PKK'nın ve BDP'nin Şemdinli'yi kurtarılmış bölge gibi göstermeye çalışmasının amacının ne olduğunu dün yazmıştım:
Terör örgütü ve siyasi uzantısı, Şemdinli'de girişilen "halk ayaklanması" macerası fiyaskoyla sonuçlandıktan ve halktan destek alamayan teröristler dağ başında yapayalnız kaldıktan sonra, şimdi de 700 kişiyle 400 kilometrelik bir alanı tuttukları, Türkiye sınırları içinde bir toprak parçasını ele geçirdikleri ve "kurtarılmış" bir bölge yaratmayı başardıkları propagandasıyla hem Türkiye kamuoyunun moralini bozmak hem dünya kamuoyuna "Arap Baharı'nın Türkiye'ye de sirayet ettiği; Türkiye'de de tıpkı Suriye gibi bir iç savaşın başladığı görüntüsü vermeyi umuyorlar.
Ama sadece bu değil. Bu temel amacın yanı sıra, yürütülen propagandadan umduğu başka bir amacı daha var PKK-BDP hareketinin: Hükümeti tahrik ederek 90'lı yılların çizgisine döndürmek...
"Halkını vuran ordu" tablosu
Şöyle bir düşünün; Selahattin Demirtaş'ın üstüne basa basa devletin Şemdinli'ye giremediğini açıklamasının, buna paralel olarak birçok yayın organının "devlet terör karşısında zaafa düştü, hakimiyeti kaybetti" diye yazıp çizmesinin devleti yönetenler üzerindeki etkisi ne olabilir? Bu "zaaf" görüntüsünü bir an önce ortadan kaldırmak üzere gözü kara bir saldırıya girişmek... Öyle değil mi? İşte PKK ve BDP'nin bu propagandadan ikincil amacı da bu... Devlet bu zafiyet görüntüsünü ortadan kaldırmak için sap saman demeden gözü kara bir saldırıya girişecek, teröristlerin yanında birçok masum insan da mağdur edilecek... Böylece ortaya "halkını vuran ordu" tablosu çıkacak... Bu tablo üzerinden "Esed-Erdoğan" "Türkiye-Suriye" benzetmeleri yapılacak...
Aslında hükümet bu planın baştan beri farkında olduğu için, Şemdinli'deki girişime karşı mücadelede son derece dikkatli bir yol izledi. O günlerde bazı yorumcuların "Şemdinli operasyonu neden bu kadar uzun sürdü, yoksa ordu PKK'yla baş edemiyor mu" eleştirilerine rağmen çizgisini değiştirmedi.
Neydi bu çizgi?
"Uzun sürede ama az kayıpla"
Hürriyet Gazetesi'nden Şükrü Küçükşahin 13 Haziran tarihli yazısında hükümetin Şemdinli'de izlediği çizgiyi şöyle anlatıyordu:
"Bu arada Şemdinli operasyonu niye uzun sürdü onu da açıklayalım. Süreci tamamen sivil kadrolar yönetti. Komutanların ifadesi ile vali 'git' dedi, asker gitti. Vali, 'kal' dedi asker kaldı. Vali de süreci siyasi otoritenin 'Öncelik hava harekatı. Yavaş da olsa, emin ilerleyin. Uzun sürse de kayıp az olsun' talimatına göre yönetti. Çünkü PKK, çok geniş bir alana mayınlar döşemiş, tuzaklar kurmuştu. Yani uzun operasyon, siyasi bir karardı ve siyaset sonuçtan memnun kaldı."
Tabii biz de çok memnun kaldık...
Hükümeti önyargısız bir şekilde izleyebilen herkes, bütün o dönem boyunca "güvenlikçi politikalara döndü" diye suçlanıp duran iktidarın izlediği sakin tutumu, terörle mücadeleyi hukuk içinde ve sivil halka zarar vermeden yürütme iradesini gördü ve takdir etti.
Şimdi hükümet bir kez daha tahrik ediliyor. Şahinleşmesi için provoke edilmeye çalışılıyor. Yine bazı kalemler, Demirtaş'ın açıklamasından hareketle hükümeti "alan hakimiyetini PKK'ya kaptırmakla" suçluyor. Bazıları "Şemdinli olayları sırasında AK Parti Hükümeti'nin PKK terörünün üstüne yanlış gidişinin PKK'yı şımarttığını, hükümetin askeri birlikleri mümkün olduğu kadar alandan uzaklaştırarak şehit sayısını düşük tutarken PKK'nın alanda ister istemez etkinliğini artırdığını ancak İsviçre gibi ülkelerde güvenlik güçlerine uygulanabilecek hukuki kurallarla Güneydoğu Anadolu'da güvenlik güçlerinin elini kolunu bağladığını, PKK'yı ise rahatlattığını" söylüyor.
Bense hükümetin bu defa da tahriklere kapılmadan; "özgürlük mü-güvenlik mi" ikileminin gerçekte bir ikilem olmak zorunda olmadığını dosta düşmana ispatlayabileceğini düşünüyorum.
Dilerim AK Parti doğru bir mücadele çizgisiyle, bu eleştirileri yöneltenlere Türkiye halkının da İsviçre gibi ülkelerde uygulanan hukuki kurallara layık olduğunu bir kez daha gösterir.
BUGÜN