Amerika, Suriye’de müslümanları yine çelmelerken; hâlâ...

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

 

Nice arab beldelerindeki sosyal bünyelerde varlığı  onyıllardır gözlenen kireçlenmeye, bakıp nicelerinin, ’Bu halklar derin uykulara dalmış, onlardan artık bir şey beklenemez!’  umutsuzluğuna kapıldığı bir sırada, Tûnus ve Mısır’da başlayıp diğerlerinde de arka arkaya başgösteren ve dünyada kimilerini hayrete, kimilerini de hayranlığa sevkeden ’halk patlamaları’ndan Suriye’nin de nasibini alacağı beklenmeliydi, herhalde..

Nitekim, bugünkü büyük kapışmayı, ’fakir’ de bekliyor; ve amma, Libya’da bir şeyler olabileceğini pek fazla beklemiyordu.. Çünkü, Libya’da 42 yıldır acaib şekilde bir diktatörlük kuran  Gaddafî’nin, o uzuuun tahakkümü boyunca, kendisine İslamî bir hassasiyetle karşı çıkacak bir güç odağı bırakmadığı tahmin ediliyordu, genel olarak.. Ve müslüman coğrafyalarında da, İslam adına verilmeyen herhangi bir sosyal hareketin de, -zaman zaman etkili olsalar bile-, derin bir halk tabanı bulamıyacağı gerçeğinden hareketle, uzun vâdede sağlıklı neticeler vermiyeceği söylenebilirdi..

Suriye’de ise, bir kez daha bir qıyâm gerçekleşecek olsa, bunun, diğer rejimlerde görülenlerden daha çetin olacağı tahmin edilebiliyordu.. Çünkü, Irak ve Suriye’de Baas ideolojisi esas alan ve toplumu ona göre örgütlemeye ağırlık veren ve -halkın büyük ekseriyetinin itiqadından farklı olduğu bilinen bir tabana dayalı- acımasız bir ordudan ayrı olarak, aynı temele oturtulmuş bir ’milis yapılanması’na sahib olmak bakımından, Saddam Irakı’ndan bile daha eski bir geçmişe dayalı bir diktatörlük rejimi hüküm sürüyordu, 48-50 senedir.. Ve, İslamî bir kalkış noktasını esas alarak, bu rejime karşı defalarca çetin mücadele ve ’qıyâm’lar sergilenmiş ve bunların herbirisi kanlı bir şekilde bastırılmıştı..

Böylesine uzun ömürlü bir rejimin kolayca bertaraf edilememesi için gerekli ideolojik yapılanmaya sahib olduğunu söylemek için kâhin olmaya gerek yoktu,  tabiatiyle.. Üstelik, Suriye halkının siyasî kültürü açısından, 400 yıllık bir birlikteliklerinin olduğu bilinen Türkiye halkının kültürü ve otoriteye, rejime itaat hususundaki gelenekleşmiş anlayışı da, bu ülkedeki rejimin neler yapabileceğini anlamaya yardım ediyordu.. Çünkü, Türkiye’deki kemalist rejimin sosyo-politik ve askerî patronları da 80 yıl boyunca, rejimlerini korumak için, ’gerekirse herşeyi yakıp yıkabilecekleri ve her entrikayı devreye sokabilecekleri’nin yığınla örneklerini sergilemişlerdi..

Suriye’deki bu büyük ve kaçınılmaz olan kapışmada, asıl önemli, problemli ve acı olan, İran’ın takındığı tavır idi.. Çünkü, 57 yıllık Pehlevî Hanedânı’nın zulmüne karşı, son yüzyılların en büyük müslüman halk hareketi’ni, bir inqılab hareketini gerçekleştirmiş olan bir ülke ve halk olarak, Suriye halkını en iyi anlayacak durumda olanlardan birisi idi, İran..

 

Arab beldelerindeki bazı diktatörlüklerin devrilmesi

kötü mü oldu ki, Suriye’de felâket olsun!..

Ama, devreye, İslam adına yönetilen bir devletin değil, herhangi bir devletin stratejik maslahat ve menfaatleri ya da gerekleri adına oluşturulduğu anlaşılan bir tuhaf tavır çıktı.. İran devleti,, -her ne kadar, Mısır’da İkhwan-ul’Muslimîn’in adayı olarak cumhurbaşkanı seçilen Muhammed Mursî hakkında şimdilerde İran medyasında anlaşılmaz bir şekilde, giderek aykırı bakışlar geliştirmeye çalışılsa da- diğer arab rejimlerindeki ’qıyâm’ları, halk hareketlerini kendi halkına ’İslamî uyanış hareketi’  olarak niteleyip selamlamışken, müslüman Suriye halkının zulme karşı, ’qıyâm’  hakkının olmadığı gibi bir mânâyı yansıtacak şekilde, Suriye’nin müslüman halkının mücadelesi karşısında yer aldı. Ve bunu da, ’siyonist İsrail’e karşı Direniş Cebhesi’nin zayıflatılmaması ve Suriye Baas rejimi ve Esed Hanedânı’nın devrilmesini Amerikan emperyalizminin istediği’  gibi gerekçelere dayandırdı.. Öyleyse karşı çıkılmalıydı..

