Bülent Güven, Star gazetesinin açık görüş ekinde “Anti-demokrat demokratlar” başlığı ile yayınlanan yazısında Almanya’da Müslümanları temsil ettikleri iddiasındaki politikacıların bunun tam tersi bir durumda olduklarını belirtiyor:
Die Zeit'te geçen hafta yayınlanan makalem, Almanya'da yaşayan Müslümanların kendi nüfus oranlarında parlamentoda temsil edilmediğine ve Müslümanlar adına parlamentoya girenlerin yaptığı politikaların dindar Müslümanları temsilden uzak olduğuna vurgu yapıyordu. Cem Özdemir, Burak Çopur gibi isimler yazıya ve yayıncıya sert tepki gösterirken farklı partilerden görüşmeler yaptığım Almanlar, vekillerin temsil sorununun Müslümanların Almanya'ya entegrasyonunu geciktirdiğine dikkat çekti. Almanya, oldukça büyük bir Müslüman nüfusa sahip bir göç ülkesidir. Tarih çarkını geri çevirmek yerine, Almanya'da artık ileriye doğru bir bakış ve harekete ihtiyaç var. Kısacası Almanya'nın kozmopolit, çoğulcu ve demokratik bir toplum olma iddiasını yerine getirmesi gerekiyor.
8 Nisan 2021, yani geçtiğimiz hafta Almanya'nın prestijli ve en yüksek tirajlı haftalık gazetesi olan Die Zeit'da bir makalem yayımlandı. Gazete yönetiminin makaleye uygun gördüğü başlık "Temsili Demokrasi: Muhafazakâr Müslümanlar Federal Parlamentoya!" idi. Ufak bazı dokunuşlarda bulunduğum makalemin tümünü aşağıda okuma imkânına sahipsiniz.
Makale Alman kamuoyunda ciddi bir yankı buldu. İnternette makalenin altında yüzlerce yorum, gazeteye gelen yüzlerce okuyucu mektubu ve sosyal medyada başlatılan tartışma bunun en somut göstergesiydi.
Makale özetle Almanya'da yaşayan Müslümanların kendi nüfus oranlarında parlamentoda temsil edilmediğine ve Müslümanlar adına parlamentoya girenlerin yaptığı politikaların dindar Müslümanları temsilden uzak olduğuna vurgu yapıyordu. Buna göre Almanya'daki Müslüman kökenli milletvekillerinin iki özelliği dikkat çekiyordu. Birinci olarak bu vekillerin köken olarak geldikleri ülkelere karşı uçlara kaçan bir eleştirel tutum sergiledikleri, hatta bazen eleştirinin de ötesine giden bir davranış kalıbı ortaya koydukları, ikinci olarak ise Almanya'da yasayan Müslümanların problemlerinin çözümünde genelde Müslüman karşıtı bir tutum sergiledikleri vurgulanıyordu.
'Die Zeit neden yayınladı?'
Makaleye bu çevrelerden ve bu çevrelere yakın insanlardan gelen temel eleştiri makalenin içeriğinden ziyade Die Zeit gazetesinin benim bu makalemi niye yayınladığı ile ilgiliydi. Alman Yeşiller Partisi'nin Genel Başkanlığını da yapmış olan Cem Özdemir gazeteyi eleştirerek bu makalenin "yayınlanmaması" gerektiğine vurgu yapıyordu.
Alman kamuoyunda HDP'nin lobiciliğini yapan ve kendisinin solcu olduğunu iddia eden Burak Çopur ise, doğrudan gazeteyi hedef alarak "aklınız hala yerinde mi" diyerek, gazetenin bu makaleyi niçin yayınladığına çok sert eleştiriler getiriyordu. Çopur bunun ile de yetinmeyip, yaptığı sosyal medya paylaşımlarında beni hedef göstererek Zara Rifflin gibi aşırı sağcı bir gazeteciyi ve Tichs Einblick gibi aşırı sağcıların yayın organı olan bir dergiyi etiketlemeyi de unutmuyordu.
Nitekim, Die Zeit gazetesi liberal bir çizgi takip ettiği ve tüm farklı görüşlere açık olduğu için, gazetenin 15 Nisan 2021 tarihli son sayısında kendisinin Almanya Kürt Toplumu Başkanı olduğunu iddia eden, Ali Ertan Toprak isimli bir kişiye bir karşı görüş yazısı yazma fırsatını sundu. Toprak da aşağı yukarı Burak Çopur ve Cem Özdemir gibilerinin söylediği şeylere benzer argümanlar öne sürdü.
