Çalışma odamın penceresinden duyduğum çığlığa koşarken, yüreğimden birşeylerin koptuğunu, gelen feryadın genç kıza ait olduğunu anladığımda ise heyecanımın katlandığını hissettim. Bir gencin köşeye sıkıştırarak, daha önceden tanıdığı belli bir iletişimle, dövmeye çalıştığını gözlemlediğim olayı - bu şekilde - içinden çıkamayacağımı anladığımdan, pencereden geri içeri süzülüyorum. Ama hala takibatımı camın bulanıklaşan görüntüsünün arkasından sürdürüyorum, ihtiyaç olur da koşarımın hissiyatıyla. Genç kızın koşar adımlarla uzaklaştığını gördüğümde seviniyorum oracıkta. Adımlarının sıklığından silüetinin arkasında gördüğüm gölgenin çok genç olduğunu anlıyorum. Saçlarının savrulmasından, uzaklaşırken rüzgar kadar hızlandığını seçebiliyorum. Karınlıkta kayboluyor, tıpkı sokaklarda kaybolan nice hayat gibi.
Sabahın erken, akşamın geç saatinde sokakta veya caddede göreceğim birileri beni telaşlandırır. Hele kızlı erkekli gençlere rastladıysam dünyam alt üst olur. Her hallerinden 'sokak insanı' olmadığı belliyse eğer, acım biraz hafifler, bir eve sahip olmanın eminliğinde. Binbir türlü hayalle uzaklaştığımda o mekandan, hala orada olduğumu hissederim sonra.
Ayrılan çiftlerin, anne babanın sorumsuzluğunu çekenlerin, sadece maddi desteğin yeterliliğine güvenen ebeveynlerin gerçeği: Sokak çocukları. Gittikçe küçülen evlerimizden, daralttığımız mekanlarımızdan uzaklaşabilmek, iletişimi koparma noktasına getirdiğimiz komşu akraba ilişkisinin ise yok olmasıyla, bu hale gelmek zor olmuyor neticede.
Sevgiyi, merhameti, ilgiyi sokakta arayanların varlığı bizleri huzursuz ettiğinde, kendimizden görürüz belki onları. Dışarıda vakit geçiren ve dışarıdaki hayatı yeğleyenlerin varlığından çok, bunu görmezden gelenlerin varlığı, bilip de kafasını kuma gömebilenlerin ve uykusu kaçmayanların varlığı bizi ürkütmeli belki de.
Bu bir dönemin problemi değil kuşkusuz. Neredeyse her zamanın sıkıntılı feryatlarının sesi, soluğu. Kaldırımların, soğuk betonların verdiği sıcaklığı veremeyenlerin sorunu. Sokakları mesken edinenlerin varlığı korkutuyor beni. Asayişi sağlayanların müdahalesi bizleri rahatlatsa da zamanla, çok da çözümleyici olmadığını anlıyoruz, sokaklara geri dönmelerinden.
Uyuşturucunun kucağında debelenenlerin gerçeği, sadece ondan keyif almayı istemek mi yoksa birşeylerden korktuklarından ona sığınmak mı, karar veremiyorum. Ona alışma sürecini sorgulamıyorum bile. Sebeplerin birbirini andıran hikayelerini duyduğumdandır belki de: İrade yoksunu olmak, kötü çevreye sahip olmak ve kötü arkadaş edinmek, kaybedeceği şeylerin olmadığını bilmek...
Sokağın ıssız mekanlarını mesken edinenler, karton ve kağıtlardan kurdukları evlerinde, sıcaklığını bulamadıkları dünyalarının konforunu mu yaşıyorlar acaba? Yattığı şildin, mukavvanın ve bezin üzerinde aradığı huzurun yakınlığı ona ne kadar da uzak. Hep ortalıklarda görünüyorlar aslında. İstasyonun öte tarafında, kuytu köşelere kurulup, kendilerine dönük bir hayata talip olmayı yeğlemişler belli.
Hem devlet hem toplum güven ve huzuru tesisten sorumlu. Uzun ve soğuk kış günlerinde, özellikle hatırlanmayı hakediyor evsizler. Pek dikkat etmemize gerek yok onları görmek için. Sokak başlarında, bir bankta sere serpe değil, anne karnındaymış gibi - o vakte dönmenin istemiyle belki de - büzüşerek uyurken görebiliriz ya da kuytu bir yerde elinde şişesiyle, kirli ve kokan bir halde de görmemiz mümkün. İstesek de istemesek de onlarla beraberiz aslında. Kimsenin bakışına aldırmadan uyuduğu yerde veya çöpleri karıştırırken de dikkatimizi celbedebilirler.
Ekranlara sadece ölümleriyle haber olur evsizler. Dışarıda yaşam savaşı veriyorlar tam anlamıyla. Soğuk günlerde daha çok anılır olur onlar. Soğukla beraber ölüme yenik düşmeleri an meselesi de ondan.
