HAKSÖZ HABER
Bartın Özgür-Der temsilciliğinde Hamza Türkmen, “Öze Dönüş, Gelenek ve Yerlilik” başlıklı yaptığı konuşmasında şu hususlar üzerinde durdu:
‘Öze dönüş’ ve ‘yerlilik’ ifadeleri bazı Müslüman entelektüeller ve siyasiler tarafından yarım asırdan bu yana kullanılıyor. ‘Gelenek’ ise öteden beri yapılagelen şeyler, alışkanlıklar anlamında kullanılan tartışmalı bir kavram. ‘Sünnet, örf’ gibi kavramların yerine de kullanılıyor ama bu kullanımlar ‘sıddıkların, şühedanın, salihlerin yolu’ gibi olumlu anlamda da ‘atalar dini’ gibi olumsuz anlamda da kullanılmaktadır.
Bu konuda gözden kaçan husus, ‘öze dönüş’ teriminin Avrupa’yı oluşturan kimlik/değer tartışmaları içinde gündeme gelmişliğidir. ‘Öze dönüş’, materyalist ve pozitivist eğilimli Avrupa felsefesinin daraltıcı çemberini, ruhçu temelde aşma eğilimini ifade ederken; ‘yerlilik’ veya ‘yerlicilik’ ise küreselleşmenin tek tipleştirici inhisarına karşı çıkar ve kaçak veya örtülü bir ulusçuluğa dayanır.
Yerlilik işgal ve ekonomik tasallutla oluşan fiili sömürgeciliğe karşı çıkışı; Batı’daki öze dönüşcülük ise Aydınlanmacılığı, pozivist bilimciliği aşmaya yönelen şirkle iç içe olan metafizik birikimi bütünleştirme çabasıdır. Yine Avrupa’da veya Batı’da şekillenen ‘yabancılaşma’ kavramına dikkat çeken Türkmen, yabancılaşma terimini ilk defa insanın özünden uzaklaşılması anlamında kullanan Hegel’in ve Marks’ın verdiği farklı anlamları aktardı. "Bu kavram insan ve toplumda oluşan buhranın karşılığı olarak kullanılmaktadır" dedi.
Batı’da yabancılaşmaya uğrayan insanın özünden veya ruhundan, tarihi gerçekliğinden ya da i tabiattan kopmuş, uzaklaşmış olarak algılandığını belirten Türkmen, İslam’daki ifsadı/yabancılaşmayı ise, yaratıcımızın Kur’an’da bildirdiği yaratılış fıtratından ve vahyi ölçülerden uzaklaşmak olarak izah etti.
Tüketici birey ve kolektif sürü yabancılaşmasına karşı ‘öze dönüş’ ve ‘yerlilik’ arayışlarının insani olduğunu belirten konuşmacı ancak bu çerçevede çözüm arayan sınırlı insan aklının yeni asabiyelere yani had bilmezliklere mahkum olduğunu vurguladı. "Allah’a ve onun vahyine yönelmeyen çözümlemeler hak, hukuk, yaşama tarzı ve nefis konularında cahiliyenin ifsadından ve ayartmalarından kurtulamaz" dedi.
“Hak temelli bir tanımı da olmayan ‘öze dönüş’ ve ‘yerlilik’ çabaları daha çok emperyalist kuşatmaya, dünyevi egemenlere yani ‘müstekbir’lere karşı bir kurtuluş arayışıdır. Bu arayışın adı Durkheimci bir sosyolojik temelde bazı kere Batılı ruhçu akademisyenlerin dilinde büyük harfle yazılan ‘Gelenek’ olmaktadır. Bazı kere fakirler lehine kurgulanan Marksist-Hıristiyan Kurtuluş Teolojisiyle irtibatlandırılan eklektik-sentezci arayışlar olmaktadır. Bizdeki ‘Anadolu irfanı' veya ‘Müslüman sol’ ve ‘Antikapitalist Müslümanlar’ söylemleri de bu eğilimlerden iktibastır” diyen Hamza Türkmen konuşmasını şöyle sürdürdü:
Batı sömürüsü karşısında ‘öze dönüş’ ve ‘yerlilik’ akımının 1950’li-1970’li yıllar arasında İslam Dünyası’nda en fazla belirginleşen isimleri İran’da Ali Şeriati ve Türkiye’de Nurettin Topçu olmuştur. Her ikisi, Batı’daki maddeci ve ruhçu eğilimleri Avrupa’da etüd etmiş, oryantalist akademisyenlere öğrencilik yapmışlardır.
