Futbol kültürüm sıfıra yakındır. Değil tartışmayı futbol üzerine konuşmayı dahi hiç sevmem. Bu zeminde yaşanan gelişmelere karşı zihnim ve gönlüm sıkı sıkıya kapalıdır zaten. Ne var ki futbolun spor kültürünü fersah fersah aşıp adeta fert ve toplumun tüm ahlaki melekelerini tüketen bir kimlik ve hayat tarzına hatta bir tapınma tarzına dönüştüğü dünyamızda hepimiz belli bir oranda etkiye açığız. Magazinden ekonomiye oradan toplumsal dinamikleri şekillendirmek isteyen siyasete değin herkesin sahip olmak istediği önemli bir nüfuz aracı ve fakat bir o kadar da ifsad eden, çürüten, düşmanlaştıran bir bağımlılık.
Geçen her gün futbolcular ve teknik direktörler kadar kulüp başkanları da üst düzey rol modeller olarak ülke ve toplumun gidişatında daha fazla rol oynuyor. Üstelik bu gidişat hiç garipsenmeden sürgit devam ediyor. Aksine “kitlelerin afyonu” ile kimler, ne şekilde ve hangi araçlarla mücadele edecek, henüz ortada hiçbir emare yok! Sadece daha fazla yatırım, daha sert rekabet ve fanatik duygularla kendinden geçmeye hazır daha geniş kitleler üzerine hesap yapılıyor. Bol bol büyük hayaller kuruluyor fakat eş zamanlı olarak çok daha fazlasıyla kitlesel boyutta hayal kırıklıkları yaşanıyor.
Koltukla Ülkeyi Eşitleme Operasyonu
Fenerbahçe Kulübü için başkanlık yarışına giren Aziz Yıldırım ile Ali Koç arasında herhangi bir sebeple tercih yapacak durumda değilim. Ama bu durum tercihler yapıldığında ortaya çıkan fazlasıyla tuhaf ve bir o kadar da komik tabloya ilişkin birkaç kelam etmemize engel değil. Önce başkanlık seçimleri yaklaştıkça manşetleri süsleyen komplo teorilerine ve bu komploları bozguna uğratma yönünde sarf edilen uçuk kaçık iddialardan birine bakalım. Seçimden birkaç gün önce yani 30 Mayıs’ta bir gazete Aziz Yıldırım’ın ağzından şöyle manşet atmıştı: “Türkiye’ye Operasyon Yapılıyor”. Spotta ise hizaya çekici şu ikaz vardı: “Fenerbahçeli Olaya Böyle Bakmalı”.
Spor kulübüne başkanı mı seçiliyor yoksa anayasal düzeni silah zoruyla tebdil ve tağyire tam teşebbüs halindeki bir askeri cunta tankları harekete geçirip kışlalardan çıkarmaya mı kalkışıyordu? Yıldırım’ın şu iddialarını sakince bir okuyalım akla gelen soruları sonra soralım: “Bu bir rejim meselesidir. Bu yalnızca Fenerbahçe’ye yapılan bir operasyon değildir. Türkiye’ye karşı yapılan bir operasyondur. Fenerbahçeliler bu bilinç içerisinde olaya bakmalı.” Nasıl yani, Kemalist jargonun meşhur klişesiyle “orduyu, yargıyı, emniyeti, akademiyi tehdit eden bölücü ve yıkıcı unsurlar” şimdi de Fenerbahçe Kulübü’nün kapısına mi dayanmışlar?
