“Aman Provakasyona Gelmeyelim!”

Türkiye muhafazakarlarının ağzından en fazla duyduğumuz kelimelerden biri olan “provakasyon” kelimesini Kemalizmin varlığını hissettirdiği son günlerde yine sık işitir olduk.

SALİH ORHAN / HAKSÖZ HABER

Ne mutlu bize hiçbir şekilde “provakasyona gelmeyen” külyutmaz yazarlarımız var! Yine sayelerinde öğreniyoruz nasıl bir provakasyonla karşı karşıya olduğumuzu ve provakatörlerin kimler olduğunu.

Mesela 10 Kasım’larda “bu kadarını yapmak elinden geldiği için” 09:05 geçe kamusal alanlarda bulunmamaya özen gösteren yazarımızın Atalarına tazim gösterenlere duyduğu saygı göz yaşartıcı ancak provakasyon olarak değerlendirmeyecekse sormak isteriz yaptığı şeyin gerekçesinde bir tuhaflık yok mu? İsteyen istediği ritüeli yerine getirebilir tabii ki ancak o ritüel anında bütün bir kamusal alanı rehin alarak orada bulunan herkesi bu ibadete katılmaya zorlaması ve bu ritüele katılmayarak bu zorba tutum sahiplerinin üzülmesine, kızmalarına sebep olmamak için yazarımızın o vakitte kamusal alanlarda bulunmaması… Hristiyanların “Sana bir tokat atana diğer yanağını çevir” anlayışı bile söz konusu ismin bu alicenaplığı yanında hafif kalır! Beni istemediğim bir şeyi yapmaya zorlayacaksın ben de buna karşı çıkacağım sonra üzüleceksin, kızacaksın en iyisi ben ortalarda görünmeyeyim…

Kemalistlere karşı yüce gönüllü yazarımız gelin görün ki yazısının devamında hakkında hiçbir bilgi sahibi olmamasına rağmen 10 Kasım’da kendi yaptığını yapmayan bir Müslümana karşı şedid bir tutumla kestirmeden onu provakatör ilan ediyor. 1989 yılında Sultanahmet’te başörtüsü yasağına karşı düzenlenen eylemlerden bu yana Türkiye’de hiçbir şey değişmemiş görünüyor. Müslümanların ferdi olsun, birlikte olsun zulme, tuğyana karşı en ufak tepkileri öncelikle yine kendisini “Müslüman” olarak addeden kimseleri rahatsız ediyor. Bilmedikleri, tanımadıkları Müslümanlar hakkında -onları tanıma, bilme gayreti göstermeden- konuşmak, peşin hükümle yapılan eylemi provakasyon olarak değerlendirmek kolay tabii. Bir Müslümanın hakkına girerim korkusu olmadıktan sonra dilediğin kimse hakkında yaz yazabildiğin kadar!

Son olarak yeni bir provakasyona imza atmayacaksak sormak isteriz: Yazarın “Küllenmiş laik-dindar çatışması”nın varlığından bahsettiği ülke hangi ülke acaba? Türkiye olmasa gerek! Laik diyerek kastettiği Kemalistler dindar diye kastettiği Türkiyeli Müslümanlar olmasa gerek! Zira fırsatını her bulduklarında dindarlara düşmanlıklarını izhar eden laiklerle laiklerin bu düşmanca tutumlarını örnekte de yer aldığı üzere “kedidir kedi” diyerek savdığını sanan dindarlar arasındaki olmayan çatışma nasıl küllenmiş olabilir ki!

Söz konusu “muhafazakar” yazarımızdan iyi olmasın aynı gazetede yazan bir diğer yazarın da aynı konuyu ele aldığı yazısı daha bir evlere şenlik!  Madem “Bilmem anlatabiliyor muyum” diye bitirmiş yazısını cevap verelim “Evet anlatabiliyorsunuz, gayet iyi anlıyoruz”. Ama size üzücü bir haberimiz var: Sözünü ettiğiniz kişileri hayırla ve rahmetle anmıyoruz, bu devletin kurucu iradesiyle de en azından bizim sorunumuz var ve Mustafa Kemal Atatürk bizim ortak değerimiz değil!