Almanya’da evsizlere yardım eden dernekler var. Toplanan yardımlarla sıcak yemek imkanı ve soğuk zamanlarda barınmaya olanak sağlamaya çalışan kurumlar.
Biri hariç, yaşları kırkın üzerinde gördüğüm evsizler. Çekinerek ve biraz da ürkerek yanaşıyorum onlara. Linda, sadece yirmi altı yaşında ve sokaklarda yaşıyor. Kesinlikle anne ve babasını sorumlu tutuyor, onları hiç tanımasa da. Dünyaya getirip, çocuk esirgeme kurumlarına bırakılan nice çocuktan sadece biri Linda… “Anne babamı hiç tanımıyorum. Onları tanımak isterdim. Sadece bir çift söz söylemek için: Canınız cehenneme!“ İçindekileri dökerken kızgınlığına, kırgınlığına ve hırçınlığına bir kaç damla gözyaşını da ekliyor.
Adının sonradan Anja olduğunu öğreneceğim kadınla başlıyorum konuşmaya sonra. Hikayesini duyduğumda gözlerim doluyor: Annesi onu evlilik dışı doğurmuş ve doğar doğmaz, görmek dahi istememiş, bir kere bile kucağına almadan terketmiş. Gerisi belli zaten, sokaklar onun meskeni olmuş. Aynı hatayı kendisi de yapmış, babaları belirsiz iki çocuk doğurmuş ve çocuk esirgeme kurumuna bırakmış. “Ama ben onları gidip görüyorum, anneleri olduğumu biliyorlar“ derken, annesi gibi olmadığını, ona benzemediğini ve ondan daha iyi olduğunu ima etmeye çalışıyor.
Elli yaşından sonra sokakta kalmaya karar veren Henri ile konuştuğumda hayretimi gizleyemiyorum. Bir çocuğu var ve tam oniki yıldır hiç görmüyor. “Yaşıyor herhalde“ diyor. “Ölse nereden duyacaksın?“ diye sormak işe yarar mı, karar veremediğimden, sormuyorum bile. “Boşuna bir sorumluluk yüklüyor bize ev“ derken, gayet ciddi.
Hayretimi arttırmamak için uzaklaşıyorum oradan hemen. Belki de yeni duyacağım hikayelerin acıklı dünyasını kaldıramayacağımdandır, kimbilir. Her birinin hikayesi bam telimize dokunacak kadar acıklı çünkü. Sorumluluklarından kaçanından tutun da aile yoksunu sorumsuz ebeveyn kurbanı olanlara, daha özgür olmak için evinden uzaklaşanına kadar çok sebep söyleyen evsizler var maalesef.
Resmi bilgilere göre sadece Almanya’da 860 bin evsiz yaşıyor. Bu rakamın üçte birini kadınların oluşturduğu gerçeği, toplumun bozulmasının ve aile mefhumunun yok olduğu gerçeğinin nedenini bir kez daha altını çizerek anlatıyor bizlere.
Refah düzeyi yüksek, disiplin ve kuralların kuşattığı zengin Avrupa ülkesi Almanya‘da bu kadar evsizin olması, doğrusu çok düşündürücü.
Avrupa genelinde ise bu rakam tüyler ürpertici bir hal alıyor, sayıları oldukça fazla. Kimsenin kimseye sahip çıkmadığı, ebeveynlerin çocuklarını özgür olsunlar niyetiyle (belki de kendileri rahat etsinler diye) gözden çıkarıp kendi haline bıraktığı bir toplumun geleceğini tahmin etmek zor değil. İhtiyacı olduğu zamanda bırakıp terkedeceğin evlat, senin ihtiyacının olduğu anda seni terkediyor işte. Yaşlı nüfusun oldukça arttığı Avrupa’da meslek olarak (Alten pflege) yaşlı bakıcılığını seçenlerin sayısı hiç de azımsanacak gibi değil. Bu meslek zor da olsa iş bulmanın çok rahat olduğu gerçeği , gençleri bu mesleği seçmeye itiyor.
Evsiziyle, sokaklarda aylak aylak gezeniyle, evinde tek başına yaşayanların çokluğuyla, huzurun zor bulunduğu ‘huzur evleri‘yle Avrupa inceden inceye bir manevi yokoluşa doğru yol alıyor. Bütün maddi endeksli hükümet politikalarının işe yaramadığı gerçeği ise bir başka dikkatimizi çeken nokta.
Bir evin sıcaklığından ve onun manevi havasının teneffüsünden yoksun yığınları düşündüğümüzde daha çok sarılıyoruz küçücük evlerimize. Aile olmanın huzur ve mutluluğunu anlatabilmenin yollarını ise hep arar olacağız onlar için. Evsizleri ‘ev’lendirmenin yolu mutlaka olmalı…