Ya da, açıklanmamış daha başka plan ve hedefler..

Bazıları, aqidevî, mezhebî bir beraberlik dedi, bu duruma.. Halbuki, öyle bir beraberlik de yoktu..

Bazıları da, Suriye halkının büyük ekseriyeti, sırf onların resmî mezhebinin dışında olduğu, onların kazanmasının istenmediği için böyle olduğunu düşünüp; ’Suriye halkının büyük bir kısmı, onların mezhebinden olsaydı, görürdünüz o zaman onların feryadını..’ şeklinde yorumladı.. Bütün bu ihtimallere, o büyük inqılab hareketinin temel ilkeleri açısından, ısrarla ’Hayır!.’ diyenler çıkacaktı, çıktı..

Bu satırların sahibi de, bu gibi niyet okumalara kalkışmayıp, İran’ın, stratejik gerekçelere dayandırarak Suriye’de takib ettiği dış siyasetinin yanlışlığını -elbette kendi kalbindeki ölçülere göre- baştan beri söyledi, yazdı ve bunun için, nicelerince de -yıllarca çorba içtiği kapıya karşı çıkmak- gibi iddialarla lanetlendi, lanetleniyor; çeşitli internet sitelerinde..

Ki, bunların bir kısmından, kendisine iletildiği kadarıyla haberdar olabiliyor.. Halihazırdaki ömrünün son yarısını inandığı ölçülere bağlı kalmak dikkati yüzünden, doğduğu topraklardan uzaklarda yaşamaya mecbur olan ve kendisine ’müslüman’ dışında herhangi bir etiket yapıştırmamak dikkatini korumaya çalışan ve rızkı verenin sadece Allah olduğuna inanan bir kimse için, bu gibi iddialarla kara çalmaya çalışanların tavrı, ne kadar insaflıdır, o ayrı bir konu..

 

Halkın iltifatını değil, Hakk’ın itibarını gözetmek..

Ama, bu gibi suçlama veya lekeleme çabalarıyla insanların fikirlerini ve kalbinin ölçülerini terkedecek olanlar varsa, o gibiler başka yerlerde aranmalıdır.. Ki, o, daima, ’halkın iltifatının değil, Hakk’ın itibarının esas alınması gerektiği’ şeklindeki İslamî ölçüyü, merhûm İmam Khomeynî’den de öğrenmişti.. Ve hiçbir müslümanın, filan veya falan ülke veya rejimini hatırı veya maslahatı için, kendi kalbinin ölçülerini fedâ etmemesi gerekirdi..

*

’Suriye Buhranı’  üzerine bölge ülkeleri ve bölgede etkili olmak isteyen bütün dünya ülkelerinin herbirinin kendilerine göre bir yaklaşımı olacaktı.. Bu da tabiîydi..

Tabiatiyle, Suriye ve İran-Irak rejimleri, başta Suûdî ve Türkiye rejimleri olmak üzere, diğer bazı ülkeleri Suriye’deki muhalefete silah yardımında bulunmakla suçluyorlar..

Bu gibi iddiaların, kesin olarak reddi, genelde doğru olmayabilir..

Çünkü, böylesine büyük karışıklıklarda veya hiç beklenmiyen anlarda bile, devletler, resmen olmasa bile, gayriresmî yollardan, kendilerine uygun bir takım düzenlemeler için hep, oyun içinde oyunları tezgahlarlar..

Ama, bu iddiaları ısrarla vurgulayanlar, Esed rejiminin, İsrail’e karşı koymak adına, tepeden tırnağa silahlandığını ve amma, o korkunç silah stoklarının müslüman halkı katletmek ve müslüman halkın zenginliklerini yoketmek için kullanıldığını hatırlamıyorlar bile..

 

Baasçı Esed rejimi, onbinleri katlederken, seyirci mi kalınsındı?

Erdoğan Hükûmetinin dış siyasetine gelince..

Elbette, bu hükûmetin dış siyasetinde de yığınla yanlışlar vardır..

