KARAR / Hasan Kösebalaban
Amerikan adalet mücadelesinin iki sembol ismi
Amerika Birleşik Devletleri’ni, insanların fiziki özelliklerini alaya almaktan çekinmeyen, bazen engelli bir gazetecinin, bazen de polis şiddeti sonucu hayatını kaybeden George Floyd’un “nefes alamıyorum” sözünün taklidini yapabilen bir başkan yönetiyor.
Donald Trump, “Mini Mike” diye hitap ettiği Demokrat Partili iş adamı Michael Bloomberg’le de “ayağının altına tabure koymadan konuşamıyor” diye alay etmişti. Davranışlarını sınırlayacak bir ahlaki kriter sözkonusu bile değil.
Oysa Trump da çok iyi biliyor olmalı ki insanlara saygınlık kazandıran, fiziki görünüşleri değil, uğrunda savaşacakları ve asla taviz vermeyecekleri ilke ve değerleridir. Geçtiğimiz günlerde ülkede bayrakları yarıya indiren ve bütün halkın saygı ile andığı kişi, 87 yaşında hayatını kaybeden Yüksek Mahkeme üyesi Ruth Bader Ginsburg idi. Eşit haklar için verdiği kararlı mücadelesi ile kendisiyle aynı görüşlere sahip olsun ya da olmasın bütün Amerikalıların takdirini kazanabilmiş bir isimdi.
Ginsburg, siyaset ve hukuk tarihine güçlü bir miras bırakarak dünyadan ayrıldı. Tıpkı geçtiğimiz Temmuz ayında hayatını kaybeden John Lewis gibi. Martin Luther King’in “Troylu çocuk” diye seslendiği Lewis, sivil haklar mücadele tarihine adını büyük harflerle yazdırmıştır.
Lewis, 7 Mayıs 1965‘de, “Kara Pazar” olarak anılan bir günde, Alabama eyaletinin Selma şehrindeki meşhur yürüyüşü düzenleyen genç liderlerden biriydi. Eşit oy hakkını çiğneyen engellere karşı yasa çıkarılmasını talep eden 600 siyah gösterici, Edmund Pettus Köprüsü üzerinde polisin acımasız sertlikteki müdahalesiyle karşılaştı. Ancak, Lewis’in kafatasında çatlak oluşacak derecede polis şiddetine maruz kaldığı olayın görüntüleri, televizyon ekranlarından yayınlandığında çok büyük tepkilere neden oldu. Sonunda Başkan Johnson siyahlara oy hakkını engelleyen yerel düzenlemeleri iptal eden Oy Hakları Yasası’nı onaylamak zorunda kaldı.
O gün oy hakkı için gösteri düzenleyen ve ölümcül derecede dayak yiyen Lewis, bir gün Kongre’ye temsilci olarak seçileceğini ve Beyaz Saray’da kendisine siyah bir başkan tarafından Başkanlık Hürriyet Ödülü’nün verileceğini bilemezdi. Bildiği tek şey, siyahların, kararlı ama şiddetten uzak, sivil bir mücadele yoluyla haklarını elde edebilecekleriydi.
1956’da Ruth Ginsburg, Harvard Hukuk Fakültesi’ne kabul edildiğinde 500 erkek öğrenci arasındaki sadece sekiz kadın öğrenciden biri olmuştu. Ülkesinin bu çok prestijli hukuk fakültesine 1950 yılına kadar sadece erkek öğrenciler girebiliyordu. Kadınların erkek öğrencilerin yerini işgal ettiğine inanan bir dekana karşı, onların kendilerini başarılarıyla ispat etmeleri gerekiyordu.
Ginsburg bir yanda öğrenimini sürdürürken, diğer yanda kendisi gibi öğrenci olan, kanser hastası eşinin ve yeni doğmuş kızının bakımını yürütmek zorundaydı. Eşi için de derslere girip notlar aldı; eğitim ve tedavi sürecinin başarıyla tamamlanmasını sağladı. Ailesiyle birlikte New York’a dönmesi gerektiğinde, Harvard dekanı onun derecesini uzaktan tamamlamasına izin vermemiş, bunun üzerine Columbia Hukuk Fakültesi’ne geçiş yaparak, oradan mezun olmuştu.
1959’da fakülteyi birincilikle bitirmesine rağmen, Ginsburg, erkek mezunların aksine uzun süre iş bulamamış. Yaşadığı bu zor zamanı şöyle anlatıyor: “Bir Yahudi, bir kadın ve bir anne olarak durumum fazlasıyla olumsuzdu. Bu üç konuda aldığım çarpı işaretiyle, fiilen oyun dışı kalmıştım.”
Ginsburg 1993’de Amerikan Yüksek Mahkemesi’ne, mahkeme tarihinin ikinci kadın hakimi olarak atandı. Kadın hakları konusunda, hem daha önceki hakimlik, hem de Yüksek Mahkeme üyeliği döneminde çok kritik kararlara imza attı.
Ginsburg sadece katıldığı kararlarla değil, muhalefet şerhleriyle de siyaseti etkiledi. Çalışan kadınlara erkeklerle eşit maaş hakkı getiren yasa, onun muhalefeti sonrasında Obama tarafından kararname olarak yayınlandı. Yine Lewis’in hayatı boyunca mücadele ettiği, Oy Hakları Yasası 2013’de Yüksek Mahkeme tarafından iptal edildiğinde, Ruth Ginsburg hukuk dersi niteliğinde bir muhalefet şerhi kaleme aldı. Bu arada, Trump’ın yedi Müslüman ülkenin vatandaşlarına vize yasağını onaylayan mahkeme kararına güçlü bir şekilde itiraz edenlerden biri de yine o oldu.
Harvard Hukuk profesörü Susan Farbstein, Ginsburg’u şu sözlerle anıyor: “Onun şahsi başarıları kendi çabasıyla elde edilmiş başarılardı, ama bize adaletin sadece ortak bir çaba sonucunda sağlanabileceğini öğretti… Hak eşitliği ve hukukun üstünlüğü için verdiği mücadeleyi hepimize miras bıraktı.”
2016’da seçimden kısa bir süre önce mahkeme üyelerinden Antonin Scalia hayatını kaybedince, Cumhuriyetçiler yeni bir atama için seçimin beklenmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdi. Şimdi ise Trump’ın atamayı gecikmeden yapmasını istiyorlar. Ginsburg gibi sembol bir ismin yerine yapılacak atama, gergin bir seçim döneminde ABD’yi daha da kutuplaştıracaktır.
John Lewis’den bir alıntıyla bitirelim:
“Alabama kırsalında, Troy adlı küçük bir kasabada büyüdüm. Çocukluğumda her tarafta “beyaz bekleme salonu,” “zenci bekleme salonu,” “beyaz erkekler,” “zenci erkekler,” “beyaz kadınlar,” “zenci kadınlar” gibi yazılar asılıydı. Neden böyle olduğunu anneme, babama, dedelerime sürekli sorardım. Onlar da bana “bu işler her zaman böyleydi zaten. Sen karışma! Sakın başını derde sokma!’ diye beni sıkı sıkıya tembihlerlerdi. Ama ben bu işlere karışmaya ve başımı derde sokmaya kararlıydım.”