Neticede "eleştiride bulunan" bu kişilerin yazının içeriğine yönelik neredeyse hiçbir eleştiride bulunmadığını, onların temel eleştirisinin Die Zeit gibi bir gazetenin yazımı hem de "Türkiye'de özgürlük yokken" niye yayımladığıdır.
Almanlar ne dedi?
Bunların dışında farklı partilerden Almanlar ile yaptığım görüşmelerde eleştirilerimin doğru olduğu, Müslüman ülkelerden milletvekillerinin Müslümanların gerçek temsilcisi olmadığı ve bu tutumun Müslümanların Almanya'ya entegrasyonunu geciktirdiğine vurgu yaptılar.
Kariyerlerini büyük oranda Türkiye Cumhuriyeti'ne "haddini bildirmek" üzerine kurmuş ve bu manada "dürüstlük" veya "ilkelilik" gibi evrensel idealleri statükodan faydalanıp kişisel çıkarlarını sürdürmek için "hırpalamış" Cem Özdemir gibi politikacıların veya Burak Çopur gibi akademisyenlerin yazdığım makaleden rahatsız olmalarını bu anlamda anlayabiliyorum. Nitekim bu kişilerin Die Zeit'a makalemin niye yayınladığına dair getirdikleri eleştiri ise ayrı bir fecaattir. Bu durum ağızlarından her fırsatta demokrasiyi ve ilkeli siyaseti düşürmeyen bu kişilerin nasıl önyargılı bir şekilde farklı görüşlere karşı anti-demokrat olabileceklerini göstermiştir. Dahası beni aşırı sağcı gruplara hedef göstermeleriyle de bu kişilerin demokrasiyi içselleştiremediklerini açıkça görmüş olduk.
Makalenin Türkçe çevirisini aşağıda okuyabilirsiniz.
"Temsili Demokrasi: Muhafazakâr Müslümanlar Federal Parlamentoya!"
Geçtiğimiz günlerde Suriye kökenli Tarık Alaov Federal Meclis için milletvekilliği adaylığını geri çekeceğini duyurdu. Buna neden olarak da süreç içinde yaşadığı "yoğun ırkçı deneyimlerin" onun için çok yüksek bir seviyeye gelmesini gösterdi. Alaov eğer milletvekili olsaydı Yeşiller Partisi'ni Federal Parlamento'daki Suriyeli mülteci kökenli ilk milletvekili olacaktı. Üzülerek belirtmek gerekir ki bu tür deneyimleri yaşayan Müslüman kökenli göçmenlerin sayısı Almanya'da hiç de az değildir. Nitekim bu durum Almanya'daki Müslüman kökenli göçmenlerin çoğunun aidiyetini kilometrelerce uzakta aramasının en öne çıkan nedenlerinden biridir.
Bu tür durumları, belki de biraz kolaya kaçarak, Almanya'daki ırkçılığa/ırkçı partilere bağlamak elbette mümkündür. Fakat yaşanan bu gibi hadiselerin sorumlusunun sadece ırkçılar veya İkinci Dünya Savaşı felaketinden ders çıkarmak istemeyen Almanlara bağlamak meseleyi tam olarak kavramamızı neden olacaktır. Zira Almanya'da bu tarz hadiselerin ortaya çıkmasında çok daha derin bir neden bulunmaktadır. O da toplumdaki "yerleşik" olan "sözde" liberal aktörlerin gözünde Müslüman kökenli göçmenlerin Almanya'ya ait görülmemesidir.
Benzer bir durum geçen yılın başlarında Şener Şahin'in örneğinde de yaşanmıştı. Şahin her bir Alman vatandaşının hakkı olduğu üzere siyasetle ilgileniyor ve dahası siyasete aktif olarak katkıda bulunmak istiyordu. Bu çerçevede kendi memleketi olan Bavyera eyaletinde CSU'ya yani Hristiyan Sosyal Birliği Partisine katıldı. Nitekim partisine broşürler dağıtarak, seçim posterleri asarak ve parti etkinliklerine katılarak elinden gelen destekte bulunmaya çalıştı. Fakat Wallerstein belde belediye başkanlığına aday olmak istediği zaman yaşadığı tecrübeler onun siyasete olan hevesini yok etti. Örneğin parti yoldaşlarının çoğu ve belediye meclis adaylarından da üçü şayet Şahin'in aday olmaya devam etmeye kararlı olması halinde onu geri çekilmekle tehdit etti. İşin vahim yanı bu yaşananlar kişisel çekişmelerden, siyasi anlaşmazlıklardan veya parti içi iktidar mücadelelerinden kaynaklanmıyordu. Buradaki temel sorun Şahin'in Müslüman olması ve bunu "açık" bir şekilde yaşamasıydı. Şahin yaşananlar neticesinde şaşkına dönmüştü: "Hiçbir zaman şahsımla ilgili bir itirazları olmadı, ama partimizin Hristiyan unsuru anlamına gelen C ile bir Müslüman olarak beni ifade eden M, bağdaşmayan iki 'unsur' olarak görüldü." Ne yazık ki bu, Bavyera'nın ücra köşelerinde meydana gelen istisnai bir durum değildir. Bu nedenle Almanya'daki siyasi yapının Müslüman kökenli Alman vatandaşlarına nasıl bir yaklaşım sergilediğini açıkça göstermektedir.