Ama, Suriye’de meydana gelen bu büyük kaos sürerken, onbinlerce insan öldürülürken, T.C. hükûmeti, son 10 yıl boyunca düzelen Suriye- Türkiye ilişkilerini, hiçbir şey yokmuş gibi sürdürseydi, daha mı iyi olurdu?

Yığınla yabancı ellerin gizli veya açıktan devreye girdiği, yığınla entrikaların hazırlandığı bilinen böyle bir tabloda, onbinlerce insan öldürülürken, şaşkın ördek gibi bakması mı tercih edilmeliydi? Ya da, ’Orada olup bitenler bizi ilgilendirmez, biz milyarlarca dolarlık ticaretimizi devam ettirmeye bakarız’ mı  demeliydi? Ya da B. Amerika, Rusya vs. gibi, dünya çapında etkin güç olmak isteyen her kim varsa, onların siyasetini mi takib etmeliydi?

Ya da sınırlarının hemen bitişiğindeki yangının kendi evine de sıçramasının kaçınılmaz olduğunu görmezlikten gelip, gözlerini mi kapasındı? Ki, bu alanda emperyalist ülke ve güç odaklarının global plandaki entrika planlarından ayrı olarak, bölge ülkelerinin de birbirleri aleyhine, ağır neticeleri olabilecek ne gibi entrikalar peşinde olduklarının ayak sesleri geliyor. 

 

’Yeni Osmanlıcılık’ heyulâsından sonra, ’İkhwan’la aynı çizgide olmak da suç gibi görülmeye başlanınca..

Böyle bir durumda, hele de Ortadoğu’daki müslüman halkların, -illâ da Osmanlı Devleti gibi bir güç hayalinde olmaları hem muhaldir, hem de gereksizdir, ama- aynı inanç atmosferi içindeki halklar olarak, bugün daha bir globalleşen dünyada tekyürek, tekvücud olma arzusunu yansıtmaları tabiîdir. Ama, bu arzunun, bir takım tarihî korkulardan hareketle, bölgemizdeki bazı güç odakları tarafından, 

’Yeni Osmanlıcılık’  diye isimlendirilip bir heyulâ gibi, bir umacı gibi gösterilmesi ilginçtir..

Ki, fakir’in de yıllarca makaleler yazdığı, yurtdışında yayınlanan bir gazetede, geçen hafta,  Tayyîb Erdoğan ağır şekilde suçlanırken, onda bulunan kusurlardan birisinin de, İkhwan-ul’Muslîmîn’deki‚ ikhwan’larıyla/   kardeşleriyle birlikte hareket etmek istediği dile getirilebiliyordu, bir ’Yeni Osmanlıcılık’  peşinde olduğu vurgulamasıyla birlikte.. Evet, üzerinde durulması gereken bir husustur..

Halbuki, Müslümanların yüzyıllarca birlikte yaşadığı bu coğrafyaya emperyalizmin sapladığı hançerin açtığı yaranın kapanmasına merhem olabileceği ihtimalinin bulunduğuna inanılan çözümlere yönelmek sözkonusudur, o kadar..

*

Hele de, ’Ortadoğu’da ben de varım!’  diyen veya demek isteyen her devlet veya güç odağının,  ’Suriye Buhranında da gizli veya aşikar elleri hep vardı, vardır ve bundan sonra da var olacaktır..

Nitekim, İran’ın en üst askerî sorumluları da, ’Suriye’de muharib olarak değil ama, müşavir / danışman olarak asker bulunduklarını’ açıkça beyan etmiştir. Bu güçlerin sırf danışmanlık yapmak üzere orada bulundukları beyanı kabul edilsirse..

Türkiye o kadar da bulunduramaz, resmen..

Çünkü, Türkiye açıkça NATO üyesi iken, NATO’dan ayrı ve habersiz olarak, ülkesi dışındaki herhangi bir yere asker, silah, techizat ve mühimmat göndermesi muhaldir..

Suûdî rejiminin maddî yardımda bulundukları da gizli bir şey değildir.. Bu arada Mısır başta olmak üzere, diğer bazı arab rejimlerinin de Suriye’deki muhaliflere en azından psikolojik destek verdiği açıktır..

Suriye’deki iç-savaşta, kurşunun her eritilişinde bir curûf kısmının devre dışı kalışı gibi, ateş yoğunlaştıkça, devre dışı kalanların kimler olduğu görülüyor..

En zayıf kimseler bile,  mücadelelerini sürdürürken, ’Allah’u Ekber!’ sadâsını yükseltmek gereğini duyuyorlar..

