Sanal insan yaratmışlar.
Televizyonda görünüyor, sen bir şey söylüyorsun o bir cevap veriyor.
Ekrana bir kâğıt tutuyorsun, kâğıdın üzerindekileri okuyor.
Canlıyı kopyalamak ise çok öncesinin işi.
Koyunları klonladılar.
Genetik haritaları çıkartıyorlar, görüntülü telefon yapıyorlar, uzaya gidiyorlar, robotları kullanıyorlar, kansız ameliyatlar gerçekleştiriyorlar.
Kim yapıyor bunları?
Bizimle aynı zaman diliminde, bizimle aynı gezegende yaşayan, bizimle aynı genetik yapıya sahip diğer insanlar yapıyor.
Biz yapamıyoruz.
Niye diğer ülkelerde yaşayan insanlarla aramızda böylesine büyük farklar var?
Bir düşünün.
Eğer dünya sadece Türkiye’den ibaret olsaydı hâlâ ayran içip davul çalıyor olacaktık.
İnsanoğlunun büyük teknolojik gelişiminde neredeyse hiç rolümüz yok.
Bu büyük gelişim macerasında bizim insanlığa hemen hemen hiçbir katkımız olmadı, sadece onların yaptıklarını kullanmayı öğrenebildik.
Elektriği biz bulmadık, radyoyu biz bulmadık, telgrafı, telefonu, televizyonu, arabayı, treni, uçağı biz bulmadık, lazeri, robotu, interneti, bilgisayarı biz bulmadık.
İnsanlık bize kızıp da “verin bizim bulduklarımızı geriye, bundan sonra bizim bulduğumuz hiçbir şeyi kullanmayacaksınız” dese, biz o anda ışıksız kerpiç evlerimize geri döner, ok ve yayla tavşan avlamaya çıkar, bir yerden bir yere atla, en kabadayısı faytonla gideriz.
Yaratıcılıkta yüzlerce yıl geriden geldik.
Bugün hâlâ aynı mesafeyi koruyor, fevkalade geriden geliyoruz.
Onlar canlıları klonlamayı, sanal insan yapmayı beceriyor.
Biz daha onların “buluşlarını” kendi zihinsel gündemimize alamıyoruz.
Neden böylesine geriyiz?
Sanırım biz büyük bir “zihinsel kilitlenme” yaşıyoruz.
Saçma sapan sorunlar yaratıyor sonra da bunların çözümlenmesini yasaklıyoruz.
Sorunlarımızın hiçbiri “gerçek” sorun değil.
Bunların hepsi “yapay” ve mekanik sorunlar.
Neredeyse yüz yıldır hiç değiştirmeden “kullandığımız” yasakları ve bu yasakların hep canlı tuttuğu sorunları bir gecede çözebiliriz.
Bana Türkiye’nin bir gecede çözülemeyecek büyük bir sorununu söyleyin.
Türban mı?
Tek bir yasa değişikliğiyle çözümlenir.
Kürt meselesi mi?
Anayasadaki tek bir maddenin değişimiyle çözümlenir.
Alevilik mi?
Cemevlerini ibadethane kabul eden bir mevzuat değişikliğiyle çözümlenir.
Eğitim mi?
Batı standartlarında bir özgürlük rejiminin kabulüyle çözümlenir.
Deprem mi?
İhale yasasındaki bir “yapı malzemeleri” değişikliğiyle çözümlenir.
Bir gecede çözülemeyecek meselesi yok Türkiye’nin.
Turgut Özal, iktidarının yalnızca ilk kırk gününde yaptığı yasal değişikliklerle bambaşka bir Türkiye yaratmıştı.
Hiç çözülemeyecek gibi görünen sorunlar çözülüvermişti.
Ticaret, finans, iletişim, ulaşım, spor kırk günde yüzyıllık mesafe kaydetmişti.
Burada sorunları çözmek çok kolay çünkü sorunlar “gerçek” değil, kökü olmayan yapay sorunlar.
Bizim “sorunumuz” öyle “sorun olarak gördüklerimiz” değil, bizim sorunumuz o “sorunları yaratan” ve çözülmesine izin vermeyenler.
Çözülmemesi için de büyük bir “zihinsel kilitlenmeye” eğitim ve medya yoluyla hapsediyorlar bizi.
Sorunları ve çözümleri hiç düşünmeyelim, hiç konuşmayalım, hiç çözmeyelim diye öylesine iğdiş ediyorlar ki zihinlerimizi bütün yaratıcılığımızı da kaybediyoruz.
Bir tek kaydadeğer buluş çıkmıyor bizden.
İnsanlığın sırtında bir parazit gibi yaşıyoruz, onlar buluyor biz kullanıyoruz.
Yetmiş milyon insanın, sadece bir gecede yapılacak “mekanik” birkaç değişiklikle çözümlenecek sorunlar içinde hayatlarını kaybetmesi çok acıklı değil mi?
Zihinsel olarak kendi çağımızdan böylesine kopuk ve geri yaşamamız yaratıcılık alanında bizi bir tür “mağara adamı” düzeyine indirgiyor.
Çok parlak, çok eğlenceli, çok yaratıcı bir çağda, dünyanın en güzel ülkelerinden birinde, yapay sorunlarla boğuşarak yüz yıl öncesini yaşıyoruz.
“Bir gecelik” bir kararlılık eksikliğinden bir hayatı boşa harcıyoruz.
TARAF