Ambulans çağırsak Aleviyiz diye gelmez.

Gülay Göktürk

Birgün Gazetesi dün bu korkunç cümleyi başlığa çıkarmıştı. Hem de dana gözü gibi iri puntolarla...

Muhabir, Antakya'nın Armutlu mahallesinde yaşayan bir esnafın kendisine böyle söylediğini iddia ediyor. Tüyleri diken diken eden bir iddia... Peki kim bu inanılmaz suçlamayı öne süren? Bir esnaf... İsim yok, cisim yok. Yani sarı çizmeli Mehmet Ağa!

Habere bakalım:

"Armutlu halkı mahallede yaşayanların çok büyük bir çoğunluğunun Alevi olmasının hükümetin tavrını farklı kıldığını düşünüyor. Armutlu'da dükkanı olan ve yaşayan bir esnaf 'Sadece hükümet değil vali, polis bütün idari kurumlar hatta TEDAŞ da bize farklı davranıyor. Bütün şehirde elektrik olurken her gece bizim elektriğimizi kesmelerini başka türlü izah etmek mümkün değil. Hükümet bizi dışlıyor ve ayrımcılık yapıyor. Bir ambulans çağırsak Armutlu'ya asla gelmez' diyor."

Muhabir "Armutlu'da bu yüksek tansiyonun bir süre daha düşmesi beklenmiyor" diye de bitirmiş haberini...

Niyetlerin haber diliyle yazılması çoğu zaman komik olur.

Ama bu örnekte gülünecek bir şey yok. Tehlikeli mi tehlikeli bir oyunla karşı karşıyayız...

Basın özgürlüğü bu mu?

Bu ülkeyi biraz tanıyan herkes, devletin en ayrımcı olduğu zamanlarda bile, böyle bir mezhep ayrımcılığının yaşanmadığını; hastanelerin ya da ambulans servislerinin Aleviler'e hizmet vermeme gibi bir tutum takındığını söylemenin akla ziyan bir iftira olduğunu bilir.

Yine, basın yayın hukukundan biraz anlayan herkes de böylesine ağır bir suçlamayı kaynak göstermeden manşetten vermenin gazetecilikle ya da habercilikle asla bağdaşmayacağını; burada gazetecilikle hiç ilgisi olmayan başka bir şey yapıldığını çok iyi bilir.

Yapılan şey, açıkça halk arasında kin ve nefreti körüklemektir; Aleviler'i kışkırtmak için uydurma haber yapmaktır... Yapılan şey; dört gözle beklenen Alevi-Sünni çatışması için zemin hazırlamaya çalışmaktır. Bu ahlaksız bir propaganda savaşıdır.

Şimdi, bu haberi yazan gazete iddiasını ispatlamaya çağırılsa, ispatlayamadığı zaman da hakkında yalan haber yapmaktan, üstelik de bunu bir kesimi kışkırtma amacıyla yapmaktan dolayı dava açılsa, "basın özgürlüğü yok ediliyor" diye vaveyla koparırlar ve bu olayı da "Erdoğan'ın diktatörleşmesinin" delillerinden biri olarak kayda alırlar.

Tek tek deşifre etmek

Türkiye bu tip haberleri çok iyi tanıyor. Bu gazetecilerin ağa babaları, 27 Mayıs öncesinde de "gençleri kıyma makinesinden geçiriyorlar" diye haberler yapmışlardı. 28 Şubat'ın darbeci basını "düzmece haber" kategorisinin en yaratıcı örnekleriyle doludur. Gezi Parkı olayları sırasında da, "Hükümet Ömerli Barajı'na zehir koymuş, belli semtlerin şebeke suyunu zehirlemiş" diye söylentiler yaymışlardı.

Bugün yine dehşetengiz bir dezenformasyon furyasıyla karşı karşıyayız.

Malum, artık göreve çağıracakları bir orduları olmayan odaklar, iktidar değişikliği için bütün umutlarını kaosa bağlamış durumda. Toplumun fay hatlarının harekete geçmesini, kitlelerin ajite olup sokaklara dökülmesini, hükümetin sokakların hakimiyetini kaybetmesini, paniklemesini, sertleşmesini -hatta tercihen sıkıyönetim ilan etmesini- bekliyorlar. Bunun için ellerindeki en önemli araç ise basın ve onu her türlü vicdani, hukuki, ahlaki kaygıyı bir yana bırakarak tepe tepe kullanıyorlar.

Peki buna karşı yapılacak şey nedir?

Bu kampanyayı boşa çıkarmak için "yalan" deyip geçmek, bağırıp çağırmak, karşı tarafı suçlamak yetmez. Çamur atılmıştır bir kere. İzinin kalmamasının yolu, tek tek her iftirayı ele almak, incelemek ve kamuoyu önünde deşifre etmektir.

Kaosa yönelik bu kampanya ancak sistemli, sabırlı, sakin ve gerçeklere dayanan güçlü bir karşı kampanyayla boşa çıkarılabilir.

Alın işte bir örnek: Antakya Armutlu'da gerçekten de ambulans çağırıldı da gitmedi mi? Kim çağırdı, ne zaman çağırdı? İl Sağlık Müdürlüğü iddiayı bütün yönleriyle ele alsın; çağrı kayıtlarını incelesin, sonucu da kamuoyuna açıklasın.

Bugün