Analiz: Dr. Muhterem Dilbirliği / AA
Almanya’da Sosyal Demokrat Parti (SPD) eski Genel Başkanı ve Avrupa Parlamentosu eski Başkanı Martin Schulz’un ifadesiyle, Avrupa’da uzun süre dışlanan bir "şeytan" geri döndü. Eğer Avrupa’da aşırı sağ konuşuluyorsa, bunun için "şeytan" ifadesinden daha ağır bir ifade olamaz. Uzun süre ciddiye alınmayan aşırı sağ, Avrupa’da uzun yıllar siyasete hâkim olan sağ ve sol merkez siyasi partiler ve bunların yöneticileri tarafından görmezden gelinmiş, dikkate alınmamıştır. Bugün Avrupa’da tahminlerin de ötesinde varlık gösteren aşırı sağ hareket, örgütlü ve kimin nerede nasıl davranacağını bildiği organize bir siyasi harekete dönüşmüş durumda.
Avrupa ülkelerinde son beş yılda yapılan seçimlere baktığımızda, aşırı sağcı partilerin ulusal düzeyde pek çok ülkede ya iktidar ortağı ya da ana muhalefet partisi olarak seçimlerden çıktıklarını gözlemlemek mümkün. Diğer yandan aşırı sağ partiler güçlendikçe, kendilerinden kaçan seçmeni geri getirebilmek adına, merkez partilerin de söylemlerini değiştirdikleri, söylemelerinde sağın en ucuna doğru kaymakta olduklarını ifade etmek gerekir. Pek çoğuna göre halen teslim olmayan son kale olarak ifade edilse de Almanya’nın da siyaset yelpazesindeki bu değişiklikten nasibini aldığını görmemek büyük bir safdillik olur.
AfD'nin önlenemez yükselişi
Almanya İçin Alternatif Partisi (AfD), kurulduğu 2013 yılında Federal Parlamento seçimlerine girmiş ve o tarihten günümüze kadar Almanya’da girdiği her seçimden oylarını artırarak çıkmıştır. 2013 yılında girdiği ilk seçim olan Federal Parlamento seçimlerinde yüzde 4,8 oy oranı ile kıl payı parlamentoya temsilci gönderemeyen AfD, bir sonraki dönem 2017 yılında yapılan Federal Parlamento seçimlerinde oylarını iki katından fazla arttırarak yüzde 12,6 ile parlamentoya girmiştir. 2017 yılı seçimlerinde Federal Parlamentoya 94 temsilci gönderen AfD, iki büyük parti olan Hristiyan Birlik (CDU/CSU) ve Sosyal Demokratların (SPD) koalisyon kurmalarıyla, bugün Alman Parlamentosunda ana muhalefet partisi olarak yer almaktadır. AfD, son yapılan AB parlamento seçimlerinde de hatırı sayılır bir oy oranı elde etmiştir.
Almanya’da eyaletlerde yapılan eyalet parlamentosu seçimlerinde ise bütün eyaletlerde seçim barajı olan yüzde 5’in üzerinde oy alan AfD, eyaletlerin tamamında parlamentolara girmiştir. Kurulduğundan beri bazı eyaletlerde ikinci kez seçimlere katılan AfD, ikinci kez seçimlere girdiği yerlerde de ya oylarını muhafaza etmiş ya da en az iki katına kadar artırmıştır. Dikkat çekici bir unsur ise, AfD’nin oy oranının en çok olduğu ve güçlü olduğu bölgelerin eski Doğu Almanya eyaletleri olması. Berlin eyaleti hariç, Saksonya, Saksonya-Anhalt, Mecklenburg-Vorpommern, Brandenburg ve Thüringen eyaletlerinde AfD’nin oy oranı yüzde 20’nin üzerindedir.
Almanya’nın doğu eyaletlerinden biri olan ve Weimar gibi tarihteki pek çok önemli olaya tanıklık etmiş şehirleri içerisinde bulunduran Thüringen eyaleti AfD’nin siyasete hâkim olduğu ve belirleyici rol oynadığı eyaletlerden biridir. AfD, bu eyalette 2014 yılında yapılan eyalet parlamentosu seçimlerinde yüzde 10,6 oy alarak eyalet parlamentosuna girmiş ve bir sonraki seçimler olan 27 Ekim 2019’daki seçimlerde oylarını iki katından fazla artırarak bu eyalette ikinci büyük siyasi güç olarak eyalet parlamentosunda yer almıştır.
Thüringen başbakanlık seçimi fiyaskosu
Geçen Ekim ayında yapılan seçimlerde Almanya Liberal Partisi FDP’nin son anda yüzde 5’lik barajı aşıp meclise girmesiyle siyasi olarak bir pat durumu oluşmuş ve AfD bir anda bu eyalette kilit parti haline gelmişti. Seçim sistemi sebebiyle eyaletlerde bile sürekli koalisyon hükümetlerinin kurulduğu bir sistemde, Thüringen eyaletinde, siyasi partilerin baştan kendilerini prensip olarak sınırlandırmaları sebebiyle, parlamento çoğunluğu bakımından AfD’nin içinde olmadığı bir koalisyonun kurulmasının mümkün olmadığı bir durum ortaya çıktı. Bu eyalette birinci siyasi güç Alman Sol Partisi Die Linke’dir.
