İsviçre seyahatimiz Lozan merkezli olsa da programımız dahilinde Alpleri ve Cenevre’yi de ziyaret etmek istiyoruz. Bizi Lozan’daki evinde ağırlayan dostumuzun hem Alplerdeki Gstaad Kayak Merkezi’ndeki dağ evinde çay içmek hem de Alplerin o efsunlu havasını solumak için bir öğle saati yola koyuluyoruz. Leman Gölü’nün kıyısındaki Lozan’dan sonra Alplerin serin havası hemen kendini belli ediyor. Dostumuz iki saate yakın bir zaman tırmanışımızın süreceğini söylüyor. Aylardan nisan. Dağlar yeşile durmuş, araçtan dışarı seyrederken Allah’ın arzının (ayette de geçtiği gibi) ne kadar geniş olduğunu düşünüyorum ve dağların nasıl sarsılmaz bir kuvvetle yeryüzüne çakıldığını…
Gstaad Alp Kasabası
Yol boyunca yükseklik artıkça yol kenarlarında baharın gelişiyle henüz erimeyen yer yer kar tabakaları göze çarpıyor. Dün Leman Gölü’nün kıyısında günlük güneşlik bir gün yaşarken, bugün küçük kar kümeleri arasında yol alıyoruz. İlginç, sevimli köylerin içinden geçiyoruz. Tabi buralardaki evlere köy evi demek imkânsız. Her biri şato görünümünde ve hemen her köyde kayak pisti var.
Çocukken ilgiyle seyrettiğim Heidi çizgi filminin bu dağlarda geçtiğini bilmek yolculuğa ayrı bir heyecan katıyor. 1980’lerde televizyonun siyah beyaz olduğu ve tek kanaldan yayın yaptığı zamanlarda Heidi salı akşamları yayınlanırdı. Ailece küçük büyük hepimiz, dedesiyle Alplerde yaşayan sevimli kızın, arkadaşı Peter’le olan maceralarını doyumsuz bir sevgiyle seyreder, karla örtülü Alplerin doğasında gizemli bir yolculuğa çıkardık. O yıllarda bir gün Heidi’nin yaşadığı dağlara geleceğimi hayal bile edemezdim. Camdan dışarıyı seyrederken “İnsanoğlu kuş misali” modundayım. Dostumuz, köylerin içinde hâlâ Heidi’de gördüğümüz başı örtülü, giysileri dantelâ önlüklü, kollarında yunurta sepetleri taşıyan köy kadınlarının yaşadığını ve köy kültürünü yaşattıklarını söylüyor. O köyleri gezmek ve yaşamları gözlemlemek Gstaad’a gitmekten daha keyifli olabilirdi. Ancak baharın henüz geldiği dağ ikliminde hava erken kararıyor. Ve bizim Alpleri keşfetmek için sayılı saatimiz var.
İsviçre Alplerinin Güney Batısında yer alan Gstaad kasabasının bulunduğu Alplerin yüksekliği 1200 ile 2971 metre arasındaymış. Kışın önemli bir kısmını kar altında geçiren bu dağ kasabası turizmde dünya sosyetesinin başta gelen kayak merkezi olarak nam salmış. İsviçre’deki kayak merkezlerinin içinde en şaaalı ve müşteri portföyüyle en iddialı konuma sahipmiş. Konaklama ve tatil fiyatlarının yüksekliğine rağmen dünyanın her köşesinden milyonerin uğrak yeriymiş. Ve oldukça pahalı lüks otellerde yer bulmak için aylar öncesinden rezervasyon gerekiyormuş. Yılın pek çok ayı boş olan ve belirli zamanlarda sahipleri tarafından kullanılan “Kışlıkların” fiyatı ise milyon dolarlarla tabir ediliyor.
Dağ Evinde Çay
Akşam karanlığı çökmek üzereyken Gstaad’a varıyoruz. Küçük bir dağ kasabası burası; sağında solunda karların erimeye yüz tuttuğu bir yolda, şale stili evlerin, görkemli otellerin arasından ilerleyerek üç katlı şatovari bir evin önünde duruyoruz. Burası dostumuzun dağ evi. Ahşap ve haşmetli görünümüyle, filmlerdeki gizemli konakları andırıyor. Evin içi de dışı kadar enteresan. Duvarları ve zemin döşemesiyle tam bir dağ evi doğallığında ve hemen her köşesi İsviçre’nin sembolleri, geyik, inek vs. biblo ve heykelleriyle donatılmış. Balkonunda ise devasa bir inek heykeli var. İsviçre’nin Montofon ırkıyla meşhur ineklerini canlı göremesek de maketiyle idare ediyoruz.