Ali Şeriati ‘Öze Dönüş’ kitabında İran’da M.Ö. 550 yılında Medleri yıkarak kurulan Pers İmparatorluğu yani Ahamenişîler, Mekodanlara bağlı yaşayan Eşkanîler ve İslam öncesi Sasanîler, dönemlerine ait veya onlardan önceki dönemlere ait eski bir ‘öz’lerinin var olduğunu belirtir. Bu öz kadim bir özdür. Şeriati’ye göre bu öz canlıdır. Şeriati, Mezopotamya medeniyetlerinin varisi olarak gördüğü bu arkeolojik arka plana İslam ile çağdaş Avrupa medeniyetlerinin kuruluşuna birçok yararlılıklar sunan bir medeniyet diyebilmektedir.
Şeriati, insanı Bakara Sûresi’ndeki ayette geçen ‘Muhakkak Ben, yeryüzünde bir halife var edeceğim’ ayetini yanlış yorumlayarak ‘Allah’ın temsilcisi, yeryüzündeki halifesi, vekili’ şeklinde anlar. Bu yaklaşımı yanında Tevhid’i diğer tanrıları, halk karşıtı sahte ve düşman ilahları ve tağutları inkâr etmek, kâinatı yaratan ve idare eden, bilgi ve irade sahibi Allah’ın varlığına vurgu yaparak açıklar.
Tabii ki Şeriati’nin toplumsal yasaları, tabiat kanunlarını ve insan fıtratını vahyi kavramların açılımından çok Batılı ödünç kavramlarla anlatması anlaşmazlıklara veya anlaşılmazlıklara da neden olur. Ayrıca İran milliliğinin Arap saldırısından sonra oluştuğunu ifade etmesi de Şeriati’nin Şia asabiyesine tutsaklığını gösteren başlıca zaaflarıdır. Ancak ömrünün sonlarına doğru İslam’a Şia gözlüğü ve sosyal bilimler gözlüğü ile bakmaktan Kur’an’ın mücizliğini iyice kavradıktan sonra vazgeçtiğini ilan etmiştir.
Hallâc-ı Mansûr çalışmaları, Hıristiyanlarla Müslümanlığı birbirine yakınlaştırma ve vahdet-i vücûd felsefesini geliştirme gayretleri içinde olan İran kökenli müşteşrik Lois Massignon ile Şeriati gibi Nurettin Topçu da Fransa’da yakın bir ilişki içinde olmuştur.
Nurettin Topçu Anadolu’da doğacak olan Müslüman-Türk kültür medeniyeti peşindedir. ‘Yarınki Türkiye’ kitabında belirttiğine göre Türk milletinin ilk ve ana kaynağı Kur’an-ı Kerim olacaktır. Ama ana kaynak dışında felsefe sistemi, Türk milletinin ‘Dokuz yüz yıllık tarihinin harpleri, zaferleri, sefaletleri, isyanları, sevinçleri, secdeleri, mezarları, harabeleri ve saltanatlarıyla nesi varsa, neleri var olmuşsa hepsinden sızan iradenin bir terkip içinde birleşmesinden’ meydana gelecektir. O da ‘öz’ anlayışını Batılı ruhçu filozoflara göre geliştirmiştir. Topçu’nun ‘Yarınki Türkiye’sinde iyi bir topluma ve Kur’an’a olan özlemine rağmen ‘öze dönüş’ü kadim ‘felsefe, edebiyat, musiki, resim, heykel ve mimari’ye ve Müslümanlarla irtibatlı şair veya edebiyatçıların ‘dili güzel kullanması’na bağlaması vahyi olana saygı duymanın yeterli olmadığının bir göstergesiydi.
Bu tür inhiraflarla ilgili olarak Türkmen şu tespitte bulundu: Kemalist Türk Devrimleri’nin baskı ve yasaklarına karşı Türkiye insanının ‘öz’ diye sarıldığı dini düşüncelerin, ‘ed-din’ yerine dini kültür ile, mistik veya sufi felsefeyle malul bir eklektisizm taşıdığı, inançta ve amelde vahiy merkezli okumalar bütünlüğüne kavuşuldukça anlaşılmaya başlanmıştır. Oysa öze dönme çabası, neo-gelenekçi teorisyenlerin reformist yaklaşımlarıyla değil, Kur’an’daki ıslah kavramıyla olmalıdır. Doğru bir öze dönüş çabası, hem varoluş anlayışı, hem bilginin sahihliği, hem usulî bakımdan korunmuş ve Kelimetullah olan Kur’an’la, onun açık nasslarıyla, Resulullah Aleyhisselam’ın bize intikal eden sahih uygulamalarıyla, sahih örfle ve fıtratla bütünleşme istikametiyle yakalanır. Bu temel değerleri elek olarak kullanarak ulaşılabilir.
