Jurgen Mackert’nin Middle East Eye’de yayınlanan yazısı, Haksöz Haber tarafından tercüme edilmiştir.
Uluslararası Ceza Mahkemesi'nin (UCM) İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu ve eski savunma bakanı Yoav Gallant hakkında tutuklama kararı çıkarması ve Uluslararası Af Örgütü'nün geçen yılın sonlarında İsrail'in Gazze'deki soykırımına ilişkin bir rapor yayınlamasından bu yana, Alman hükümetinin basın toplantıları bir gösteri haline geldi.
Kasım ayında, UCM'nin kararı sorulduğunda bir hükümet sözcüsü kaçamak cevaplar verdi ama nihayetinde gazetecilere “Almanya'da bu anlamda tutuklamalar yapacağımızı hayal etmekte güçlük çektiğini” söyledi.
Ertesi ay, Af Örgütü raporu sorulduğunda Alman sözcüler benzer şekilde kaçamak cevaplar verdi ve sonunda birisi, İsrail'in Hamas'a karşı kendini savunmak için hareket ettiğini açıkladı.
Almanya açıkça ne UCM'nin Roma Statüsü'nü imzalayan bir taraf olarak yükümlülüklerini yerine getirmek istiyor ne de Filistin halkına yönelik belgelenmiş bir soykırım olduğunu söylemek istiyor.
Alman hükümeti, UCM'nin bu karara varmasını hiç beklemiyordu ve mahkemenin artık yalnızca Batı çıkarlarının bir aracı olarak çalışmadığını gören devlet, bir çıkış yolu bulmak için kıvranıyor.
Sözde evrensel adalet ve insan hakları değerlerinin sadık ve tereddütsüz savunucusu olduğunu iddia eden Almanya'nın taktığı maske düştü. Başkalarına bu değerleri ve uluslararası hukukun özel önemini öğretmekten her zaman mutluluk duyan Almanya, bu hukuka ve UCM'ye karşı alaycı olmasa da ikiyüzlü bir tutum sergilemektedir.
Ne UCM kararı ne de Siyonist yerleşimci-sömürgeci apartheid rejiminin kapsamlı bir şekilde belgelenmiş soykırım suçları bile Almanya'yı her zamanki inkâr ve ret stratejisini izlemekten alıkoyamaz.
İkilem yok
Almanya on yıllardır İsrail'in işgal altındaki Batı Şeria'daki yasadışı yerleşimlerini savunmuş ve Nakba'dan bu yana durmayan Filistin'in etnik temizliğini inkâr etmiştir. Gerçekleri görmezden gelerek inkâr etmek başka bir şeydir; dünyanın en saygın insan hakları gruplarının, İsrail apartheid ve soykırımına ilişkin iyi araştırılmış raporlarını reddetmek - ki Almanya bunu yıllar boyunca defalarca yapmıştır - tamamen başka bir şeydir.
İsrail'in Gazze'de soykırım uyguladığını uzun zamandır teyit eden Af Örgütü'nün son raporunu ve İnsan Hakları İzleme Örgütü'nün raporunu reddeden Almanya'nın bu vahşeti inkârı yeni bir boyuta ulaşmıştır.
Almanya'nın er ya da geç şu yönde bir açıklama yapacağından korkabiliriz: “Almanya'nın tarihi nedeniyle, ülke çözülemez bir ikilem içinde: ne yazık ki, UCM'nin kararına uyamaz. Ülkenin Siyonist rejime karşı özel bir yükümlülüğü var ve Almanya'nın 'devlet gerekçesi' -İsrail'in güvenliği- ülkenin UCM'ye karşı yükümlülüklerini yerine getirmesini imkansız kılıyor.”
Ancak gerçekte Almanya bir ikilem içinde değildir; böyle bir ikilem ancak eşit derecede iki eylem zorunluluğu arasında olabilir. Ancak bu durumda UCM'nin kararı, bağlayıcı bir yasal yükümlülüğü işaret eden tek eylem zorunluluğudur.
Almanya'nın sözde “devlet aklı” ise bir kimeradan (Yunan mitolojisinde yer alan efsanevi bir yaratıktır. Genellikle bir aslanın başına, bir keçinin bedeni ve kuyruğunda bir yılanın başı olan bir yaratık olarak tasvir edilir.) başka bir şey değildir - tüm dünyanın inanacağı ve devletin İsrail'e verdiği sınırsız desteği haklı ve meşru gösterecek ahlaki açıdan abartılmış yarı-dinsel bir idol. Bu şeffaf strateji, dünyayı ve özellikle de Almanları, ülkenin Siyonist rejimin yanında yer almak gibi “ahlaki bir yükümlülüğü” olduğuna inandırmayı ve böylece gerçek jeopolitik, ekonomik, askeri ve mali çıkarlarını gizlemeyi amaçlamaktadır.
Siyonist rejim tarafından işlenen suçları destekleyip meşrulaştırırken “alternatifsiz” ahlaki gerekçelerle hareket ettiğini iddia etmek, Almanya için on yıllardır işe yarayan bir politika olmuştur. Ancak Gazze soykırımının üzerinden 16 ay geçtikten sonra durum değişmiştir.
Lübnan, Yemen ve Suriye'nin bombalanmasının yanı sıra Filistinlilerin soykırımını savunan, finanse eden, silahlandıran ve diplomatik olarak destekleyen ve sorumluları hesap vermekten koruyan Almanya'nın ahlaki sorumluluk masalına artık kimse inanmıyor.