Dışarının ayazına rağmen içerisi sıcacık. Daha da ısınmak için çay iyi gelecek. Dostumuz bize üst katındaki dairenin Leydi Diana’nın varislerine ait olduğunu söylüyor. İngiliz Kraliyet Ailesi Gstaad’a tatile gelir, Leydi Diana da sağlığında üst kattaki daireyi kullanırmış. Ayrıca Gstaad’ın Aristokratlar tarafından tercih edildiğini, burada yalnızca soyluluğuyla tescillenmiş kimselerin girebildiği kulüpler olduğunu öğreniyoruz. Öyle ki bu kulüplere girebilmek için zenginlik kıstas değilmiş. Belli bir ünlü şanlı şecereye tâbi olmak yeterliymiş. Yani, tarihte ya da bugün ekonomik, siyasi, sanatsal ve toplumsal gücü elinde tutanlar, “biz Aristokratlar” yaftasıyla İsviçre Alplerinde bile kendilerine özel mekânlar tesis etmeyi ihmal etmemişler. Hiç şaşırmadım.
Dostumuz Gstaad’ın yalnızca kayak sporuyla değil, yıl boyunca aktif etkinliklerle de adından söz ettirdiğini söylüyor. Lüks otomobil müzayedeleri, klasik müzik festivalleri, her çeşit imkanı sunan otelleri, gurme restoranları, gece kulüpleri, pahalı butikleri ve her seviyede kayakçıya hizmet veren spor kompleksiyle kış aylarında hareketli bir ortamı varmış. Ayrıca yıl boyunca, golf ve tenis turnuvalarına ev sahipliği yapıyor, teleferik ulaşımına imkân sağlıyormuş. Müzik ve tiyatro festivalleriyle de adından söz ettiren bir konuma sahip. Husky cinsi köpeklerin çektiği kızaklar da turistlerin ilgi alanı dahilinde. Bir de bizim Ürgüp’te olduğu gibi kasabanın semalarında balonla tur atmak da gelenekler arasındaymış. Tabi biz bir akşam gezmesine geldiğimiz için Gstaad’ı sadece coğrafi yönüyle gözlemleyip tanıyabildik.
Geldim Gördüm Gidiyorum
Çay ve sohbetle geçirilen bir akşamın ardından Lozan’a dönmek için yola çıkıyoruz. Gece vakti aracımız, dağ yolundan, ışıklı köylerin arasından akıp giderken, gördüğüm ve dinlediğim kadarıyla zihnime Gstaad’dan kareler kodlamaya çalışıyorum. Doğal güzelliğinin yanı sıra bizim hayat algımızla hiç de örtüşmeyen yaşamın hüküm sürdüğü bu dağ kasabası ilginç bir ziyaret olarak belliğimde yerini alıyor. Bir gece kulübünde bir bardak içkinin onlarca frankla ölçüldüğü, karda kayak yapmak için üç günlük tatile binlerce frangın ödendiği bu kayak kasabası, dünyaca ünlü sosyetenin uğrak yeri olsa da benim kalbime pek tesir etmiyor. Hatta dünyanın önemli bir kısmı açlık ve sefaletle pençeleşirken böyle hayatların hükmüne şahit olmanın şaşkınlığı içindeyim. Geldim, gördüm, gidiyorum duyarsızlığı da denebilir buna. Arkadaşım Nazan’ı uğurladığım İsviçre’yi çocukken böyle bilmezdim elbette. Gözlerim ısrarla içinden geçtiğimiz köylerin evlerinde, pencerelerinde, çocukluğumun Heidi’sini arıyor.
Annemasse’da Bir tekerlekli İskemle
Bugün İsviçre’den Fransa’nın sınır şehri Annemasse’ a şehrine geçip, bir dostumuzu alarak bir sanatoryuma gideceğiz. Bir hasta ziyareti için yola çıktık. Lozan’dan Fransa’ya geçiş pek de ülke değiştiriyormuşuz hissi vermiyor. Ne gümrük, ne vize; sadece sınırdan geçerken Fransa’ya geçtiğinizi belirten bir levha görüyoruz. Annemasse, Fransa’nın pek de bilinmeyen şehirlerinden biri, adeta küçük bir köyü andırıyor. İsviçre’nin bakımlı şehirlerine de benzemiyor. Evler, yollar daha özensiz ve suç oranının yüksek olduğu bir yermiş burası. Burada oturan dostumuzun evine uğrayıp onu da alarak şehrin dışındaki sanatoryumda tedavi gören bir tanıdığımızı ziyaret için yeniden yola koyuluyoruz.
