eder. 20 gün sonra bir ihvan üyesi Nukraşi’yi öldürür. Hükümet tam iki ay sonra ihvanın kurucusu Hasan el Benna’yı açık bir şekilde şehit eder. Bu olaydan iki hafta sonra 25.2.1948’de Marunî-Hristiyan bir ailede Âmin Maalouf doğar. Kendisine dedesinin ismi verilir. (Marunî: MS IV. yüzyıl sonlarında keşiş Aziz Maron ‘un oluşturduğu kiliseye bağlı olan, bugün çoğunluğu Suriye ve Lübnan’da yaşayan bir Katolik Süryani topluluğu. Bu topluluktan olan kimse demektir.)
- Dedesinin yolları, ünlü Yunan şair Konstantin Kavafis (1863-1933) ile babasının ise “emirüş-şuara/şairlerin emiri Mısırlı Ahmet Şevki (1868-1932) ile kesişir. (sayfa 23-24)
- 1952’de Mısır'da "Hür Subaylar" darbe yapar. (Hür Subaylar Hareketi veya kısaca Hür Subaylar, Mısır'da bir darbeyle 1952 Mısır Devrimi'ni gerçekleştirerek yönetimi ele geçirmiş ve içlerindeki subaylardan üç Mısır cumhurbaşkanı (Nasır-Sedat-Mübarek) çıkarmış, milliyetçi hedeflere sahip askeri grup.) Hem Nasır, hem de Sedat'ın İhvan ile araları sıcak ve hatta Seyyid Kutup ile dostturlar. Darbe esnasında İhvanı “kullanışlı bir araç” olarak gören bu subaylar aradan fazla bir zaman geçmeden İhvana savaş açarlar. Abdulkadir Udeh şehit edilir, Seyyid Kutup hapse atılır.
- 26 Temmuz 1956’da Süveyş kanalı millileştirildi. Nasır, “bir günde hem kendi ülkesinde hem de yakın doğunun tamamında kalabalıkların idolü oldu”. “Hiçbir zaman bu kadar çok kişi tek bir insana bu kadar borçlanmamıştı”. (sayfa 29-30)
- 1953’te Amerikan ve İngiliz istihbarat örgütleri, İran’da petrolü millileştiren Doktor Muhammed Musaddık’ı (1882-1967) bir darbe ile indirdi. Göstere göstere, üstelik gündüz gözüyle! (sayfa 34)
-Nelson Mandela’nın “unutmayan ama affeden” tavrını yazmalıyız: Mandela hapisten çıkınca “hem geçmişin hınçlarını, hem de zafer sarhoşluğunu aşarak, kendisini hapse atmış başbakanın dul eşini ziyaret edip birlikte çay içer. (sayfa 36)
- “Çoğunlukla değerlerine ihanet eden bir ülke aynı zamanda çıkarlarına da ihanet eder”. (sayfa 36)
- “Tarih boyunca kitlesel sürgünler, gerekçeleri varmış ve meşruymuş gibi gözükse de genellikle kovulanlardan çok geride kalanlara zarar vermişlerdir”… “azınlıklar çoğu zaman tozlayıcıdır (polen taşıyıcı)." (sayfa 37)
- Nasır sürekli olarak Müslüman Kardeşler’den daha milliyetçi, diğer milliyetçi liderlerden ise daha radikal olduğunu gösterme ihtiyacı duyuyordu. Mısır'ın tartışmasız lideri ve Arap halklarının idolü olduktan sonra bile “kendinden daha Nasır” birisi tarafından geride bırakılabileceği fikrinden dehşete kapılıyordu. (sayfa 39)
- “Her sarsıntıda, mağluplar Lübnan’a sığınıyordu." (sayfa 40)
- “Lübnan uzun süre Ortadoğu’nun “sevilmeyenleri” için bir iltica toprağı olmuştu. (sayfa 41). Bu ülke ilk zamanlar, evlatlarının çoğuna, öncelikle Marunîler için tasarlanmış bir Fransız icadı gibi gözüküyordu." (sayfa 44).