Kritik yaptığımız söz konusu iki yazıyı iktibas ediyoruz:

Dikkat fay hattı! / İsmail Kılıçarslan
Yeni Şafak

Allah’ın bildiğini kuldan saklayacağımız şeyler vardır elbet, ama bu onlardan biri değil. Ben son 10 Kasım’da da, hemen her 10 Kasım’da olduğu gibi saat 09.05 itibariyle sokakta olmamaya özen gösterdim. Bunu iki sebeple yaptım. Birincisi, Mustafa Kemal’in vefat anmasına katılmak istemediğimden, ikincisi de bu vefatı anmak isteyenlere saygısızlık etmeyi ayıp bulduğumdan.

Nasıl bir saygısızlıktan bahsediyorum? Şöyle: Yüzbinlerce, milyonlarca insan 09.05 itibariyle Mustafa Kemal’e tazimlerini iletmek için ayakta saygı duruşunda bulunurken ben yürüyüp giderim sokakta olursam. Eh, bunun da o esnada tazim gösterenleri üzeceği, hatta belki kızdıracağı muhakkak. O yüzden senelerdir “en azından bu kadarını yapmak elimden gelir” diyerek 10 Kasımlarda 09.05 itibariyle kamusal alanlarda olmamaya özen gösteriyorum. Bunu bir çeşit “birlikte yaşama ahlâkı” ile de açıklayabilirim, bir çeşit “gerginliğe ne gerek var” refleksiyle de…

Şunu şöylece söyleyeyim: Bir 10 Kasım töreninde, herhangi birinin tam tören başlarken bağırıp çağırarak bu töreni protesto etmesini hem tuhaf hem gereksiz hem de ayıp buluyorum. Dolayısıyla E.Ş.’nin Edirne’deki 10 Kasım anmasında bağırıp çağırarak bu töreni protesto etmesi benim gözümde -eğer kız bunu provokasyon amaçlı yapmadıysa- gereksizliktir, tuhaflıktır, ayıptır.

“Provokasyon amaçlı yapmadıysa” demem de bütünüyle bir ihtiyat payı bırakıyor olmamdan kaynaklanıyor. Yoksa ardımda bıraktığım 43 sene bana bu tip işlerin altında hep bir bit yeniği aramam gerektiğini öğretti.

Birlikte hatırlayalım. Ortada fol yok yumurta yokken, üstelik tasavvuf geleneğimizde zikir töreni genellikle ehlince ve kapılar kapalıyken yapılan bir törenken, Aczimendiler Kocatepe Camisi’nin avlusunda zikir icra etmişlerdi.

Bugün bile “bir devlet kuruluşunda Aczimendi olarak çalışıyorum” cümlesini haklı çıkartacak bir provokasyondu bu ve ardından Türkiye’nin sosyal-siyasal vasatının nereye getirildiğini hep birlikte gördük. Tabii, “bir devlet kurumunda şeyh olarak çalışan” Ali Kalkancı ve yine “bir devlet kurumunda fettan kız olarak çalışan” Fadime Şahin’in katkılarını da unutmayalım.

Demem o ki, Edirne’deki 10 Kasım anmasını protesto eden kızın yaptığı şeyi “ne var ki bunda canım” diyerek normalleştirmek, verebileceğimiz en kötü tepki olur. Doğru tepki “bunda bir şey var” olmalıdır.

Bir de tabii işin bir başka yanı daha var. Bu son derece provokasyon kokan hareketi daha da büyütmeye yarayan “bir başka yan.” Savcı tutuklama istiyor, hâkim kızı tutukluyor. Niçin? Kız güya (güya diyorum çünkü gerçekten bunu söyleyip söylemediğini bilmiyoruz) “Atatürk ilâh değildir” demiş. Bunu söylediği için insan tutuklanmaz. Bir anmayı protesto ettiği için insan tutuklanmaz. En fazla tören bitene kadar gözetim altında tutulur, ifadesi alınır, varsa bir suç unsuru tutuksuz şekilde yargılanır. Dolayısıyla Edirne’deki kız provokatörse kızın tutuklanmasını sağlayan savcının-hâkimin performansı da o kızdan aşağı kalmaz yani. Toplumu iki ucundan tutup germekten başkaca hiçbir amaca hizmet etmez bu devasa yorum hatası.

