Aktütün Karakolu’na yapılan PKK baskının neredeyse bir aylık hazırlığın ardından gerçekleştirildiği ve bu durumun bizzat askerî yetkililer tarafından da biliniyor olması, Türkiye’yi uzun zamandır eşiğinde durduğu bir gündemin içine soktu. Son on yıl içinde yaşanan ve AKP’yi iktidara getirirken, laik kesimde de demokratları ayrımlaştıran toplumsal değişme, ister istemez askerin konumunu da tartışmaya açacaktı... Aynı süreçte önümüze çıkan AB reformlarının en önemli bölümlerinden biri ise zaten asker/sivil ilişkileri üzerineydi. Örneğin güvenlik sektörünün bir bütün olarak sivil denetim altına alınması, özelde ise askerî tasarrufların doğrudan Meclis tarafından denetlenmesi, halen gündemimizde olan bir konu.
Söz konusu denetimin esas olarak hesap verme ve bütçe kullanma alanında olması beklenmekte. Ne var ki, askerin bu tür bir şeffaflaşmaya bile direndiğini biliyoruz. Örneğin Sayıştay’a TSK’yı denetleme imkânı veren yasanın, aynı zamanda askerî yönetmeliğin bazı maddelerine de göndermede bulunduğunu ve bu maddelerin Sayıştay denetimine izin vermediğini öğrendik... Yani görünüşte demokratik reformlar yapan, ama kurumsal dengeler ve özellikle TSK açısından bakıldığında, işin esasında hiçbir şeyin değişmediği bir ülkede yaşıyoruz. TSK hâlâ bütçeden istediği parayı alıp istediği gibi harcamakla kalmıyor, hesap de vermiyor...
Toplum olarak bu durumun kabullenilmesi ucu epeyce geçmişe giden bir tür dokunulmazlığı ima ediyor. Ne de olsa bu ülkede ordu, devleti kuran unsur olarak tanımlanmakta. Öyle ki ‘Türk ordusu’ Türkiye’den önce var ve nitekim Türkiye’yi olanaklı kılan da o... Bunun anlamı ‘Türkiye’ bağlamında düşünülebilecek her türlü ilişki ve denetleme sisteminin dışında durabilen bir askeriyedir. Ancak günümüzde bu kabulün aynen devam etmesi son derece güç... Birtakım tehditlerin devam etmesini ve tehditlerle toplumun, yani sivil siyasetin başa çıkamamasını gerektiriyor. Nitekim Kürt meselesi de özellikle PKK sonrasında bu tabloyu tamamlamakta.
Bu kendine has kurumsal dengedeki kritik nokta ise askerin kendi işinde başarılı olması... Diğer bir deyişle askerin ayrıcalığına ‘razı’ gelebilmenin ana koşulu, TSK’nın kendi işini iyi yapması... İşte Dağlıca ve Aktütün olayları bu nedenle geri dönüşü hiç kolay olmayacak yeni bir süreci başlattı. Çünkü burada mesele, son olayların askerî açıdan zaaf içerdiğine dair kamuoyunda genel bir kanaatin uyanmış olmasıdır. Bu noktadan sonra kurumun prestijinin korunabilmesi, kendini topluma açabilme cesareti ile doğrudan bağlantılı olacaktır; çünkü aksi tutum bir özgüven eksikliği şeklinde algılanabilir ki bu da askerî alanda zafiyete işaret eden durumların ‘tekrarlanabilir’ olduğunu ima eder. Böylesi bir sürecin bugün askeri eleştirenler için dahi ‘istenilir’ olmadığı ise açıktır...
Oysa Genelkurmay Başkanı’nın tutumu bu değerlendirmenin yapılamamış olduğunu akla getiriyor. Örneğin getirilmiş olan yayın yasağı, haberin yanlış olduğunu söylemiyor. Aksine gizli olan bir bilginin dışarıya sızdırılmasını temel alıyor... Dolayısıyla da yayın yasağı, doğru bir bilginin kamuoyu tarafından bilinmemesi gerektiğini ifade etmiş oluyor. Zaten denetime ilişkin tartışmaların ortasında bulunan bir kurum için, bu hiç de arzu edilecek bir konum değil. Toplumun neyi bilip neyi bilmemesi gerektiğinin askerler tarafından söylendiği, üstelik askerî alanda istenmeyen bir sonuçla karşılaşıldığında bunun askerî mahkeme kararı ile ‘bilinmesi yasak’ kategorisine sokulduğu bir ülkede, demokratik taleplerin daha da artacağı ve doğrudan askeriyeyi hedef alacağı açık...
Genelkurmay Başkanı’nın PKK’yı başarılı gibi gösterenlerin ‘akan ve akacak olan kana ortak’ olduklarını söylemesi ise son derece vahim. Her şeyden önce karşımızda 25 yıldır alt edemediğimiz, askerlerin de söylediği üzere yeni katılımları kendine çekebilen bir terör örgütü var... PKK başarılı mı bizi ilgilendirmiyor, ama bizim başarısız olduğumuz gözüküyor. Bu başarısızlık ise sadece askerin değil, hepimizin sorumluluğuna işaret etmekte... Dolayısıyla gereksiz alınganlıklardan ziyade, nasıl bunca zaman çözüm yolunu bulamadığımızı irdelemekte yarar var. Öte yandan eleştirileri durdurma gayreti, devletin ‘taraf’ olduğu yerde gazeteciliğin yapılamayacağını, ya da gazeteciliğin ancak devlet eksenli olarak yapılabileceğini ima ediyor. Ama iş bununla kalmıyor... Askerin de bizzat ‘devlet’ olduğunu kabullenmek gerekiyor...
Ne yazık ki bu değerlendirmeler demokratik bir cumhuriyet olabilmenin hâlâ sindirilememiş olduğunu ortaya koymaktan başka işlev görmüyor... Her kurumun toplum önünde şeffaf bir süreç içerisinde hesap verme yükümlülüğü içinde olduğunun kabullenilmesi, ilk başta sancılı olsa da, askeriyeyi de orta vadede rahatlatacaktır...
TARAF