- “Sanki hep birlikte çok şiddetli zihinsel bir depreme maruz kaldık; bu depremin merkezi doğduğum topraklardaydı." (sayfa 55)
- “… Metaller gibi milletlerin de sadece dış yüzeyleri parlar." (sayfa 57)
- “Bir insan yaşama isteğini kaybederse, ona yeniden umut vermek yakınlarına düşer." (sayfa 62)
- “balçıktan yapılmışsam/ tekmil dünya yurdumdur benim/ tekmil mahlûkat da yakınlarım” –Ebus’s-Salt Ümeyye b. El-Endelüsi- (sayfa 62)
-Irak komünist partisinin tarihsel liderinin Hristiyan, Suriye komünist partisinin tarihsel liderinde Kürt olması bir rastlantı değildir. Sayfa 66
- “İnsaflar etnik veya dinsel aidiyetlerine gönderme yapmaksızın yurttaşlık haklarını kullanamaz hale geldiklerinde, ulus bütünüyle barbarlık yoluna girmiş demektir." (sayfa 68)
- Arap dünyasını yıllardır endişe içinde kendini nasıl bu kadar bozabildiğini anlamaya gayret ederek izliyorum. (sayfa 73)
- “5 Haziran 1967 sabahı, Mısır, Suriye ve Ürdün hava kuvvetleri filoları fiilen yok edildi. …Araplar bu bozguna takılıp kaldılar ve bir daha asla özgüvenlerine kavuşamadılar. (sayfa 74) batılılar bu çatışmaya hemen bir isim koydular: Altı Gün Savaşı. Araplar bu isimlendirmeyi her zaman aşağılayıcı buldular. “Haziran savaşı”, “Altmış Yedi” ya da “Naksa” demeyi tercih ederler. Naksa, bizzat Nasır tarafından kullanılmış ve yaşananların vahametini küçültmeyi amaçlayan bir terimdir: “talihsizlik” veya geçici başarısızlık anlamına gelen bu kelime genellikle sonunda hastanın atlatacağı tahmin edilen bir sağlık bozukluğu için kullanılır." (sayfa 75).
- "(babamın) beyaz karton sigara paketin arkasına not alma alışkanlığı vardı!" (sayfa 77).
- "… Bir mağlup için en kötüsü, bozgunun kendisi değil, ondan hareketle ebedi mağlup sendromunu üretmektir. Sonunda tüm insanlıktan nefret etme ve kendi kendini yok etme noktasına gelir." (sayfa 80)… "Bozgun bazen bir fırsattır." (sayfa 84).
- "(Batı Şeria’lı, Hristiyan, gazeteci-şair-eski milletvekili ve FKÖ’nün resmi sözcüsü) Kemal Nasır’ın ölümüne tanıklık." (sayfa 96-98)
- "Araplar yaşadıkları bozgunun, İsrailliler ise zaferlerinin tuzağına düşmüşlerdi, iki taraf da kendini kurtarmaktan acizdi." (sayfa 102).
- Nisan 1977 Pakistan'da darbe.
- Şubat 1979 İran devrimi. -Temmuz 1979'da ABD Mücahitlere silah gönderdi.
- Kasım 1979 Kâbe baskını.
- Aralık 1979 Afganistan işgali.
Brezezinski Mısır, Suudi ve Pakistan’dan mücahitlere her türlü yardımı yapmalarını istedi. (sayfa 136).
- İslam cumhuriyetinin ilan edildiği salondaydım. Ayetullah Humeyni’yi Tahran'a getiren uçaktaydım. Sayfa 136-138).
- (Ortadoğu’daki siyasi rakipler için) “Yarışmacılardan” biri cüretkârlıkta veya gaddarlıkta çok ileri gidince, rakipleri artık ona yetişemez ve sahayı ona bırakmak zorunda kalırlar. (sayfa 142).
- Bir halk topluluğu bir ülkede çoğunluk haline gelince daha hoşgörülü değil, paradoksal olarak hoşgörüsüz olur. (sayfa 160).