Tam bu noktada benim de bir durumla karşı karşıya kaldığımı belirtmem gerekir. Yıllar önce benzer durumu Hamburg eyaletinin Alman Sosyal Demokratlar Partisi (SPD) için eyalet meclis seçimlerinde aday olmak istediğimde, süreçlerden sorumlu olan, daha yakın olduğum ve güvendiğim bir parti arkadaşım bana özel bir konuşmada ve çok samimi bir sesle şunları söyledi: "Bu adaylık için her türlü yetkinliği taşıyorsunuz. Ama maalesef istediğimiz tarzdaki 'Türk' değilsiniz. "
Kariyer engeli
Arkadaşımın bununla benim "dindarlığımı" ima ettiği çok açıktı. Parti arkadaşlarımızdan bazıları birden özel hayatıma ilgi duymaya başladı ve bana eşimin ve kızlarımın başörtü takıp takmadığını sordu. Eşim başörtüsü takıyor, evet. Düzenli olarak camiye gider miyim? O da evet. Başörtüsü takmak ve camiye gitmek dindar Müslümanlar arasında yaygın uygulamalardır. Ve ne yazık ki, Almanya'daki demokratik bir partide bunlar aynı zamanda bir kariyer engelidir.
Dahası Alman ana akım partilerde göçmen kökenli adaylardan köken ülkeleri hakkında "açık bir şekilde" şüpheci olmalarının beklendiğini de vurgulamam gerekir. Bu özellikle memleketi Türkiye olanlar için daha da belirgindir. Burada sizden beklenen "ilkesel" bir duruş sergilemenizdir. İlkesel durmak başlangıçta oldukça tutarlı ve doğru görülebilir. Fakat bu "ilkesellik" pratikte Türk hükümetinin yaptığı hemen hemen her şeye "önyargılı" bir şüphecilikte olmanızı ve bazen de aşağılayıcı bir şekilde yaklaşmanızı gerekli kılmaktadır. Nihayetinde bu ortam Almanya'daki Türk kökenli birçok kişiyi Alman toplumunun gözünde "şüpheli" kıldı. Nitekim benim gibi Türkiye Cumhuriyeti'nin seçilmiş Cumhurbaşkanına "İslamofaşist" veya "diktatör" sıfatlarını kullanmanın doğru olmadığını, böylesi ifadeleri kullanmanın gerginlik yaratmaktan başka bir neticeye mahal vermediğini düşünen bir kişiyi Alman toplumda elbette şüpheli kılmaktadır.
Temsil sorunu
Almanya'daki göçmen kökenli vatandaşların nüfus içindeki payları yüzde 26 olmasına rağmen siyasette yeterince temsil edilmediği de bir gerçektir. Örneğin, Federal Meclis'teki milletvekillerinin sadece yüzde sekizinin göçmen mazisi var. Aynı şekilde on 16 eyalet parlamentolarının oran ortalamasında yüzde 4 ile bu rakam daha da düşüktür. Dahası Almanya'da yaşayan insanların neredeyse yüzde altısı Müslüman iken, 709 Federal Meclis üyesinin sadece 19'u, yani yüzde 2'si, Müslüman kökene sahiptir. Ayrıca çok daha önemlisi Almanya'daki Müslümanların yaklaşık yüzde 70'i kendilerini "dindar" olarak tanımlamasına rağmen, Müslüman kökenli Federal vekillerin çoğunun Müslüman kökenli dindar vatandaşların yaşam tarzını pek de temsil etmediğini belirtmek gerekir.