Bir de tabii Edirne Belediye Başkanı diye biri var. Meğer adam “goygoyda dünya markası”ymış da imkan bulamadığından kendisini gösterememiş bu güne kadar. Töreni protesto eden kızın “geçen yıla kadar dekolte giyen meczubun biri” olduğunu şıpın işi çözerek elimizdeki insan kalitesine dair bir veri daha ekledi umutsuzluk defterimize.

Diyeceğim odur ki bu iş bana, protesto eden kızıyla, tutuklama isteyen savcısıyla, tutuklayan hâkimiyle, goygoy yapan belediye başkanıyla “laik-dindar fay hattını harekete geçirerek yeni bir toplumsal gerginlik ortamı oluşturmak konulu bir kompozisyon” gibi geliyor, daha fazlası değil.

Doğrusu bu ya, zaten pek çok fay hattını içerisinde barındıran canım memleketimizde ihtiyaç duyacağımız son şey, küllenmiş “laik-dindar çatışması”nın yeniden harlanmasıdır.

“Feraset” tam böyle anlarda anahtar kavramdır velhasıl.

‘Atatürk ilah değildir’ tamam da… / Hasan Öztürk
Yeni Şafak

Bilmem farkında mısınız? Birileri milletin aklıyla, izanıyla feci şekilde alay ediyor. Belki de daha fazlasıyla meşguller.

 “Bunu nasıl yapıyorlar” sorusuna döneceğim ama önce “İyi de neden bu kadar teşneyiz” sorusunun peşine düşmek isterim.

Neden teşneyiz sorusunun bendeki cevabını şimdilik, “Çünkü, hala kutuplaşma üzerinden güç devşirenler ve kontrol mekanizmalarını çalıştıranlar var. Varlıklarını o kutuplaşma üzerinden devam ettirenler var” diyerek kapatayım.

TOPLUMU KUTUPLAŞTIRICI EYLEM VE FİİLLER PEŞPEŞE NASIL GELİR?

Bir bakıyorsunuz, “Andımız” ile ilgili 5 yıldır karar vermeyen Danıştay, hopp bir günde karar veriyor. Bir bakıyorsunuz, bir aklı evvel “Sıra Türkçe ezana da gelecek” diyor.

Bir bakıyorsunuz bir başkası, “Türkçe’nin önemini anlatayım” derken, narkozdan uyananın haletiruhiyesiyle bilinç altını dışa vurup rol çalıyor. “Türkçe ezan niye okunmuyor” diye soruyor.

Bir bakıyorsunuz, 10 Kasım törenlerin tam da saygı duruşu esnasında bir acayip kız, “Bu kıyamdır” diyerek yüksek sesle bir çıkış yapıyor.

Bir bakıyorsunuz, sesini yükselten kız, “Atatürk’ün manevi şahsına hakaretten” tutuklanıyor.

Bir bakıyorsunuz, sosyal medya ikiye bölünüyor. Kimi henüz neyin ne olduğunu anlamadan safını seçiyor.

EY İSLAMCI KARDEŞİM, ‘ATATÜRK İLAH DEĞİLDİR’ TİVİTİNİ EN ÇOK PAYLAŞAN HESAP FLORİDALI ÇIKTI N’ABER?

Kızdan yana olanlar sözüm ona dindarlıklarının, kutsallarının, inandıkları değerlerin gereğini yerine getirip, “Atatürk ilah değildir” hactekine destek yağdırıyor.

Kimi tutuklanan kızın karşısında konumlanıp, alenen dine, diyanete, kutsal bildiklerimize saydırıyor.

Hakaret yağdırıyor.

Bir anda sosyal medya üzerinden millet, “Atatürk ilah değildir” diyenlerle, “Atatürk bizim her şeyimizdir” diyenler şeklinde ortadan ikiye yarılıyor.

Fitne kazanı fokurduyor.

Bu aşamada, “gerçek ne”, “kim neyi savunuyor”, “kim için ne kutsal”, “kutsal olana saygı” filan unutuluyor.

Olanlar oluyor.

Burada bir duralım..!

Biraz serin kanlı olalım. Ve kendimizi şöyle biraz yukarı çekip olup bitene bir daha bakalım.