Geçen Kasım ayından beri Thüringen eyaletinde sürdürülen koalisyon görüşmeleri sonucu bir önceki dönemde de eyaleti yöneten Sol Parti, Sosyal Demokratlar ve Birlik90/Yeşiller’den oluşan üçlü bir koalisyonun kurulması yönünde hareketlenmeler oldu ve bu üç parti geçtiğimiz hafta başı anlaştıklarını açıkladılar. Böylece eyalet anayasasına göre başbakanlık seçim süreci başladı ve ilk önce iki adayın, sonrasında üç adayın katıldığı bir seçim sürecine girildi. Sol Parti, SPD ve Yeşiller’den oluşan koalisyon Sol Parti’nin adayını desteklerken, AfD ilk önce bağımsız adayı destekledi. CDU ise çekimser kaldı. İlk iki turda salt çoğunluğu hiçbir aday sağlayamayınca üçüncü tur oylamaya geçildi ve bu turda AfD ve CDU eyalet parlamentosunda sadece beş sandalyesi olan FDP’nin adayı olan Thomas Kemmerich’i destekleyerek onun Thüringen başbakanı olarak seçilmesini sağladı. Buraya kadar her şey normal demokratik kurallar içerisinde işlemiş gibi görünmekle birlikte asıl büyük gürültü bundan sonra koptu, AfD’nin oylarıyla seçilen FDP başbakanına her taraftan tepki yağdı ve gelen baskılar sonucu FDP’nin çiçeği burnunda başbakanı Kemmerich, istifa edeceğini açıkladı.
Tepkiler ilk başta, aşırı sağcı AfD’nin oylarıyla seçildiği ve bunu kabul ettiği için Eyalet Başbakanı Kemmerich’in üstünde yoğunlaşırken sonradan yaşanan gelişmeler, bunun planlı ve öngörülebilir bir siyasi hesap sonucu olduğunu, fakat kamuoyunun bu kadar sert tepki vereceğinin beklenmediğini ortaya koymaktadır.
Thüringen’de AfD’nin ve Kemmerich’in tutumundan ziyade, asıl konuşulması gereken, CDU’nun bu siyasi hesap içerisinde yer alıp AfD ile birlikte hareket etmesidir. Merkel'in genel başkanlıktan istifası ve yerine gelen Kramp-Karrenbauer sonrası çalkantılı bir dönem geçiren CDU’da, Thüringen’de yaşanan olay sonrası partinin iyice sağa yanaştığı bir kez daha gözlemlenmiştir.
Eyalet parlamentosu seçimi öncesi Thüringen’i yönetmek için geldiğini iddia eden ve bu eyalette birinci parti olmayı hedefleyen AfD, hedeflerini gerçekleştirememiş olsa da bu eyalette anahtar siyasi güç haline geldi. Şüphesiz bu yaşananlarda AfD’nin ve Thüringen eyaletinde bu partinin lideri olan Björn Höcke’nin etkisi tartışılmayacak boyutta.
Björn Höcke: "Şeytan" mı, demokrat mı?
Thüringen eyaletinde eyalet Başbakanlık Seçiminde hiç şüphesiz anahtar figür olan AfD’nin bu eyaletteki başkanı Björn Höcke’dir. Höcke, Thüringen seçimleri öncesi iktidara talip olan AfD’yi, geçmişte Sol Parti’ye karşı yürütülen benzer bir siyasi karantinadan çıkacağı yola sokan kişidir. Hatta kimilerine göre demokrat olarak görülen siyasi bir figür olarak tanımlanmaktadır. Höcke; programı, bakanı, çoğunluğu olmayan FDP’den Kemmerich’i başbakan olarak seçtirecek ve bunu CDU ile birlikte yapabilecek kadar taktik bir siyasi akla sahip birisi olarak karşımızda durmaktadır.
Yazdığı kitap ve bu kitapta savunduğu fikirler sebebiyle Hitler ile mukayese edilen Höcke, faşistliği, Almanya’da mahkeme kararıyla tescillenmiş bir siyasi aktördür. Höcke’nin siyasi kariyeri AfD ile başlamaktadır. AfD’de pek sevilmeyen biri gibi görünse de partinin en uç sağ kanadını temsil eden biri olarak, Almanya’nın doğu eyaletlerinde aşırı sağcı bir siyasi hareketin güçlü bir şekilde yerleşmesinin sorumlusu olan kişilerden olduğunu söylemek mümkündür. AfD’nin Almanya’nın doğu eyaletlerinde elde ettiği başarının PEGİDA ile mümkün olduğunu bilen ve bunun için her fırsatta İslam ve AB düşmanı organizasyona teşekkürü ihmal etmeyen biridir, Höcke.