- Türdeşlik pahalı ve zalim bir hayaldir. (sayfa 162).
- Avrupalıların dramı, acımasız bir yer olan dünyamızda güçlü bir devlet olmaktan vazgeçilirse, sonunda itilip kakılmak, kötü muamele görmek ve haraca bağlanmak durumunda kalınmasıdır. O zaman saygı gören bir hakem değil, potansiyel bir kurban ve rehine adayı olunur. (sayfa 172).
- Kendi mahremiyetimiz aşırı bir istilaya uğradığında öfkelenip kafa tutmaya başlıyoruz. (sayfa 184)
- Her kuşağın iki zorunluluk arasında bir denge bulması şart: Her türlü özgürlüğü yok eden toplumsal modelleri öne çıkarmak için demokratik sistemlerden yararlananlardan korunmak; aynı zamanda demokrasiyi koruma bahanesiyle onu boğmaya hazır olanlardan korunmak. (sayfa 184).
- Orwell, 1984’ün kahramanlarından birine sinikçe, ”İnsanlar özgürlük ile mutluluk arasında seçim yapmak zorundaydı ve büyük çoğunluk mutluluğu seçiyordu” dedirtir. (sayfa 186).
- Karanlık, yeryüzüne benim doğduğum topraklardan başlayarak yayılmaya koyuldu. (sayfa 196).
***
En sondan başlayalım: Yayıncı, kitabın arka kapağında bu kitap için “buzdağını gördüğü halde ilerlemeye devam eden insanlık gemisi için bir taziye” mesajı diye tarif etmiş. Bu tespite katılmıyorum maalesef. Çünkü bu böyle olsaydı eğer, yazar bu kitabı yazmazdı. Yazmışsa veya yazıyorsa hala insanlık namına erdemli bir yaşam ve kurtuluş umudunu yüreğinde saklı tuttuğu için yazıyordur.
Aliya “Özgürlüğe Kaçışım ” adlı eserinde basit ama çarpıcı bir anekdot aktarır; batmakta olan gemideki "tüm denizcilerin (deniz kazasından ve geminin hasar görmesinden sonraki) sloganları şudur: "Yüzmek gerek!" (Özgürlüğe Kaçışım, Aliya Izzetbegoviç, sayfa103). Evet, umut ve gayret insanın bitmez tükenmez hazinesidir. Can suyudur. En ölümcül anlarda bile umut taşımak ve başkasına aşılamak en güzel hüneridir insanın.
“İnsanları kendilerinden çalan” (J. G. Herder) bir kriz ve buhran dönemi yaşadığımız doğru ve fakat Toynbee’nin teslimiyet ve iyimserlikle işaret ettiği gibi bu durum "sadece geçici bir olay!”… “Malta adasının sahillerine yakın bir yerde gemisi parçalara ayrılırken Aziz Paul da aynı cümleyi mürettebatına söylemişti. Aziz Paul'un umutsuz görünen bir olay karşısındaki sakin tavırlarının yanlış olmadığı daha sonra ortaya çıktı. Gemideki herkes, mürettebat ve yolcular, karaya sağ salim çıkabilmişti". (A. Toynbee, Hatıralar/Tanıdıklarım, sayfa 152-153).
Başka bir anekdot daha! Merhum Akif Emre’den okuyalım; “Ayşe Şasa’nın yayınlanmamış anılarında Kemal Tahir’le ilgili anlattığı bir olay var. Kemal Tahir hapiste iken, bir idam mahkûmunun hücresine gelerek son gecesini birlikte geçirmesi istenir. Etkileyici kişiliği, sohbeti, birikimiyle idam mahkûmunun son saatlerinde teselli edeceği düşünülmüş olmalı.