Ruhçu öğretilerle yetişen ve geleneği büyük ‘G’ ile yazan René Guénon ise geleneği din, Doğulu ve Batılı metafizik bağlamlarla anlatır. Guénon’un çizgisini takip eden Martin Lings (Ebubekir Siraceddin) ve arkadaşı Fritjof Schuon (Îsâ Nureddîn) İslami çerçeveyi hadis-i kutsî denilen rivayetleri de kullanarak Allah’ın ‘doğurmamış ve doğmamış’ vahyi bildirimine rağmen, Tanrının taşarak evreni ve ruhları yarattığını iddia eden Helenistik ‘sudur felsefesi’ ile yorumlama eğiliminin dindarlarıydılar.
Şeriati, kök olarak tarihini ve medeniyet algısını paganlığa bulaşmış İran-Aryanî miteolojilerine indirgemesi zihinsel parçalanmışlığın bir göstergesi. Aynı parçalanmışlığı Topçu müktesebatı veya İslam-Türk sentezcilerinin yaklaşımlarıyla da karşılaştırabiliriz.
Reel-politika içinde dindar siyasetçilerin ‘yerlilik’ konusunu örtük milliyetçilik formuna hizmet edecek şekilde kullanmaları Şeriati’de ve Topçu’da görülen bu yanlışlar tuzağını büyültmektedir.
Ancak doğduğu ailenin ve toplumun veya kavmin üyesi olmak, geleceğini onlarla planlamak bir bakıma köksüz kalmamak anlamına da gelmektedir. Bu bağlamda ‘buralı’ veya ‘bu toprağın insanı’ olmak tartışmalıdır. Bir bakıma ‘buralı' veya ‘bu toprağın insanı' olmak çözülme ve yabancılaşma karşısında dayanışmacı bir yerliliği benimsemek anlamına da gelebilir. Yerliliği, ‘yerellik’ diye de okuduğumuzda yaşanan toplumun ve coğrafyanın sorunlarından kopmadan, ama cahiliyenin değerlerini ret ederek içinde yaşanılan ‘ümmet coğrafyasını savunmak’ için ‘buralı olmak’ ifadesinin önemi farklılaşır. Bazı kere her türlü ‘bağy’e, zulüm ve baskıya karşı duruş sahibi olmak anlamına da gelebilir.
Lakin Vatancı Kemalizm ile Anadoluculuk veya Bin Yıllık Tarih tezi aynı asabiyenin farklı tarihi uzanımlarına dayanan çeşitleridir. Solun ne kadar ‘yerli ve buralı’ olduğu ile sağın ne kadar ‘yerli ve buralı’ olduğu konusu ise tarihin algılanma veya kurgulanma biçimleriyle alakalıdır.
‘Yerlici sol’ ve ‘yerlici sağ’ olarak her iki yorum tarzında da İslam adına parça doğrular veya sınırlı doğruluk taşıyan tanımlar varsa da İslami öz ile bütünleşen yakinî bir tutarlılık ve bütünlük yoktur. Oysa Müslümanların tarihi yaşanmışlıklarını temsil eden süreçler, zaaflardan arınılacak ve ders çıkartılacak, doğruları Tevhidi esaslarla geliştirilecek unsurlar olarak görülebilse, karşımızda ‘iyi’ye ve ‘salihat’a yönelten imkânlar çıkacaktır.
Dinin, dünyevi çözümlerini gözeterek ve bugünün ihtiyaçlarını dikkate alarak dini-siyasi akım olarak yeniden farklı bir bakış açısıyla yorumlanması, 1960’lardan itibaren Latin Amerika’da Katolikler arasında ‘Hıristiyan Kurtuluş Teolojisi’ olarak veya ‘Kurtuluş Teorisi’ şeklinde kullanılmaya başlandı. Ancak ‘Kurtuluş’ kavramının kökeni, Hıristiyan geleneğindeki yaygın kullanım ‘salvation’ kavramından değil de ‘liberation’dan gelmesi bilinçli bir tercihin sonucudur. Çünkü ‘salvation’ kavramı çağrışımları ve kullanımı itibariyle daha çok ‘ahiret’i çağrıştırmaktadır. İslam’da ise ‘felah’ veya ‘necat’a ermenin yolu ‘dareyn’den yani iki dünya kurtuluşundan veya ahiret için dünyayı kurtarmaktan geçer. Bu konu da ‘Islah’ temel kavramdır.
