"Allahümme ecirna min şerrin istihbarat!"

Yıldıray Oğur

“Hükümet etmede, niyetlerinden emin olunmayan bürokratik ve politik dar bir oligarşik kadronun tavsiye, yönlendirme ve etkinliğinin tercih edildiği anlaşılmaktadır. Bölücü terör örgütünün unsurlarıyla yürütülen ancak milli vicdan ve haysiyeti inciten ve mevzu hukuku zorlayan sürecin çözüm özelliği belki istenmeden çözülme hayalcilerine fırsat ve olanak sağlar duruma evrilmiştir...”

Bu edebi ve bol mesajlı cümleler AKP Ordu Milletvekili İdris Naim Şahin’in istifa mektubundan. Bu mektubun gaf ve çam devirme rekorlarını altüst ettiği bakanlığı sırasında mesela bir Şehit Aileleri Derneği ziyaretinde “Bu işin şakası olmaz. Bu işin ciddisi de olmaz. Bu işin hiçbir şeyi olmaz" diyen sabık İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin'e ait olduğuna inanmak zor.

Diyelim ikametgâhımız olan bitenin hâlâ bir yolsuzluk soruşturması olduğunun zannedildiği paralel evren ve buna inandık. Peki, yolsuzluk soruşturmasının ortasında, eski bir İçişleri Bakanı’nın istifa mektubunda yolsuzluktan hiç bahsetmeyip, istifasına gerekçe olarak bir yıl kadar önce başlamış ve hâlâ devam eden çözüm sürecini, emniyetteki tasfiyeleri, imalı cümlelerle Hakan Fidan’ı göstermesini de tuhaf deyip geçmeli miyiz?

Ben bu istifa mektubundaki mesajlarla son bir haftada olan bitenin gerçek faillerinin bir parmak izi bıraktığını düşünüyorum. Bu mektubu yazan kalemdeki parmak izlerini takip ettiğimizde yolsuzluğun, Taha Özhan harika ifadesiyle, susturucu olarak kullanıldığı siyasetin kafasına dayatılmış silahı tutan gizli ele de ulaşabiliriz.

Şahin’in önce ikinci cümlesinden başlayalım. Anlaşılan bir önceki İçişleri Bakanı’nın bile neredeyse kendi partisini ihanetle suçlayacak kadar diş bilediği bir büyük kırılma çözüm süreci. En kritik cümle ise “mevzu hukuku zorlayan sürecin” olmalı. Başbakan’ın PKK’nın geri çekilmesiyle ilgili Meclis’ten karar çıkarılması talepleri tartışılırken Âkil İnsanlara söylediği “ya ileride yargılanırsa buna imza atanlar” ihtimaline kapıyı açan, eğer bu hükümet planlandığı gibi devrilirse, önce çözüm sürecinin aktörlerinin yargılanacağıyla ilgili dedikoduları akla getiren bir tehdit cümlesi bu.

Ne büyük bir tesadüf! İlk istifa eden İdris’in (Bal) kendi partisiyle yolları çözüm süreciyle ayrılmaya başlamıştı. Polis Akademisi kökenli İdris Bal’ın Temmuz 2013’te hazırladığı çözüm süreci raporu Bugün gazetesine Başbakan’a sunulan şok rapor. “4 Parçalı Kürt devleti uyarısı” olarak manşet olmuştu. İyimser ve kötümser senaryoların olduğu raporda Bal, kötümser senaryodan yana olduğunu fazla çaktırarak çözüm sürecinin dört parçalı Kürdistan’ın kurulmasına doğru gittiğini iddia ediyordu. Bugün’ün ertesi gün de ısrarla devam ettirdiği raporla ilgili haberinin spotunu da okuyalım:

“Siyasiler ve stratejistler raporun önemine dikkat çekerek uyarıların muhakkak dikkate alınması gerektiğini vurguladı.”

Çözüm sürecinin Kürdistan’a doğru gittiği, PKK’nın bölgede hakimiyet sağladığı, devlet görevlilerinin sokağa bile çıkamadığı temaları o tarihlerden itibaren özellikle de cemaate yakın gazetelerde, köşelerde, endişe, kaygı temalı haber ve yazılarla, yine cemaate yakın strateji kurumlarının sözcüleri ve raporlarıyla dolaşıma sokuldu.

Peki, nasıl olurdu da bir iktidar sonu büyük Kürdistan’a giden bir çözüm sürecine girer ve orada ısrar edebilirdi?

Bu kritik soruya İdris Naim Şahin’in birinci cümlesi cevap veriyor: “Hükümet etmede, niyetlerinden emin olunmayan bürokratik ve politik dar bir oligarşik kadronun tavsiye, yönlendirme ve etkinliğinin tercih edildiği anlaşılmaktadır.”

“Niyetlerinden emin olunmayan...” İşte bu kapıdan çok karanlık dehlizlere doğru giriliyor. İran’a hizmet eden aslen Caferi olan Hakan Fidan’dan, 30 kez İran’a giriş yapan bakanlara, Ankara’yı sarmalamış Persli ajan kadınlarla muta nikâhı yapan AKP’lilerden, yargıyı ele geçirmiş marul yemeyen Yezidilere, orduyu ele geçirmiş, aynı zamanda PKK’yı yöneten Alevi kılığındaki kripto Ermenilere…

Komplo teorisi diye geçmeyin. Biri açılıp biri kapanan sitelerle, müstear adlarla istihbarat yazıları paylaşan yazarlarla bu fikirler uzun bir süredir dolaşımda. Ve bu fikirler Emniyet ve yargı çevrelerinin bugün bu operasyonları yapan savcı ve komiserlerin de yakın çevrelerine, gazetecilere rahatlıkla anlattıkları neredeyse resmî görüşleri.

