Taha Kılınç / Yeni Şafak
Aliya bize ne söyler?
“Umut var ve bana gelince ben iflah olmaz bir iyimserim. Ben İslâm’a inanıyorum ve bu nedenle İslâm dünyasının istikbaline inanıyorum. Bu istikbal nasıl güvence altına alınır ve onun için nasıl çalışılır? Buna cevap vermek yerine, sizinle bir anekdot paylaşacağım:
On yıl kadar önce Londra’da bir konuşmamda tam da bu konudan bahsederken, hayal gücümü biraz açığa vurdum ve gelecekte birleşik ve güçlü bir İslâm dünyası vizyonu ortaya koydum. Bunun çok cesur, hatta hadsiz bir vizyon olduğunu ve “gerçekçi imkânsızlıklar” kümesine düştüğünü kabul ediyorum. Ama ne derler bilirsiniz: Gerçekçi olalım, imkânsızın peşinden koşalım. Programın ardından genç bir adam ayağa kalkarak bu vizyona hayran kaldığını fakat bunun gerçekleştirilebilmesine giden bir yol görmediğini söyledi. Benden eğer mümkünse böyle bir fikri gerçekleştirmenin şart ve metotları hakkında daha fazla bilgi vermemi istedi. Kendisine tüm şartları bilmediğimi fakat bunlardan en önemlisini bildiğimi ve dilerse kendisine bu sırrı açık edebileceğimi söyledim. “Nedir?” diye sordu. “Bu vizyona inanmak” diye cevap verdim.”
“İslâm ülkeleri sadece denizler, nehirler ve dağlarla değil, aynı zamanda farklı menfaat ve tesirlerle de birbirinden ayrılıyor. Bunun üstesinden gelmek zor olacak. Buna hiçbir zaman tam manasıyla erişemeyeceğiz, fakat asla bu vahdet için çalışmaktan vazgeçmemek gerekiyor. Tüm İslâm memleketlerinin güvenliği ve kurtuluşu buna bağlı.”
“Eğer siyasî zafer elde ettiyseniz, muhtemelen askerî zafere de ulaşırsınız. Bunun tersi de mümkündür, ama bu ihtimal daha düşüktür. Siyasî yenilgiyi askerî üstünlük ile kurtarmak veya telafi etmek ise hemen hemen imkânsızdır. Vietnam’da Amerikalıların yaşadığını hatırlayın. Askerî faktörler siyasî olarak en baştan kaybedilen şeyleri hiçbir şekilde kurtaramadı. Büyük Sırbistan ideolojisi soykırım ve etnik temizlik üzerine kuruldu ve siyaseten mağlup olarak tüm dünya tarafından lanetlendi. Bunun toplarla kurtarılabileceğini sanmıyorum.”
“Tarih boyunca kendini tekrar ve teyit eden bir hikâye vardır: Ölmeye hazır olan halklar, bunu yapmaya hazır olmayan halklara galip gelmiştir. Bu sonuncular sürekli daha zengin ve görünüşte daha güçlü olurlar. Görünüşte diyorum, çünkü güç ve zayıflık kalptedir.”
“İslâm ve Batı kültür ve medeniyetiyle ilişkiler söz konusu olduğunda, Müslümanlar iki uç noktadan kaçınmak zorunda oldukları bir seçimin eşiğindeler: Batı medeniyetini külliyen reddetmek ve sorgulamaksızın taklit etmek. Her ikisi de aynı derecede tehlikelidir. Şayet işbirliği yapmazsak, güçsüzlüğümüz sonsuza kadar sürer. Bu medeniyeti herhangi bir seçilim olmadan olduğu gibi kabul ettiğimizde ise, kimliğimizi kaybederiz ve artık olduğumuz şey olmayı bırakırız.”
“Dayton [Anlaşması], Bosna’nın bütünlüğünü kâğıt üzerinde ilan etmiş fakat gerçekçi bir şekilde bunu hayata geçirmemiştir. Bu, bugün bizi ve gelecek nesli bekleyen bir görevdir. Yaptığımız barış anlaşmasından dolayı pişmanlık duymamalıyız. Biz bütünlüğe sahip Bosna fikrinden vazgeçmedik fakat bu konudaki silahlı mücadelenin yerini siyasî mücadeleye bırakmaya karar verdik. Belki de yalnızca bir yıl sürecek bir savaşla alınabilecek olanlar, barış döneminde yıllar boyu sürecek özverili bir çalışma gerektirecek. Ancak bir yıl daha savaş, on binlerce can kaybı ve onun iki katı yeni malûl anlamına gelecekti.”
“Savaşta her on Boşnak’tan biri öldürüldü. Hayatta kalma ve özgürlük hakkımızın bedeli bu kadar ağır oldu. Bu yüzden Bosna’ya yeni haksızlıklar yapılmasına müsaade etmeyin. Masum insanların, din kardeşlerinizin kanları ile örtülü olduğu için, Bosna’nın sizin için ‘kutsal toprak’ olduğunu herkese duyurun.”
Aliya İzetbegoviç, tam 19 yıl önce bugün, 19 Ekim 2003’te Saraybosna’da rahmete kavuştu. Yakın tarihin en dikkate değer şahsiyetlerinden biri olan bu “cins” ufku anmak için, onun 1989-1995 ve 1996-2003 arasında verdiği mülakatları ve yaptığı konuşmaları içeren iki kitaptan (Bosna Büyük Bir Sır – Soğuk ve Acı Barış Günleri, Ketebe Yayınları) bazı pasajları paylaşmayı uygun buldum. Zira Aliya’nın durduğu yer ve bıraktığı miras üzerinde tefekkür, güncel gelişmeleri anlamamıza da yardımcı olacaktır. Hatta buradan, onun bugünkü siyasî varisi olarak görülen oğlu Bakir İzetbegoviç’in aybaşında düzenlenen genel seçimlerde aldığı yenilginin sebeplerine bile geçiş yapılabilir.
Şu noktayı vurgulayarak bitireyim:
Geçtiğimiz yüzyılın tecrübesini yaşamış, eskinin sıkıntılarını çekmiş ve güçlü misyonlar üstlenmiş “karizmatik” şahsiyetler aramızdan birer birer ayrılıyor. Bizlere ve bizden sonrakilere yüklenmiş bir sorumluluğu, omuzlarımızda bırakarak: Acaba biz aynı derinliği ve ufukları yakalayabilecek miyiz?