"Adam iki ya da dört rekât namaz kıldıktan sonra oturuyor. ''Şimdi'' diyor Kemal Tahir, ''Konuşmamız gerekiyor. Sabaha bu adam idam edilecek. Konuşacak konu ararken birden fark ediyorum ki, bu dünyada bütün konuşmalar geleceğe aittir; geleceği olmayan bir adamla konuşacak bir şey yoktur.'' Ve böylece bir türlü laf bulup konuşamıyor birkaç saat sonra asılacak idam mahkûmuyla..." (Akif Emre, Yeni Şafak, "Kemal Tahir'in İdam Mahkûmuna Söyleyemediği. 28.02.2006).
Suskunluk, geleceği ve umudu olmayanın tavrıdır. Her yazı veya konuşma, konuşan ve dinleyen ve okuyan için geleceğe dair umudun nişanesidir. Ve hala umut var! Umut varsa hala çok konuşulacak ve yazılacak şey var demektir! Yazar da bunu yapıyor ve yazıyor!
*
(Raşid el-Gannuşi bir makalesinde, “medeniyetle ilgili konuşuluyorsa Malik bin Nebi şehirde iken fetva verilmez” diye zarif bir saptama yapar. Bundan ilhamla bu metni okuyan, okuyacak olan doktorların ve diğer kıymetli sağlık çalışanların affına sığınarak başlamak istiyorum. Zira onların bulunduğu bir ortamda o sektöre ait kavramları -metafor olarak dahi olsa- kullanmak benim gibi “alaylı” birisi için caiz değildir, diye düşünüyorum!)
Deneme, biyografik veya otobiyografik eserleri (tıpkı anı, günlük, röportaj, seyahat ve hatıratlar vs.), pek zorlanmadan, sağlık sektöründe bir tanı yöntemi olan biyopsi ’ye benzetmekte bir beis görmüyorum. Şöyle ki; biyopsi ile denekten/hastadan alınan “parça” sayesinde tüm vücuttan “haberdar” oluruz/ediliriz. Hasta ve onun bedeni ile ilgili tanılar bu sayede konulur ve elde edilir. Böylelikle hasta ve doktor arasında meydana gelen bu ilgi, iletişim, bilinirlilik, aşinalık ve anlaşılırlık sayesinde tedavi-iyileşme veya hastalığa müdahale etme yolunda hatırı sayılır bir mesafe kaydedilir. Bu tanı yönteminin önemli ve öncelikli olması bu vesile iledir, diye düşünüyorum.
Biyografi-otobiyografi ve bu türe giren eserler de, evet kişiye özeldir ve fakat o eserlerde yazılanlar sadece “anılan” kişinin hayatı ile ilgili değildir. Yazılan/anlatılan yaşam veya öz yaşam aynı zamanda o “kahramanın” doğduğu, yaşadığı, doyduğu ve üzerinde canını teslim ettiği yerin tarihi, coğrafyası, kültürü, demografik yapısı, sosyal-siyasi-iktisadi hukuki vs. yanına dairdir de. Aslında bu tip eserleri değerli kılan en önemli unsur da budur. Hatta yer yer anlatan-anlatılan kahramanın yaşamı-yaşadıkları, yaşanmış olan mekânın, imkânların, koşulların, önemli olay ve olguların gölgesinde de kalmıştır da diyebiliriz. Biyografik-otobiyografik eserler daha çok, dönüm noktası olmuş; alt-üstlere neden olmuş kişi ve olayların hayat hikâyelerine ve gerçek sebep-sonuçlarına yelken açmamızı sağladıkları için anlamlı ve önemlidirler. “Gerçek ve hakiki tarihin”, anlatan-anlatılan kişilerin sadırlarında/yüreklerinde/sinelerinde ve ilgili bu gibi eserlerin satır aralarında “gizli” olduğunu düşünüyorum. Küçük bir tanıklık, ufak bir ima veya çok sonradan yapılmış ve çoğu bir bilinç sürçmesi esnasında doğmuş bir “itiraf” veya değerli bir bakış-tespit ve yorumun bizi olup bitenler hususunda bilgili ve ayrıcalıklı kıldığı/kılacağı kesin gibidir.
