"Allah'ım! Acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, ihtiyarlayıp ele avuca düşmekten ve cimrilikten sana sığınırım. Kabir azâbından sana sığınırım. Hayat ve ölüm fitnesinden sana sığınırım.” (Müslim, Zikir 50; bk. Ebu Davud, Vitir 32; Nesai, İstiaze 7)
Rasullulah’ın (sav) mübarek iki dudağı arasından çıkan dualardan birinin de bu olduğu rivayet ediliyor: "Allah’ım acizlikten, tembellikten, korkaklıktan… sana sığınırım." Söz söylemenin hükmünü yitirdiği ama sadra şifa bir şekilde eyleme imkanın da çok olmadığı bir noktada acizlikten Allah’a sığınmanın anlamı kendini tam anlamıyla açıyor insana. Böyledir, en iyi kitaplardan, en sıkı metinlerden, en etkili konuşmalardan öğrenseniz bile tam olarak anlayamayacağınız bir hakikat hayatın akışı içinde bir “an”da kendini faş edebilir.
Acze düşmek, tembellik, korku… Bunların hepsi insan için… Normal bir zamanda da böyle bir hale düştüğünde Müslümanlar kendini toplamaya, birbirlerini toparlamaya çalışmalı. Ancak düşmanın bir fiilinin sonucu olarak bu hallerden birine kapılmak başka… Hayatı çok sevdiğimizden değil, tamamen kafirleri sevindirip rıza-ı ilahiden uzak düşme korkusuyla silkinip devam etmemiz gerekiyor!
Olanlar karşısında naif gelebilir belki ama -esas yapılması gerekeni yapma gücüne erişene kadar- halihazırdaki şartlar içinde -tesiri yaratanın alemlerin Rabbi olduğunu da unutmadan- en etkili ne yapabiliriz? Savaşın bulunduğumuz cephesinde -kuvvet sahibinin ancak Allah olduğunu da hatırda tutarak- nereye yardıma koşabiliriz diye sormak dışında bizim için başka bir seçenek görünmüyor. Düşmanla her an karşı karşıya olduğumuz modern dünya şartları içinde Allah Resulü’nün tavsiyesine uyarak sebat etmek düşüyor bize düşman karşısında sebat etmek.
Bugün düşmanın yaptıklarına mukabele bi'l-misl cevap veremiyor olabiliriz, yarın bunu gerçekleştirebilecek şekilde güç dengesini değiştirebilir miyiz onu da bilmiyoruz ama bulunduğumuz hattı dahi koruyamazsak bir imkan olarak da bundan söz edemeyeceğiz. Belki Allah Resulü'nün “düşmanla karşılaşmayı arzu etmeyiniz; Allah’tan âfiyet dileyiniz. Fakat düşmanla karşılaşınca da sabrediniz” buyurduğu rivayette “düşmanla karşılaşınca sabretmenin” bir anlamı da düşmana caydırıcı bir şekilde karşı koyamasan da mücadeleden vazgeçmemek, en azından düşmanın karşısında durma hususunda sebat etmektir ki ileride gerçek anlamıyla “düşman karşısında sabretme” mümkün olsun.
Öte yandan işgal rejiminin hastane katliamıyla birlikte nasıl bir dünyada yaşadığımızı bir an olsun akıldan çıkarmamamız gerektiğini bir kez daha görmüş olduk. Dünyanın hegemonik güçleri Müslümanlara izzeti şerefleriyle yaşama imkanı tanımayacaklarını Siyonistlerin saldırısı sonrası ortaya koydukları tutumla bir kez daha gösterdi. Batılı liderlerin açıklamaları, batı medyasının olayları görüş şekli vs. birçok şey örnek gösterilebilir buna ama açık seçik bir şekilde ortada olan bir duruma örnek getirme çabası da bir yerden sonra lüzumunu kaybediyor. Bununla birlikte hamaset ve retoriğin ötesinde yalın bir olguyu gösterme çabası olarak söylememiz gerekiyor ki bu savaşta karşımızda bütün bir Batı bulunuyor.
Bugün için cephe hattının sıcak çatışma noktası Filistin ve hassaten de Gazze olan bu savaşta vurgulamaya çalıştığımız gibi güç dengesi bizden yana değil. Bunun ötesinde düşmanımızın riayet ettiği herhangi bir sınır, gözettiği bir hukuk da bulunmuyor. Sa‘d bin Ebi Vakkas'ın (r.a.) İslâm ordusuyla İran üzerine yürürken İran ordu komutanına yazdığı mektubunda geçtiği rivayet edilen “Sizin dünyayı sevdiğiniz kadar ahireti seven bir orduyla geliyorum.” sözündeki hali kuşanmak ancak aleyhteki bu şartları bizim için dengeleyip hatta lehimize çevirebilir.
Dünyaya tutunmak için değil, ahirete taalluk etmeyen rutinimize dönmek için değil düşmanın karşısında çok daha güçlü bir şekilde durmak için toparlanmak; yerini bulamayan öfkemizin devamında bizi acze, tembelliğe ve korkuya yöneltmesi tehlikesinden kurtulmak için Allah’a sığınma durumundayız!