Önceki gün sarf ettiği “En az beş bin ülkücü gönüllü (Kerkük’teki) Türkmenlerin birlik ve dirlik mücadelesine katılmak üzere hazır beklemektedir” çıkışıyla MHP lideri Devlet Bahçeli, Hükümeti daha sert ve hızlı yaptırımlar almaya zorluyor açıkça. Geçen haftaki “referandumu savaş sebebi sayarız” tehdidi karşılık bulmayınca kamuoyunda AK Parti Hükümetini daha zor ve sıkıntılı bir konuma sürükleyerek etkinliğini arttırmak istiyor belli ki. Bahçeli’nin pozisyonu teşkilat ve tabanını kontrol edemeyen bir liderin hiç tereddüt etmeden hedef büyülterek ülkenin dış politikasına el koyma girişimi olarak okunabilir. Ulusal seferberlik ruhunu büyüterek siyaset ve toplumu ipotek altında tutmaya matuf bir dizi hamleler sergileniyor önümüzde.
Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin bağımsızlık referandumu yoluna girmesi ve bu noktada bütün tehdit ve yaptırımlara rağmen ısrar etmesi bölge devletleri nezdinde şaşırtıcı düzeyde koordine edilmiş sarsıcı bir karşılık gördü. İran ve tasallutu altında tuttuğu Bağdat yönetimi Türkiye’ye karşı yürüttükleri bölgeden tamamen söküp atma politikalarını ani bir manevrayla değiştirdiler.
Abluka Önce Kimi Vurur?
Amerika ve Rusya’ya işbirlikçilik ederek, PKK ve Haşdi Şa’bi gibi örgütleri kullanarak yürüttükleri yıpratma, itibarsızlaştırma ve tecrit etme harekâtları için bir parantez açtılar şimdilik. Ancak burada son derece enteresan olan Türkiye’nin bölgeyi kan deryasına ve ateş topuna çeviren bu iki fanatik mezhepçi ve despotik yönetimle bu kadar kolay ve çabuk aynı safa düşmesidir. Kürt bölgesi ve toplumuna karşı yükseltilen tansiyonun içeride kronik ulusalcı korkularla, bölgedeyse fanatik Şii mezhepçi nefretle paralel seyretmesi makul ve yapıcı siyasetin ufkunu karartmaktadır maalesef.
Türkiye’nin bölgesel ve küresel düzlemde ciddi bir biçimde sıkıştırıldığı, tuzaklara sürüklendiği aşikâr. Benzer bir biçimde iktisadi, toplumsal ve siyasal alanlarda istikrarsızlıklar içinde boğulması yönünde operasyonlara maruz kaldığı da malum. Etrafı ateş çemberine dönüştürülmüş bir ülkenin askeri darbeyle teslim alınmaya varan tehlikeleri birer birer savuşturması da sıradan bir kahramanlık hikâyesi değil.
Fakat bütün bunlara rağmen kendi doğal ve zaruri misyonunu inkâr edercesine savrulma ve despotik rejimlerle yan yana düşme riskini de bertaraf etmek zorundadır Türkiye. Sıklıkla vurgulanan yumuşak güç, iktisadi entegrasyon, müreffeh bölge, barış ve hukuk toplumu gibi söylem ve gayretlerin tamamen unutulmuşçasına tehditkar yaptırımların arka arkaya sıralandığı bir atmosfere razı olmuş bir siyasal iktidar görüntüsü son derece hazin bir tablodur.
Ambargo söylemi yabancısı olduğumuz bir söylem ve pratik değildir. Kıbrıs dolayısıyla yaşananları biliyoruz. Filistin’e hassaten Gazze’ye yönelik ambargoların oluşturduğu tahribata yakından şahidiz. Son olarak Katar’a Körfez ülkeleri nezdinde uygulanan ambargonun İslam coğrafyası ve toplumuna ne büyük bir moral çöküntüsü yaşattığına hemen herkes tanıktır. Anılan ambargoların ahlaki ve hukuki açıdan AK Parti kadroları ve geniş toplum kesimleri nezdinde oluşturduğu duygunun acıma ile nefret, dayanışma ile direnç şeklinde tecelli ettiğini birileri unutmuş sanki.