Almanya'nın “devlet aklına” başvurması, ülkenin UCM'ye karşı bağlayıcı yükümlülüğünden kaçış sağlamıyor. Aksine, dünyanın ve özellikle de Filistin halkının çok uzun süredir katlanmak zorunda kaldığı üzücü bir manzaradan başka bir şey değildir.
Temeller atıldı
Eski Almanya Şansölyesi Angela Merkel 2008 yılında İsrail'in güvenliğinin Almanya'nın “devlet aklı” olduğunu açıkladığında, ırkçı yerleşimci-sömürgeci apartheid rejimi önünde secde etmesinden Almanya için yarı-dinsel bir kutsama çıkarmaya çalışmış ve böylece Siyonist rejime on yıllardır süren koşulsuz destek politikasına daha fazla meşruiyet kazandırmayı amaçlamıştır. Onun ahlaki ve ideolojik olarak yüklü terim anlayışı dört spesifik kitleye yönelikti;
İlk olarak Merkel, dünya kamuoyuna Almanya'nın örnek karakterini göstermek, onu tarihinden dersler çıkarmış ve ne olursa olsun İsrail'in yanında duracak bir ülke olarak sunmak istiyordu. Bu açıklama, İsrail'in işlediği suçların daha sonraki tüm inkâr ve reddinin temellerini attı.
İkinci olarak, Gazze'yi kuşatmaya henüz yeni başlamış olan İsrail'e, sınırsız bir destekle Filistin halkına istediğini yapmakta özgür olduğunu iletiyordu. Almanya böylece İsrail'in 2008-09, 2012, 2014 ve 2021'de Gazze'ye yönelik savaşlarını destekledi.
Üçüncü olarak, Merkel Filistin halkına Almanya'dan hiçbir şey beklememeleri gerektiğini açıkça ifade etti. Almanya, Filistin'deki yasadışı Siyonist yerleşimleri ve toprak gasplarını görmezden gelirken, onlara insan hakları hakkında boş laflar, “insani durumları” hakkında sahte üzüntüler ve “iki devletli çözüm” hakkında yalancı konuşmalar bırakıldı.
Son olarak, Alman vatandaşlarının o andan itibaren İsrail'e koşulsuz destekten başka bir “alternatif” olmadığını anlamaları gerekiyordu.
Bu noktadan Federal Meclis'in kabul ettiği, bir daha asla şimdi: Uluslararası Holokost Anma İttifakı'nın tartışmalı antisemitizm tanımına dayanan “Almanya'daki Yahudi yaşamını korumak, muhafaza etmek ve güçlendirmek” başlıklı kararın geçtiğimiz kasım ayında Federal Meclis'te kabul edilmesinden bu yana, demokrasinin Siyonist rejimin ihtiyaçlarına giderek daha fazla boyun eğdirildiğini ve onu eleştirenlerin antisemitizm suçlamalarıyla karalanmasının arttığını gördük.
Eleme mantığı
Almanya, İsrail'in savaş, işkence ve soykırım politikalarına yönelik eleştirileri bastırarak ve suç sayarak, yıkıcı, yerleşimci-sömürgeci tasfiye mantığına teslim olmuştur: Alman demokrasisi bugün Siyonizm'in sınırlarına uymak zorundadır. Merkel'in Alman demokrasisini piyasaya ve Siyonizme uygun hale getirmesi, Alman vatandaşlarının pek çok temel hakkını yok etmedeki en büyük başarısı olmuştur.
Almanya'nın siyasi sınıfı, ana akım medyası ve başlıca kurumları için ülkenin “saygınlığı”, İsrail'in Filistin halkını yok etmesine verdiği tam destekten ve ülke içindeki her türlü muhalefetin bastırılmasından kaynaklanmaktadır. Kendi soykırımcı, yerleşimci-sömürgeci ve faşist geçmişi olan bir ülke için bu ne kadar acınası bir “devlet aklıdır”?
Almanya'nın Siyonist rejime karşı “ahlaki yükümlülüğü” hakkında bitmek bilmeyen konuşmalarını dinlemek yerine, devletin apaçık çıkarlarına odaklanmalıyız. Birçok Alman bankası, sigorta şirketi, yatırımcı, araştırma kurumu, üniversite ve silah firması İsrail ile o kadar içli dışlı ki, Almanya'nın politikasındaki herhangi bir değişiklik kaçınılmaz olarak pazar, kâr ve önemli bilgi kayıplarına yol açacaktır.
Almanya'nın neoliberalizm dönemlerinde gözetim teknolojisinden nüfus yönetimine, insansız hava araçlarından yapay zeka savaşlarına kadar çok şey öğrendiği Filistin laboratuarını kaybetme korkusu var.
Almanya, neoliberalizm ilerledikçe ve sürekli olarak kontrol edilecek yeni kitleler ürettikçe, yerli Filistin nüfusuna karşı yerleşimci-sömürgeci yok etme mantığının on yıllar boyunca neler ürettiğiyle ilgileniyor. Bunu başaracak teknikler İsrail'in Filistin halkına on yıllardır uyguladığı baskıdan gelecektir.
Bu çıkarları korumak, soykırımcı bir rejimin sözde tarihsel sorumluluğu gibi ideolojik bir perdenin arkasına gizlenmiş gerçek Alman “devlet aklıdır”.
*Jurgen Mackert Almanya'da Potsdam Üniversitesi'nde Sosyoloji Profesörüdür. Almanya'da Erfurt Üniversitesi'nde Modern Toplumların Yapısı alanında geçici profesörlük ve Berlin Humboldt Üniversitesi'nde Siyaset Sosyolojisi alanında misafir profesörlük yapmıştır.