Fransa’da hastalar için hastanede tedavi olduktan sonra kendilerini hastane ortamından uzakta huzur ve sükunet içinde hissetmeleri için ayrıca rehabilitasyon merkezleri yapılmış. Sanatoryum dedikleri bu merkezler şehirlerin dışında ve doğal ortamın içindeymiş.
Bir saati aşkın yol aldıktan sonra Annemasse’ın uzağındaki sanatoryuma geliyoruz. Burası kafeteryası, yürüme parkurları ve tabii güzelliğiyle bir hasta yerinden çok, ormanın içindeki büyük bir masal evini andırıyor. Hastamızı odasında ziyaret edip onu da alarak kafeteryada hep birlikte çay içiyoruz. O sırada tekerlekli iskemlede oturmuş, üzüntü içinde çevreyi seyreden bir genç kız dikkatimi çekiyor. Kızın güzel yüzündeki kederli ifadenin sebebini anlamak istiyorum. Arkadaşımla yanına yaklaşıp sohbet etmek için selam veriyoruz. İngilizce küçük bir tanışma faslından sonra sohbet ilerliyor. Genç kızın anlattıkları bugün bile düşündüğümde içimi sızlatan cinsten. Erkek arkadaşıyla birlikte otomobille seyir halindeyken trafik kazası geçirmişler. Arkadaşı kazayı yarasız beresiz atlatırken,genç kız felç geçirerek tekerlekli sandalyeye mahkûm olmuş. Boynundan aşağı hiçbir uzvu tutmuyor, parmağını dahi kıpırdatamıyormuş. “Bir yıldan beri bu sanatoryumda kalıyorum.” derken sesi titriyor. Ve çok sevdiği, birlikte evlenme planları yaptıkları erkek arkadaşının kazadan sonra onu bir kez bile görmeye gelmediğini söylerken ağlıyor.
Bu dramatik öykü en kalpsiz insanı bile etkiler diye düşünüyorum. Ama kızın, sevdiği adama tesir etmemiş olacak ki onu bir başına bu sanatoryumda çürümeye terk etmiş. Böyle durumlarda teselli edici sözcük bulmak ne zor. Hele bir de aynı dilden, ayrı dinden konuşamıyorsanız. Sadece kızın ellerinden tutuyorum ve gülümsemeye, ona moral vermeye çalışıyorum. Güzel gözlerindeki hüzün bugün bile hatırımda.
Adı Kendinden Büyük, Küçük Bir Göl Şehri Cenevre
Bugün bir haftaya yakın süren İsviçre seyahatimizin son günü. Lozan’dan Cenevre’ye geçip, şehri gezdikten sonra İstanbul’a uçuş hazırlığındayız. Her seyahatin son günü belki de en tatsız yanıdır. Hele bir ülkeden bir ülkeye transfer olacaksanız zihinsel ve bedensel uyumda zorlanırsınız. Havalimanı stresi, uçuş tedirginliği, varacağınız yere vasıl olma telaşı, gezip gördüğünüz son noktaları köreltir. Bu haleti ruhiyeden sıyrılmaya çalışarak Cenevre’yi keşfe çıkıyoruz.
Küçük bir şehir turundan sonra aracı park edip, göl kıyısında yürüyüş yapıyoruz. Dünyanın en kaliteli ve en yaşanır şehirleri arasında 3. Sırayı alan Cenevre; temiz, bakımlı cadde ve sokakları, büyük alışveriş merkezleri, tarihi gotik binaları, değişik mimari yapıda lüks otelleri, kafeterya ve restoranları ile tam bir turistik şehir havasında. Bu şehirde sıradan bir aile yaşamı yokmuş gibi hissediyorum. Şehir sanki gezip dolaşılmak, alışveriş yapmak ve dışarıda yemek için kurulmuş. Dünyadaki en pahalı şehir sıralamasında 5. sırayı aldığını da düşünürsek, bu seküler kültürün kimlere hitap edeceğini anlamamız da zor değil. (Bir magnetin 10 franga satıldığını öğrenince magnet almaktan vazgeçtiğim tek şehir)
Lüks ve pahalı otelleriyle ünlü, Cenevre’yi ziyaret edenler arasında yine dünya sosyetesini anmak, bunun yanında zengin Arap devletlerinden da hatırı sayılır ziyaretçinin özellikle yaz aylarında şehri adeta istila ettiğini söylemek abartılı olmaz. Özellikle Arapların aile hatta sülalece gelerek otel kapattıkları ve Cenevre’de yaz boyunca kaldıkları bu söylentilerden bazıları.