“Yiyecek ekmek bulamayacaklar” söyleminin kadim bir toplumu terbiye etmeye yetmeyeceğinden daha önemlisi bu türden söz ve siyasetlerin hiçbir surette bize yakışmayacağını unutmaktır asıl berbat olan. Habur’u bypass etmek üzere Irak-Suriye sınırının çatalında Ovaköy (ilaveten Akçatepe’de var) gümrük kapıların açmak üzere iştahlı söylemlerin Türkiye’ye maliyeti sadece ekonomik açıdan ağır olmayacaktır.
Açlık Bir Terbiye Yöntemi midir?
Kerkük-Yumurtalık hattını kapatmanın Kürdistan Bölgesel Yönetimi kadar hatta daha fazlasıyla Türkiye’ye yük getireceğini öngörmek için uzman ya da kâhin olmaya gerek yok. Benzer bir tablo askıya alınan Erbil uçuşları, KDP Temsilcisinin ülkeye kabul edilmeyeceğinin duyurulması gibi gelişmeler için de geçerli. Aynı öngörüye süratle yükselecek ve bölgeyi iyiden iyiye terörize edecek fanatik Şii mezhepçi siyasetten başkası olmayacağını da eklemek icap eder.
Daha düne kadar “kardeşliğimiz kıyamete kadar sürecek” diye ilan edilen Mesut Barzani liderliğindeki bölge ve toplum için eski defterlerden çirkin sıfatlar bulup yapıştırmak üzere fırlayan heyecan dalgası ne doğrudur ne güzeldir ne de faydalıdır. Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni Kuzey Irak, referandumu gayrı meşru, devlet başkanını aşiret lideri ilan etmekle kazanacağımız şeyler AK Parti iktidarları öncesine ait olanlar kadardır.
Milliyetçi-ulusalcı dalganın çözüm değil kriz ürettiği üstelik bunları kronikleştirip kangrene çevirdiği sır değil. Rusya ile görüşme trafikleri artarken sadece Halep’te değil İdlip ve daha birçok bölgede hastane, fırın, okul ve camileri bombardıman ederek yıkıp geçtiği doğru düzgün haber bile olmuyor. Ancak aynı Rusya bir taraftan IKBY’nin bağımsızlık referandumu karşısında ‘tarafsız’ kalmayı diğer taraftan da Esed rejimi marifetiyle Suriye’nin kuzey bölgelerinde PYD-PKK’ya özerklik tanınabileceğini ilan ediyor.
Başbakan Binali Yıldırım’ın açıkladığı üçlü mekanizma yani Türkiye’nin İran ve Irak’la Kürt bölgesine yönelik ortak hareket etme kararı siyasal ve toplumsal ilişkileri sarsacak hatta tahrip edecek bir adım olur. Irak’ı parçalayan, etnik ve mezhebi nefreti körükleyen Baasçı Saddam Hüseyin siyaseti kadar işgal sonrası Amerikan işbirlikçisi olarak iktidara oturan Şii fanatizmidir. Daha da kötüsü hemen her toplumun kendini garanti altına almak ve diğer toplum kesimleri üzerinde tahakküm kurmak üzere Amerikan işbirlikçiliğine hatta piyadeliğine gösterilen aşırı aruzlardır.
Türkiye, Barzani Yönetimi’nin yanlışlarını ve oluşturduğu riskleri İran ve kapıkulu Bağdat yönetimiyle ortak hareket ederek asla gideremez. Aksine üçlü mekanizma olarak işletilecek süreç Türkiye’yi bölgedeki en yakın akraba ve komşu Kürt toplumuyla düşmanlaştırma tehlikesini gün gün büyütmektedir. Bu gerilim ve düşmanlık duygularının Türkiye toplumuna ve siyasetine sirayet etmemesi mümkün değildir.
Türkiye, İran, Irak veya Suriye sınırları içinde olsun hiç fark etmez: Kürt insanı ve toplumuna, Kürdistan olgusuna Türk ulusalcılarının korku ve nefret hisleriyle ya da Farisi-Şii yayılmacılığının tertiplediği tuzak söylemlerle çözüm üretilemez. Türkiye kısıtlama, mahrumiyet, yokluk veya korkuyu hâkim kılmak yerine haklar ve özgürlükleri teminat altına alacak, hukuku ve refahı yaygınlaştıracak adımları teşvik edip örneklemelidir.