Bu da göç geçmişi olan Müslüman kökenli Alman vatandaşları arasında dindar temayülleri olanların siyasi alanda daha az temsil edilmelerine yol açmaktadır. Dahası bu kişiler ana akım medyada neredeyse hiç temsil edilemiyorlar ve genelde sadece göç meseleleri söz konusu olduğunda kendilerine yer bulabiliyorlar. Bu nedenle Müslümanların sessiz çoğunluğunun mevcut milletvekilleri tarafından çok az temsil edilmediklerini veya hiç temsil edilmediklerini düşünmesi şaşırtıcı değildir. En nihayetinde Almanya'da onların endişelerini savunan, ihtiyaçları için ifade etme ortamları sunan veya meclislerde onlar için girişimlerde bulunan siyasi temsilcilerin eksikliği bariz olarak ortadadır.
Tüm bu bilgiler ışığında Almanya'da Müslüman kökenli kişileri meclislerde aday göstermek için siyasi partilerin hangi kriterlere sahip olduğu sorusu ortaya çıkıyor. Üzülerek belirtmem gerekir ki Federal Meclis'te veya eyalet parlamentolarında bu kişilere kendilerini ifade etme enstrümanları/imkanları sağlanmıyor ve ileride sağlanması da mümkün görünmüyor. Aksine, dindar temayülleri olan Müslümanların çoğunluğunun şu kanaate sahip olduğuna eminim: "Diğer 'makul' adaylarımız gibi olursanız, sizi kabul ederiz, (ve ancak) o zaman ilerleme kaydedebilirsiniz."
Bu açıdan Almanya'da Müslüman kökenli göçmenler arasındaki seçilmişlerin çoğunun orantısız bir şekilde Alevi veya laik Kürt kökenli olması meseleyi çok daha trajik kılıyor. Dahası bu kişilerin de büyük bir kısmının Marksist-Leninist çevreden gelmesi dindar temayüllere sahip olan Müslüman kökenli göçmen orta sınıf seçmenlerine çok zor hitap edecekleri anlamına geliyor.
Dindar Müslümanların siyasi temsil ve katılımdan dışlanması aşırı sağcı popülist partilerin görüşleri olan Almanya'daki sıradan Müslümanları "Batı'nın İslamlaştırılmasının" aktörleri olarak gösteren ve bu açıdan onları Almanya'nın iç güvenliğine tehdit olarak değerlendiren görüşlerine endişe verici bir paralellik arz ediyor. Bu durum itidalli Müslümanları siyasi/toplumsal alanda hem görünmez hem de marjinal kılmaya itiyor. Dahası medyadaki tartışma programlarına genellikle Necla Kelek veya Seyran Ateş gibi Müslüman kökenli göçmenlerin ekseriyetiyle ilgisi olmayan ve İslam'a "modası geçmiş" yaklaşımlarla bakan kişiler çağrılıyor. Bu durum sadece sosyal atmosferi zehirlemekle kalmıyor, aynı zamanda itidal sahibi Müslüman kökenli göçmenleri yalnızlaştırıyor. Halbuki bu gibi itidal sahibi kişiler Almanya'nın İslam dünyasıyla ilişkileri her yönde geliştirebilir, dahası Avrupa ile İslam dünyası arasında kültürel arabulucu rolünü üstlenebilirler.
Fakat siyasi alandaki temsil yetersizliği gündelik yaşamdaki ayrımcılık ile birleştiğinde, özellikle dindar Müslüman gençleri aşırı dincilerin/selefilerin ve Alman aşırı sağının propagandasına açık hale getiriyor. Sosyal psikolojiden, ırkçılığın ve dışlanmanın saldırganlığa ve aşağılık komplekslerine yol açabileceğini ve bunun da reddedilme şeklinde daha kötü sonuçlara evirildiğini biliyoruz.
Almanya, oldukça büyük bir Müslüman nüfusa sahip bir göç ülkesidir. Tarih çarkını geri çevirmek yerine, Almanya'da artık ileriye doğru bir bakış ve harekete ihtiyaç var. Kısacası Almanya'nın kozmopolit, çoğulcu ve demokratik bir toplum olma iddiasını yerine getirmesi gerekiyor. Bunda da ancak benim gibi, mutedil Müslümanlara bir aidiyet duygusu vermeyi sağlarsa başarılı olacaktır. Ulusal biz kavramını eskisinden çok daha kapsayıcı bir şekilde Müslümanların da kendilerine yer bulabileceği halde genişletmek önemlidir. Ana akım partiler, Almanya'daki Müslümanların ekseriyeti olan dindarlarla mücadeleye devam ederlerse, isimlerinin hakkını veremiyorlar demektir.