Jet d’Eau (Water-Jet),
Alplerden gelen dağ sularıyla beslenip, Cenevre’den geçen Rhone Nehri’ne boşalan Leman Gölü ise şehrin en güzel kısmı. Gölde tekne turları yapılıyor. Karşı kıyısında ise Gölün, Rhone Nehri’yle birleştiği yerde dev bir fıskiye görünüyor. Jet d’Eau (Water-Jet) diye adlandırılan fıskiye, an itibarıyla dünyanın en yükseğe su püskürten fıskiyesi olma vasfını taşıyormuş. Günün 24 saati gölden aldığı suyu 200 km/saat hızla, yerden 140 metre yükseğe püskürten fıskiyeyi gölün karşı kıyısından izlemek keyifli. Ve bu fıskiyeyi (Eiffel Kulesi gibi) şehrin her yerinden görmek mümkünmüş.
190 bin civarında olan nüfusuyla, İsviçre’nin Zürih’ten sonra en kalabalık şehri olan Cenevre, yine İsviçre şehirleri içinde yabancı nüfusu en çok barındıranıymış. Yapılan son nüfus sayımı verilerine göre şehrin yüzde 44’ünü yabancılar oluşturuyor. Dili Fransızca ve şehrin geneline Fransız kültürü hakim. Fakat 16 km karelik yüzölçümüyle oldukça küçük bir yerleşim birimi olduğunu öğrenince Cenevre’yi “kozmopolit bir köy” diye tabir edenleri daha iyi anlıyorsunuz.
Cenevre, gerek refah düzeyi açısından, gerek sayılı zenginin yaşadığı ve gelip gittiği çok pahalı bir şehir olması hasebiyle dünyanın fildişi kulelerinden biri diye de tabir ediliyor. Avrupa’nın tam ortasında ve Paris, Lyon, Milano gibi şehirlere trenle iki üç saat uzaklıkta. Ayrıca şehrin topraklarının bir kısmı İsviçre’de bir kısmı Fransa’da olduğundan bu haliyle de bir hayli ilginç bir konuma sahip.
Cenevre Gölü kıyısında dolaşıp göle paralel uzanan şehri karşıdan seyrediyoruz. İsmi ve ünü kendini aşmış, bu küçük göl şehrinin sakin ve durağan bir görünümü var. Araçların titizlikle trafik kurallarına uyduğu şehirde ulaşım da son derece rahat ve sorunsuz sağlanıyor. Toplu taşıma da aktif. Otelde kalanlar için bir de toplu taşıma tarifesi varmış ki, şehrin belki de tek ücretsiz ve ekonomik yanı bu diyebiliriz. Şehirde kalınan otellerden alınan bir kartla, bütün otobüs ve trenlere ücretsiz binerek şehri gezebilmenize imkân tanınıyormuş.
Cenevre, Birleşmiş Milletler, Dünya Sağlık Örgütü, Nükleer Araştırma Merkezi (CERN) gibi siyasi oluşumların merkezlerine de ev sahipliği yaptığı gibi saat endüstrisinde de merkez konumda… Lüks, pahalı, el yapımı saatler denince ilk Cenevre akla geliyor. Rolex, Patek Philippe gibi markalarıyla tanınan meşhur saat endüstrisi ağırlıklı olarak bu şehirde bulunuyormuş. Asırlık saatlerin sergilendiği Pateks Saat Müzesi de yine bu şehirde. Fakat müze gezemeyecek kadar dar vakitteyiz.
Çiçek Saati
Uçağımızın saati yaklaşıyor ve göl kıyısındaki bir parkta oturarak biraz soluklanıyoruz. Jardin Anglais(İngiliz Bahçesi) adı verilen bu parkın ortasında devasa bir Çiçek Saati var. Bu saat 1955 yılında parkın bahçıvanı tarafından yapılmış. Sonrasında ziyaretçilerinden gördüğü ilgiyle Cenevre’nin sembolüne dönüşmüş. 4 metre çapında olan Çiçek Saati 650 çiçekle yapılmış. Saatin renkleri her mevsim değişiyormuş. Ayrıca parkın ortasında bir ağaçtan yontularak yapılmış bir ağaç heykeli mevcut.