“Hakiki tarihe” -özellikle de yakın siyasi tarihe- olan merak ve tutkum beni uzun bir süreden beri anı, günlük, seyahat, röportaj, deneme, biyografik veya otobiyografik eserleri okumaya sevk etti. Irk, cinsiyet, ideoloji, makam ve rütbe ayırt etmeksizin bulduğum her türlü eseri büyük bir iştiyak ile okumaya çalıştım. Tabii ki beni hayal kırıklığına uğratan eserler oldu ve fakat bu, beni onları okumaktan pek alıkoymadı. Okuyup ta aradığım “şeyin” hakikat, hakiki kişi ve olup bitenlerin hakiki neden ve sonuçlarını “bilme ve anlama” isteği olduğu kesin. Ve fakat bu kesinlikte olan başka bir şey daha var ki, o da, o anlatan-anlatılan yaşamların boy aynasında kendime/kendimize dair bir şeyler bulma çaba ve gayretidir. O yaşanmış tecrübeler ışığında yaşarken-yürürken-koşarken fazla düşmeme, düşersem de yara bere içinde kalmama yani hayatı en az hasarla yaşama ve atlatma isteğidir. “Uzak kültürlerin modern gözlemcileri olarak yetersizliklerimizi en aza indirmek adına ” (Wael B. Hallaq) o tecrübeler ışığında öz-güvenle hayatta kalma ve bundan daha da önemlisi “insan kalma” çabası ve isteğimdir diye bilirim.
Âmin Maalouf ‘un bu eserini okumaya başlayınca yukarıda yazdıklarım tekrar aklıma üşüştü. Kendi öz yaşam hikâyesini anlatma ‘denemesinde’ aslında çok bilinçli bir şekilde doğduğu-yaşadığı yerin, coğrafyanın da genel bir panoramasını sunmaktadır. Atalarından başlayarak anlattığı hayatın aslında bu toprakların hayatı olduğunu anlıyoruz. Dünü anlamadan ve gerçek manada anlatmadan bugünü anlamayacağımızı ve geleceğe dair söz söylemeyeceğimizi ima ediyor gibidir. Haklıdır da! Yargı kesin: “Bugün dünün çocuğudur!”
*
Yazar eski bir gazeteci. Esasında “iyi” bir gazetecinin de oğlu. Gördüğü-duyduğu ve hissettiği “şeyleri” “unutmamak için beyaz karton sigara paketinin arkasına not alma alışkanlığı” olan bir gazeteci-yazarın oğlu! Bu yüzden çok iyi bir okuyucu ve gözlemci. İyi bir analizci. Herkes ve her şeyi anlamlı kılan bir tecessüs sahibi. Durmadan not alan bir göze-kulağa ve ele sahip. Bilgileri hep taze, sistematik ve düzenli. Kitaplarındaki her kelimesinin namluya sürülmüş mermi gibi teyakkuzda olması ve hedefine varmak için çırpınması bundandır.
Âmin Maalouf’u “mehcer edebiyatının” Avrupa yakasının sakini olarak görmek gerekir, diye düşünüyorum. (Sözlükte “göç edilen yer” mânasına gelen mehcer, başta Lübnan olmak üzere Suriye, Filistin ve Ürdün’den göç eden Arapların Kuzey ve Güney Amerika’da ikamet ettikleri yerlere verilen addır. Mehcer edebiyatı Arapların Amerika kıtasında temsil ettikleri Arap edebiyatı için kullanılan bir tabir oldu. Mehcer edebiyatının fikir hayatında üç ismin büyük rol oynadığı kabul edilir. Bunlar Cibrân Halil Cibrân, Mihail Nuayme ve Emin er-Reyhânî’dir”. Hüseyin Yazıcı, Mehcer Edebiyatı, Diyanet İslam Ansiklopedisi, 2003, c.28, sf. 364-367).
