Amâk-ı Hayâl

Çocukluğumun Ramazan'ı da yaz aylarına denk gelmişti. Üstelik Doğu'nun en sıcak bir yerinde geçen bir kutsal ay. Çöl sıcaklarını bilmeyene meseleyi tarif etmek de pek mümkün olmuyor. Asfalt üzerinde yüründüğünde ayağınızın zemine yapıştığını düşünün. Taş zeminli avlularda çıplak ayakla yürümenin mümkün olmadığı bir ortam.

Üstelik yılın en uzun günleri; artık temmuz mu ağustos mu tam hatırlamıyorum. Hatırladığım; minik bedenin çocuksu bir coşkuyla her sahur uyanışı ve iftarı beklerkenki o inanılmaz heyecan ve haz. Sıcak ile, susuzluk ile girişilen bir çatışma belki...

Ancak şu hissi herkesin yaşamasını isterim: Sıcağın ve susuzluğun artık kendini iyiden iyiye hissettirdiği ikindi vaktinde abdesti, akan, serin bir suda almak. Sonra ayakları o suya sokarak, suyu yaratıp yeryüzüne yollayana hamd ü sena etmek!

Biliyorum "pimi çekilen el bombaları", "tıkanan Kürt açılımı", "Ergenekoncuların gündelik tantanaları" arasında biraz tuhaf kaçıyor bu betimlemeler. Ancak Ramazan biraz da rutin meşguliyetleri, her türlü malayaniliği elin tersiyle bir kenara itmek değil midir?

10 yaşında bir çocuğun 40 derecenin üzerindeki bir sıcaklık içinde kavrulan beldede yaklaşık 17 saat aç-susuz dayanabilmesinin rasyonel açıklamasını yapmak çok mümkün değil. Hatta uzaktan bakınca biraz 'acımasızlık' gibi de gelebilir bazılarına. Lakin bizzat olayın aktörlerinden biri olarak söylemek isterim ki; yine olsa yine yaparım ve yaptırırım.

Kelebeğin koza içinde güçlenmesi gibi bir şey bu. Evet; ileride uzaklara uçabilmek için sapasağlam kanatlara sahip olması gerekir kelebeğin. Bu nedenle içinde bulunduğu kozanın çeperleri serttir. Ve bilir misiniz, o koza dışarıdan bir etki ile kırıldığında belki kelebek erken ve kolayca çıkar dışarı ama kanatlarını taşıyamaz, hele hele hiç uçamaz!

Bilenler bilir; oruç kendini hissettirmeye başlarsa, şartlar ağırlaşır önce. Susuzluk daha hissedilir ve en önemlisi zaman gittikçe yavaşlar. Saatin kadranları, ayaklarına safralar bağlanmış zaman köleleri gibi gittikçe ağırlaştırırlar adımlarını. Ve bir çocuk bu tür zaman yavaşlaması-susuzluk sarmalına girerse yardıma ihtiyacı olur genelde. İşte o an anne yetişir ve incecik tülbendiyle zamanı hızlandırır çocukları için. Bembeyaz ve incecik tülbendi serin suya batırır önce sonra sırtüstü yatan çocuğunun yüzüne örter. Sütbeyaz ve buz gibi bir hayal perdesi gerilir çocuğun ufkuna, artık ondan sonrası kolaydır. Düşlerin buzul nefesi üfler kadranı arkasından, hızlanır saniye, dakika ve saat. Şimdi ben bunları böyle yazıyorken, meşhur 'eski-yeni Ramazan' paradoksu geldi aklıma. Şöyle düşünüyorum şahsen; eskinin güzel olmayan, kerih neyi varsa unutkanlık cilası ile siliniyor hafızadan. Bu nedenle hep güzellik kalıyor geçmişten. Hele ki mevzu bahis kutsal şeyler ise... Dolayısıyla evet, 'nerede o eski Ramazanlar?' ama aynı zamanda yine evet, 'bugünkü Ramazanlar da ayrı bir şahane!'

Yusuf Ziya Bey'i izlemek, dinlemek, Kâbe'den namaza takılmak, dünyanın bambaşka yerlerinde yaşanan Ramazan coşkusuna ortak olmak, bir dolu kişisel menkıbeye takılıp 'vay be!' filan demek. Hepsi, hepsi muhteşem. İftar vakti elinde mikrofon halkın arasına dalan sunucular da hoş, spikerin yanına konuşlanıp kulağımıza aklı başında üç cümle çalan hocalarımız da... İmsak sonrası mukabele de harika, çadırlar da, kumanyalar da...

Zaten yeni ile eskinin de böyle bir derdi yoktur sanırım, hani 'ben senden daha iyiyim, daha şahaneyim' diye. Bizim eli kalem tutan ricalin icadı biraz bu iş.

Bakın; çaktırmadan nasıl itiyor gündelik ıvır zıvırı mübarek ay ve annelerimizin tülbendi gibi ne şahane bir buzul hayal âlemine sürüklüyor bizi değil mi?

ZAMAN