Höcke, Nazi Almanya’sının devlet teorisyenlerinden Carl Schmitt’in 1939’da ortaya attığı ve Avrupa’ya Amerikan ve İngiliz müdahalesini eleştirdiği “Großraumordnung” teorisini savunmaktadır. Bu teoriden hareketle, Almanya’nın, İslam’ın ve Müslümanların Avrupa’dan, geldikleri yere, yani Boğazlara kadar geri sürülmesini savunmaktadır. Sadece İslam karşıtı fikirleri ile değil, antisemitist düşünce, AB karşıtı fikirleri ve Alman anayasal düzenini tehdit edici söylemleri ile de dikkat çeken Höcke’nin vaktiyle AfD’den dahi atılması gündeme gelmiştir.
Savunduğu söylem, kullandığı dil ve üslup ile hedefinin sadece Thüringen’i yönetmekten fazlası olduğunu ortaya koyan Höcke, bu özelliği ile Federal Parlamento’da ana muhalefet partisi olan AfD’ye Thüringen eyaletinde Alman iç istihbarat kurumunca takip başlatılmasına da sebep olan bir kişidir.
Martin Schulz’un aşırı sağ ile ilgili tanımına uyan Höcke, Thüringen eyaletindeki siyasi pat durumunu Almanya’da Federal hükümetin ortağı CDU’nun bu eyaletteki teşkilatını da ikna edip artçı etkileri ile federal düzeyde siyasi bir depremi tetikleyen kişidir.
CDU’da kazan kaynamaya başladı
Thüringen’de yaşanan bu siyasi depremin ardından olaya en üst düzeyde müdahale, Başbakan Merkel tarafından geldi. Bu eyalette seçimlerin derhal yenilenmesini talep eden Merkel’in sesi oldukça cılız kalırken, CDU Genel Başkanı Kramp-Karrenbauer’in başından beri Thüringen’de yaşananlardan haberi olduğu ve olumsuz sonuçları konusunda CDU’nun bu eyaletteki teşkilatını uyardığı ortaya çıktı.
Sonradan ortaya konulan tepkilerin ise göstermelik düzeyde kalması oldukça dikkat çekiciydi. Tepkilerin göstermelik düzeyde kalması, sadece bu eyalette değil tüm Almanya’da yeni bir demokrasi tartışmasını başlattı. Bilhassa CDU tarafından öncelikle Sol Parti’ye karşı başlatılan siyasi karantinanın, AfD ile devam ettirilmesi talebinin demokrasiyi zedelediği iddiası tartışılmaya başlandı. Şimdilerde, eyaletlerde CDU teşkilatlarının bağımsız hareket edebilmesinin önünün açılması talep ediliyor. Bu durum ise CDU genel merkezinin eyalet teşkilatlarına hâkim olamadığını ortaya koyuyor.
Kramp-Karrenbauer çekiliyor
Merkel sonrası dönem için hazırlanan ve büyük umutlarla CDU’nun genel başkanlığına getirilen Kramp-Karrenbauer ise bu yaşananlardan sonra genel başkanlıktan çekileceğini açıkladı. Genel başkan olarak seçildiğinde önündeki en büyük problemlerden birini sağa kayan seçmeni geri getirmek ve partinin söylemleriyle sağa kaymasını önlemek olarak gören Kramp-Karrenbauer, genel başkanlıktan çekilmesiyle bu konudaki başarısızlığını da kabullenmiş oldu.
Kramp-Karrenbauer’in çekilmesini ve başbakan adayı olmayacağına dair açıklamanın ardından, yerine gelecek muhtemel isimler tartışılmaya başlandı. Kaybettiği genel başkanlık yarışından bu yana sahada aktif görünmeye çalışan Friedrich Merz’in adaylığına kesin gözüyle bakılıyor. Kuzey-Ren Vestfalya eyaleti Başbakanı Armin Laschet, CDU’yu toparlayacak isim olarak lanse ediliyor. Fakat ilerleyen zamanlarda başka isimlerin de gündeme gelmesi mümkün. Genel başkanlık tartışmalarından bağımsız olarak, Kramp-Karrenbauer’in genel başkanlık süresince ve şimdi de çekildiğini açıklamasıyla, iktidar partisi CDU’nun hayli kan kaybettiği yapılan değerlendirmeler arasında. Bir sonraki genel seçimlerde bu zayıflığın ağır sonuçları olabilir.
Thüringen’deki başbakanlık seçimi sadece bir eyaletin yönetimi meselesi olarak görünmekle birlikte, bunun, sonucu itibarıyla tüm Alman siyasetini sarsan ve etkileyen, deprem etkisinde bir olay olduğunu söylemek mümkün. Thüringen etkisinin Almanya siyasetinde kısa vadede başka artçı etkilerinin de olması gayet muhtemel. Belki de bu yaşananların 2021’de yaşanacak büyük bir siyasi depremin uyarıcı öncüleri olarak görülmesi gerekir.
[Dr. Muhterem Dilbirliği Polis Akademisi Güvenlik Bilimleri Enstitüsü'nde çalışmalarını sürdürmektedir]