Önce size bir bilgi:

Bilginin kaynağı Ülke tv İstihbarat Şefi Mustafa Yıldız. Yıldız dün öğle saatlerinde odama geldi ve “Atatürk ilah değildir” başlığıyla sosyal medyada açılan hacteki en çok paylaşan ve destek veren hesapları incelediğini söyledi.

Sonuç şaşırtıcı!

Ya da aslında çok bildiğimiz bir gerçek.

“Atatürk ilah değildir” hactekinde kullanılan en büyük hesap, @TNWconference hesabı. Hesabın bulunduğu yer, Florida, USA.

Tamı tamına, 469 kez “Atatürk ilah değildir” hactekini tivitlemiş, 10481 kullanıcı görmüş!

Şaşırdık mı? Hayır.

Peki hesap, gerçek bir hesap mı? Hayır!

ZOKAYI NEDEN BU KADAR KOLAY YUTUYORUZ?

Kendisini, “İslamcı, muhafazakar, dindar” diye tanımlayan yüzlerce insan, bu ve benzeri hesaplarla maniple edildi. Ve Edirne’de tutuklanan kız üzerinden, “Atatürk tartışması” sosyal medya üzerinden toplumu ikiye yardı!

Hızını alamayan kimi arkadaşlar, “Ben de Atatürk ilah değildir diyorum gelin beni de tutuklayın” filan demeye başladı.

Aslında, maksat hasıl olmuş oldu. Atatürk ve dindarlık üzerinden toplumu yarmak isteyenler amaçlarına ulaştı. Buna bilip bilmeden destek olanlar oldu. Bir de çok profesyonelce sosyal medyayı yönetenler oldu.

Devam edelim.

KURŞUN: MİLLİ MÜCADELE ÖNDERLERİMİZİ HAYIRLA ANALIM

Dün Yeni Şafak’ta Zekeriya Kurşun hoca çok güzel bir yazı yayımladı.Yazının başlığı, “Yüzyıl sonra Ortadoğu’da sınırlar ve bayraklar”

Yazının konusu, Birinci Dünya Savaşı sonrası dağılan Osmanlı İmparatorluğu toprakları üzerinde kurulan devletlerin sınırları ve bayraklarındaki işaretler.

Bakın yazının sonunda ne diyor Zekeriya Kurşun,

“Bugün Arap birliğindeki yirmi iki üyenin on tanesinin bayrağında kullanılan renk ve şeritlerin fikir babası Mark Sykes’dır. O, Picot ile birlikte sadece sınırları çizmemiş aynı zamanda o sınırlarda kullanılacak bayrakların ilk şeklini de çizmiştir. Sykes-Picot’ya konu olmayan bölgelerdeki bayraklarda ay- yıldızın muhafaza edilmesi bu rivayeti güçlü kılmaktadır. Nitekim Mısır bayrağında bile 1958 yılına kadar hilâl ve yıldız varlığını sürdürmüştür.

(…) Bu kıssa kulağımıza küpe olsun. Bütün Müslümanları temsil eden Osmanlı mirası ay-yıldızlı bayrağımızı emperyalizme karşı koruyan ve Türkiye’ye devreden Milli Mücadele önderlerimizi daima hayırla ve rahmetle analım.”(Yeni Şafak 12.11.2018)

Zekeriya Kurşun’un son cümlesi anahtar cümlemizdir. Bu memlekette cumhuriyet projesi tutmuştur. Kurucu iradeyle dindarların bir sorunu yoktur. Mustafa Kemal Atatürk kimsenin tekelinde değildir ve bu milletin ortak değeridir.

Onun üzerinden, dindarlarla, laikleri karşı karşıya getirme projesi tamamen dış kaynaklı bir projedir.

“Atatürk ilah değildir” tamam da onu ölüm yıl dönümünde bir şekilde ananlar da gavur değildir!

Bilmem anlatabiliyor muyum?

 

Yorum Analiz Haberleri

Suriye devrimine çarpık ve indirgemeci yaklaşımlar
Yılbaşında normalleşen haram: Piyango
Yapay zeka statükocu mu?: ChatGPT'de cevaplar neye göre değişiyor?
Devrim ile derinleşen kardeşlik: Suriye & Türkiye
Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!