Cadde, sokak ve parklardaki halk ise eğitimli ve refah düzeyi yüksek insanlardan oluşuyor gibi görünse de, bu parkta da tanık olduğumuz gibi ahlaki sıkıntı yine had safhada. En çok da eşcinsel birlikteliklerin el ele, kol kola uluorta rahatça sergilenmesi rahatsız edici.
Cenevre’ye kadar gelip de ünlü çikolatasından da söz etmeden geçmeden gerek. İsviçre her renk ve lezzet de çikolata üretimiyle de meşhur. Çikolata sevmeyen ve Avrupa seyahatlerinde hediyelik çikolatayı Almanya’dan alan biri olarak Cenevre’den birkaç paket, tadımlıkla yetiniyorum. Aklımda arkadaşım Nazan’ın bana ilkokul yıllarında getirdiği saat var. Bizi ağırlayan dostumuzdan kol saati alacağımız bir dükkâna götürmesini rica ediyorum.
Havaalanı’na yakın bir saatçideyiz. İsviçre’nin 50 bin franga kadar ulaşan saat fiyatlarının yanında oldukça mütevazı (Yani oranın piyasasına göre) bir dükkândan kol saati beğeniyorum. (Bu saati sonraki zamanda uzun süre kullandım. Ta ki babamın vefatında Edremit’teki evimizde unutana kadar.)
Bir seyahatin daha sonuna yaklaştığımız anlardan birindeyiz. Uçak saatimizden erken vakitte havaalanına geçeceğiz. Fakat açız ve restorana gitmemek için direniyoruz. Türk lokantaları burada merkeze uzak yerlerde ve hijyen konusunda oldukça sıkıntılıymış. Zaten uzun uzadıya yemeğe ayıracak vakit de yok. Marketten biraz meyve, kahvaltılık ve ekmek alıp açlığımızı yatıştırıyoruz.
İşte Gidiyorum (Işığımız Sönmeden)
Havaalanına geldiğimizde uçağın iki saat rötar yaptığını öğrenmek canımı sıkıyor. En tatsız bekleyiş. Böyle anlarda zaman geçirecek bir şeyler aranır. Yorgun argın bir köşeye oturup çantamdan not defterimi çıkarıyorum. Lozan, Cenevre, Gstaad üçgeninde bir öykünün nabzını tutuyorum. İçimdeki hikâyeci ne kayak merkezi dinliyor, ne sosyetenin uğrak yerlerini, ne lüks alış veriş merkezlerini ne de kara para aklamada mahir İsviçre bankalarını…
Gözlerimi kapatıp Leman Gölü’nün kıyısında maviye dalıyorum. İsviçre Alplerini yaratan yüce Rabbin azametini ve kullarının hayat felsefesini çarpıştırıyorum. Şükürle karışık bir yalnızlığın esareti mi bu? Dünya bizim gurbetimiz. Her yerini gezip görsek de hiçbir yere ait olamadığımız şu gezegende hızla sonsuzluğa doğru yol aldığımızı hissediyorum. Galaksimin en kuytu köşesinde düşüncelerim ve ben şimdi baş başayız. Hem zayıfım hem güçlü. Bir de hatırımdan çıkmayan sanatoryumdaki kızın öyküsü…
Çok mu uzadı? Neyse ne harfler, ne cümleler dindirir bu sızıyı. Nazım Hikmet’in “İsviçre’den Geçerken” şiirinden mısralar kurtarsın yazıyı…
“geçiyor isviçre camdan
güneşli bir akvaryumdan
geçen bir balık gibi,
çok renkli bir balık.
bakıyorum vagonumdan
kederli
alaycı
öfkeli biraz da alık
bakıyorum vagonumdan
not alıyorum
isviçre üstüne doğru yanlış bildiklerimi
gördüklerime katarak
hava ne soğuk, ne sıcak,
burda her şey böyle galiba, gülüm
ne soğuk, ne sıcak,
ne serin, ne ılık
ayarlı bir saat
markası ünlü bir kol saati…
isviçre oyuncak bir memleket
dev dağlarla karışık….”
Kültür Ajanda’nın Şubat sayısından alıntılanmıştır.