Maalouf, Ayşe Çavdar’ın kavramsallaştırmasıyla “hafızanın soylulaştırılmasına” gördüğüm kadarıyla pek başvurmuyor. (Ki, Çavdar'a göre "soylulaşan hafıza"; kurulan yeni hayatta işe yarayacak şeyleri hatırlarken, geriye kalanlara dair tüm izleri hem fikren hem fiziksel olarak çöpe atma, böylece hafızayı mevcut "nezih" hayat çerçevesinde yeniden inşa etmeye dayanır". Fatih-Başakşehir, İrfan Özet, sayfa 266). Olup bitenleri yüksünmeden ele alıp değerlendiriyor. Bu da onu -her haliyle- inandırıcı kılıyor.
“Bir edebi eserde en önemli şeyin, yazarın bize aktarmak istediği ileti değil, her okuyucunun kendi bulabileceği entelektüel ve duygusal gıda olduğunu anladım" (sayfa 182), diyor Maalouf. Hakikaten Âmin Maalouf ’un her bir eserini okuduğumda her seferinde yeni bir şeyler öğrenmenin yan ısıra o ‘entelektüel ve duygusal gıdayı’ da aldığımı düşünüyorum.
Yazarın tarihe olan vukufiyeti gözardı edilemez. Ve fakat maalesef tarihi kişilik, toplum ve olaylara bakış açısındaki yer yer tuhaflık ve tutarsızlıkları karşısında da kör olmamak gerekir. (Ki, yazar, kitap boyunca 'Ortadoğu'yu didik didik etmesine/kurcalamasına karşın, bir ur gibi duran ve doğan kötülük kaynağı siyonist devlet İsrail'e pek "dokunmaması" veya onu "üzecek" şeyler yazmaması tuhaftır! Avrupa'da "anti semitik" etiketi onu da ürkütmüş ve korkutmuştur belki! Kim bilir!) Buna rağmen yazarın olup bitenleri romantize/tahkiye ederken ki "edebi inceliği” anılmaya, okunmaya değerdir, diye düşünüyorum. Her eseri beni ellerimden kavrayarak, çöl ortasında otağını kurmuş bir Berberi hikâye anlatıcının yanına götürüyor sanki. “Kötü ruh ağızlarından içeri girmesin diye” yüzü-gözü mavi peçeyle örtülü bu hikâye anlatıcılarının korku ve umut aşılayan sesine aşina kılıyor gibidir. Tanıttığı ve tanıştırdığı yer, kişi ve olaylarla okuyucunun fazla tereddüt etmeden ünsiyet kurması bundandır, diye düşünüyorum. Bu nedenle "ortalama okuyucu" için Maalouf’un artık “batılı(!)” olması, Batı’dan her şeyi gözlemesi ve orada/n herkese-her şeye değer biçmesi; geçmiş olumsuz(!) dinî kişi, grup ve yapıları "modern olanlar" ile karşılaştırıp tahkir ve tezyif etmesi; (ki bu konular ayrıca detaylı konuşulması, değerlendirmeye tabi tutulması ve yazılması gerekiyor!) bahsi biraz geride ve gölgede kalıyor gibidir.. En iyisini bilen Allah'tır.
Son söz: Yazar her ne kadar kitabına ‘deneme’ ismini uygun bulsa da bu esere “otobiyografik deneme” demenin daha uygun olacağını düşünüyorum. Ama sonuçta ne olursa olsun her okuyucunun severek okuduğu ve hazmettiği/hatmettiği “ortaya karışık” bir kitap olduğu kanaatindeyim.
Ve bir temenni ile bitireyim: Keşke yıllardır düşünen, okuyan, yürüyen, koşan, konuşan ve yüreği insanlık için durmaksızın çarpan-çırpınan abilerimiz-ablalarımız-kardeşlerimiz de bu tür deneme veya otobiyografik eserlere imza atsalar. Yaşadıklarını, tanık olduklarını ve gözlemleyebildiklerini kayıt altına alsalardı keşke. İnsanlığın ortak yararı için yol işaretlerini kendi elleriyle dikebilseydiler sonra. Aydınlık ve kurtuluşa; bu dalgalı denizde, sahil-i selamete daha az hasarla çıkardık belki. Kim bilir!. Selam ve dua ederim.