 

USA emperyalizmi, Esed’i dolaylı olarak aylardır korurken; şimdi, onun muhaliflerine açıkça cebhe almasında bir mânâ yok mu?

Tûnus, Mısır ve hattâ Libya’da bile karşılaştığı sonuçtan hiç de hoşnud olmayan, zaten diken üstünde duran Amerikan emperyalizmi, Suriye’de de aynı tabloyla karşılaşmamak için, aylardır zâten temkinli idi..

Ki, Amerikan Dışbakanı Hillary Clinton, yaklaşık 4 ay kadar önce, Fas’a  yaptığı bir resmî gezi esnasında, açıkça, ’Suriye’deki muhalif güçlere silah verecek olurlarsa, bu silahların, (onun deşiyişle, terörist ve aşırı dinci grupların) İslamcı güç odaklarının eline geçebileceği ve böylece kendi silahlarının kendilerine dönebileceği’ korkusuyla ’silah yardımında bulunmayacakları’nı söylediğine defalarca değinildiği halde, bazıları, her şey sadece Amerikan emperyalizminin elinde imişçesine, kaderin de üstünde bir kaderin olduğu gibi bir yüce takdir anlayışına yer vermiyerek, ağır suçlamalarda bulunuyorlar..

Sadece Amerikan emperyalizmi değil, bugün birilerinin yanyana gözükmekten rahatsızlık duymadığı Rus emperyalizmi de aynı hesabların içinde değil miydi? Nitekim, iki ay önce, Rusya lideri Vladimir Putin de, Tel-Aviv’e gidip, Netanyahu’yla birlikte yaptığı basın toplantısında, ’Mısır ve Tunus’da olduğu gibi Suriye’de de, İkhwan ve diğer İslamcı güçlerin hâkim olmasının İsrail için ne büyük tehlike teşkil edeceği’  korkusunu dile getirirken, siyonistleri sevindirdiğini birileri görmezlikten gelip, Rusya’yla dirsek temasını ve  ’siyonizme karşı direnç cebhesi’  lafını tekrarlamayı sürdürdüler..

Şimdi ise.. 31 Ekim günü, Hillary Clinton, gaayet net bir ifadeyle, Suriye’deki Esed rejimine karşı savaşan güçlerin bugünkü haliyle kabul edilemiyeceğini, değiştirilmesi gerektiğini, mevcud muhalefet yapılanmasının kendisini feshedip, yeni bir düzenleme yapılmasının gerekliliğini net olarak ifade etti.. Ama, bu bile, bazılarının gözünü açmadı.. O gibiler, filanca gazetedeki filanca yorumcu şöyle dedi, böyle dedi diye gibi görüşlerere ağırlık vermekten el çekmediler..

Elbette, o gibi fikir beyan etmeler de görmezlikten gelinemezdi, ama, asıl dışsiyasetin planlayıcı ve uygulayıcılarının sözleri, tavırları ortada iken, onların görmezlikten gelinmesi ve hâlâ, kendi ülkesini yakıp yıkan bir diktatörlüğü, hâlâ da, İsrail rejimine karşı bir direniş cebhesi diye isimlendirmek sûretiyle, bir yanlış siyasete kol-kanat germeyi inançlarının bir gereği olarak görmeyi sürdürüyorlar; ki, bu noktada ısrarlı olmaları, üzerinde durulması gereken elem verici bir konudur..

 

Farklılık ve ayrılıkları düşman olarak değil, aynı inanç potasında buluşarak halletmeyi akletmeyi ve ana gövdeye dönüşünüzü bekliyoruz..

Bu bakımdan, bazı müslüman kesimlerin, ’Suriye’de Amerikan emperyalizminin ve siyonist İsrail rejiminin isteklerine, emellerine hizmet etmemek’ adına, onbinlerce insanın öldürülmesine ve bütün şehirlerin Baasçı Esed diktatörlüğü tarafından bombardımanlarla viran edilmesine seyirce kalıp, dolaylı olarak destek sağlamaları ve Amerikan emperyalizminin asıl  korkularından hâlâ da habersiz gözükmeleri, Saddam Baasçılığı’na lanet okurken, ondan hiç de geri kalmadığını çok net olarak ortaya koyan Esed Baasçılığı’na halâ destek verip güzellemeler düzmeleri elem vericidir.. 

Bu gibi büyük yanlışların içinde olanların da, İslam Milleti’nin ana gövdesine daha fazla uzak kalmamaları, bir takım farklılık ve görüş ayrılıklarını İslam kardeşliğinin adâlet, insaf ve merhamet ölçüleri içinde halletmeyi düşünmeleri temenni olunur..