Latin Amerika’da ezilenler için Kitab-ı Mukaddes’ten yani Tevrat ve İncil’den seçilen bazı pasajlara dayanılarak Marksist diyalektikten de yararlanılarak oluşturulan bu teoloji Katolik Vatikan’a; Ortadoks, Katolik, Protestan teolojilere karşı, hayatı bölümlere ayıran yeni bir Hristiyan teoloji olarak ortaya çıkmıştır. Zaten ‘teoloji’ Yaratıcı’dan bildirilen ed-Din/Sabit Din değil, sabit dinden kırıntılar taşıyan dinî olana ait olgu ve fenomenleri konu edinen ve onları felsefi, psikolojik, sosyolojik ve tarihi olarak geniş kapsamlı bir senteze ulaştırmaya çalışan bir ilahiyat uğraşısıdır. İlahiyat ise, yaratıcının varlığı ve niteliği üzerine ileri sürülen bilgi, görüş ve inançları metodik olarak inceleyen disiplin demektir. Zaten teoloji dinî deneyimlerden ayrışır, akılcı bir yorumla dini içerikleri tanımlamaya çalışır.
Öze dönüş kaygılarını Katolik kurtuluş teolojisinin argümanları ile biçimlendirmeye çalışan liberal ve sosyalist Müslüman teologlar için de garipsenecek olan, Tevhid dininin son ve korunmuş olan Kur’an-ı Kerim’i örtülü veya açık biçimde yorumlarken ‘tarihselci okuma’ sapması içinde olmalarıdır. Bu tarz kavşaklarda gelenekçi inhiraf ile modernist inhiraf bütünleşmektedir.
Hıristiyan Kurtuluş Teolojisinden etkilenerek ilk olarak ‘İslami Kurtuluş Teolojisi’ni 2008’de yazan İranlı Hamid Dabashi, İran Devrimi üzerine umutlarını kaybetmiş olacak ki ilk dönem İslamcılığın meşruiyetini kaybettiği sonucuna varmış. Ona göre İslamcılık uluslararası yönünü güçlendirerek farklılıklara saygı göstermelidir. ‘Kurtuluş Teolojisi’nde merkezi bir konuma sahip olan ‘yoksul/poor’ teriminin, ekonomik olarak fakir ve yoksullar ile en alt tabakadaki insanları da kapsadığı vurgusuyla birlikte Kur'an’da kullanılan ‘mustaz'af’ kavramı arasında bağ kurmaya çalışırlar. Oysa fakirlik/poor terimi ‘mustazaf’ kavramını karşılamaktan uzaktır. Zira ‘mustaz'af’, miskin, fakir, yoksuldan öte bazen zengin dahi olsa zulme maruz kalandır. Bu pozisyon Hilfu'l-Fudül’un ilk icrasında da görülür.
Dabashi gibi beyin göçü yaşayan teologlar, ‘İslami Kurtuluş Teoloiji’ kurgularını ‘öze dönüş’ pratiği olarak dinin yeniden yorumlanması, eleştirel duruş, sosyal adalet ve yoksulluk perspektifi bağlamında ele almaya çalışmaktadırlar.
Türkiye’de mevcut Hükümeti “İslamcı” ilan edip, Hükümet’in yanlışlarına ve eksiklerine karşı sol söylemle ve giderek onların kimliği ile bütünleşme eğiliminde olan Müslümanların, Tevhidi kimlik ve mücadele bilincinden yoksun olduklarını belirten Türkmen konuşmasını şu değerlendirmeyle bitirdi:
İlk olarak Seyyid Kutup’un gündemleştirdiği ‘Amerikan İslam’ı’ da veya İslam düşmanlarının kurguladığı ‘Ilımlı İslam’ tasarımı da Müslüman kitleler arasında ‘zalimun’ denilen kendi nefsine zulmeden tabakayı çoğaltmaya ve ‘muslih’ olanları azaltmaya dönük bir tuzaktır. Bu tespit ve uygulamaları komplo olarak kabul edip örtmeye değil, inkârcıların Resuller ve iman edenler için kurdukları hileleri ve tuzaklarını, yani Kur’an’da geçen ‘mekr’ ve ‘keyd’in varlığı gibi ifşa etmeye ve arınma, ıslah, ihya çabalarımızın özgünlüğünü ortaya çıkartmaya ihtiyacımız vardır.
Avrupa kökenli veya Durkhaim Sosyolojisi üzerine kurulan ‘öze dönüşcü’ yaklaşımları geçip, ıslah-ı nefs yapıp, Kur’an’ın kimliksel ve toplumsal tasniflerini kavramalı ve yaşantımızda öne çıkartmalıyız.