Aziz Yıldırım neden Fenerbahçe Cumhuriyeti’ne kast eden operasyonel unsurların nasıl bir rejim kuracaklarını açıklığa kavuşturmadan cümlesini bitirmiştir? Anlaşılan Atatürk Cumhuriyeti’ni yıkıma sürüklemek isteyen müstevliler bazı gafilleri de kullanarak önce Aziz Yıldırım komutasındaki Fenerbahçe Cumhuriyeti’ni zaafa uğratmayı hedefliyordu! İlan edildiği üzere risk çok yüksek ve çok yakındı. Kulüp ve rejim namına bol trajedi sosuyla takdim edilen bu komedinin sonucunu hepimiz biliyoruz zaten. Yıldırım 20 yıldır oturduğu koltuğu ezile ezile terk etti, Koç eze eze yönetimi ele geçirdi. Bunlar kulüp içi olağan hesaplar ve hesaplaşmalar. İyi ama Hükümet ve Hükümeti destekleme adına bazı medya grupları neden bu topa bu denli canhıraş bir biçimde girdi?
Aziz Yıldırım’ın “tecrübesi” nazara verilerek Fenerbahçe veya futbol dünyası için ne gibi hayırlı gelişmeler umuldu pek belli değil. Başta şike ve holigan kültürü olmak üzere hemen bütün kirlerin artışı ve teamüle dönüşüne hizmet eden başkanlara duyulan bu vefa ve fedakârlıklar hiç de hayra alamet olarak gözükmüyor. Ancak şu kesin ki bu tür kulüplerde kim başkan seçilirse seçilsin delegelerin yani futbol oligarşisinin genlerinde zafer narası olarak “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz” sloganı atmak vardır. Ramazan günü kameraların önünde su içen veya içmeyi reddeden başkan adayları arasında elbet bir nüans var. Ancak aynı ideolojik ve sınıfsal kökenden geldiklerini aynı ideolojik ve sınıfsal hedeflere yürüdüklerini unutturacak bir önemde değil bu nüans.
Rezzan Hemşire ve Mavi Marmara
Siyonist İsrail rejimi işgal altında tuttuğu Filistin topraklarında seri cinayetler halkasının sonuncunda Rezzan en Neccar isimli genç bir sağlık görevlisini katletti. Filistinli olduktan sonra gazeteci, kadın, çocuk, bedensel engelli ya da sağlık görevlisi olmanın İsrail nezdinde hiçbir önemi yok, her birini katletmek üzere kanlı savaş mekanizması işliyor.
Daha pek çok Filistinli gibi Büyük Dönüş Yürüyüşü’nde 20 yaşındaki hemşire Rezzan en Neccar’ın katledildiği günlerde ne acıdır ki Mavi Marmara Gemisi bir tersanede parça parça sökülüyordu. Aslında sökülüp dönüştürülen (ne kadar fark edilmese veya umursanmasa bile) Mavi Marmara Gemisi’nden önce İsrail işgal ve katliamlarına karşı tahkim edilen ahlaki duruş, Kudüs ve Filistin mücadelesi adına verilen vicdani kavgadır.
Mavi Marmara, Türkiyeli Müslümanların dünyanın pek çok farklı bölgesinden Müslüman, Hristiyan ve Yahudi insan hakları aktivistini İsrail’e karşı organize edip harekete geçirdiği zeminin çok müstesna bir sembolüdür. Ne var ki Mavi Marmara bağlamında ileriye taşınan, olgunlaştırılan ve kuşatıcı bir ümide dönüştürülen Siyonist İsrail karşıtı hareket ahlaksız troller marifetiyle hızlıca bir nefret ve düşmanlık unsuruna tebdil edildi.
Şüphesiz ne İslamcılık ve İslami hareket ne de Kudüs mücadelesi ve Filistin davasını Mavi Marmara sembolüne bağlı veya bağımlıdır. Ancak müstesna sembollere vurulan çirkin darbeleri, İslami mücadeleye yöneltilen iftira ve hakaretleri konjonktüre uygun birkaç sloganla telafi etmek pek de mümkün olmayacaktır. Özetle Mavi Marmara’nın tersanedeki son görüntüsü Filistin mücadelesi adına toplumsal hafızada ciddi bir hasar, Siyonist İsrail saldırganlığı hesabına önemli bir kazanım olacaktır, hiç kimse tevil etmeye kalkışmasın.