Bu ağa ilk dikkati Haliç’te Yaşayan Simonlar kitabında Hanefi Avcı çekmişti: “Cemaattin gizli imamları bu sitelerde gerçek ve farklı adlarla köşe yazıları yazmakta ve geniş cemaat sempatizanı kitleleri yönlendirmektedir. Yusuf Gezgin, Y. Derinsoy gibi sahte isimler altında makaleler ve Derin Yapı ve Türkiye gibi kitaplar yazılmaktadır. Sanki birbirinden ayrı kaynaklarmış gibi gözüken şeyler aslında tek bir kaynaktan yönlendirilmekte, hatta zamanla resmî bilgiye dönüşmektedir…”

Neyle karşı karşıya olduğumuzu anlamak için tekrar dönüp daha derin bir kazı yapmak üzere şimdilik o müstear yazarların en meşhuru ve Avcı’nın kitabının ardından bir anda ortadan kaybolan, yazıları internet sitelerinden kaldırılan Aktif Haber yazarı Yusuf Gezgin’in 2012 yılı Şubat ayında yazdığı yazıdan bir bölüm aktaralım:

“Ustalık döneminde oldukça kirlenen, mücahitlikten müteahhitliğe sıçrayan, gemicikleri çoğaltan, havuzları dolduran Hükümet ve Başbakanın çevresi bu durumun biliniyor olmasından ve bir şekilde karşısına çıkabilecek olmasından rahatsızdı. Bu tür davaları açabilecek, hükümetin usta siyasetçilerini ve bakanlarını veya onların yakınlarını sorgulayabilecek en önemli merci 250 denilen organize suçlarla ve terörle uğraşan özel yetkili mahkemelerdi. Hükümetin temel endişesi yargının ve bazı birimlerin hükümet üyelerinin ustalık faaliyetlerinden bir şekilde haberdar olmasıydı. Nasıl olsa Ergenekon ezilmiş, askerler hizaya sokulmuştu. Bundan sonra bu mahkemeler kendi organize suçlarıyla ilgilenebilir, oraya yönelebilirdi. İşte bu korkuyla hükümet işini yapan yargının Hakan Fidan’ı ifadeye çağırmasını problem yaptı, şiddetle tepki verdi ve olayı “bir cemaat hükümet kavgası”na dönüştürdü. Hükümet, Polis ve yargıyı hedefe koyarak bazı hırsızlıkları, ustalıkları görebilecek kadroları tasfiye etmeye; tasfiye edemediklerine de gözdağı vermeye başladı.”

Korkutucu bir öngörü…Ama bir haftasını o dehlizlerdeki şifreli yazıları okuyarak geçiren biri için şaşırtıcı değil bu öngörü…

Esas soru: Devlet Kürt bile diyemezken 1996’da Irak Kürdistan’ında Kürtçe eğitim veren kolej açmış, İslami kesimler Ermenilere, Rumlara, Yahudilere düşmanca bakarken onlarla diyalog başlatmış bir cemaatin içine nasıl olup da bu 90’lar Türkiye’sinin kaçtığıdır.

Kürt meselesinde Şefkat Tepe’lerden bakan, ırkçılık boyutuna varmış bir “Pers” düşmanlığıyla her şeyin arkasında İran gören, muta nikahı akdi arayan bu istihbaratla kirlenmiş aklın, bunca yıl askerî vesayete karşı çıkarken hararetle savunulan sivil siyaset vurgularının yerini bir anda halaskaran-i zabıtan savcı ve polislere bıraktıran akıl tutulmasının kaynaklarını anlamadan hiçbir şeyi anlayamayız, hiçbir meseleyi de çözemeyiz.

Herkesin saygısını kazanmış, uluslararası bir marka olan cemaati eski Türkiye’nin bütün hastalıklarının taşıyıcısı ihtiraslı polis şefleri, nobran savcılar, kifayetsiz gazeteciler, ıskartaya çıkmış öfkeli liberallerin arkasına takıp bile bile uçuruma sürükleten, 40 yıllık emekleri heba ettirmek üzere olan bu akıl tutulmasını en başta cemaat mensupları sorgulamalı. Milyonların gönül verdiği bir hareketi ve onun bütün dindarların gönlüne dokunmuş Hocaefendisini kötü bir iktidar kavgasının ortasında koruma kalkanlarından azade olarak bırakılmasından, bir dinî cemaatin artık diyalog ve hoşgörü yerine polis, kaset, şantaj ve istihbaratla anılmasından, bir korku nesnesi haline getirilip belki de cadı avlarına konu edilmesinden rahatsız olan cemaat mensuplarına Kant, “Sapere Aude!” (Bilmeye-düşünmeye cesaret et) diye sesleniyor.

Belki işe namazların ardından yapılan tesbihata “Allahümme ecirna min şerrin istihbarat” ekleyerek başlamak gerekir…

TÜRKİYE