Abdullah Yıldız / Yeni Akit
Peygamberimizin (s.) kutlu ashabı, tâbiîn ve onlardan sonra gelen büyük âlimler, bazı konularda farklı görüşlere sahip idiler. Mesela, onların abdest ve namaz konusunda farklı görüş ve uygulamaları vardı. Ama bu durum, onların birbirlerinin ardında namaz kılmalarına engel olmazdı. (İmam) Ahmed b. Hanbel burun kanaması ve hacamatın abdesti bozduğu kanaatindeydi. Ona, kanamadan sonra abdestini yenilememiş bir imamın ardında namaz kılınıp kılınmayacağı soruldu. Şöyle cevap verdi:
“Ben (İmam) Malik ve Said b. Müseyyeb’in ardında nasıl namaz kılmam?”
İmam Malik’in “Muvatta” isimli hadis ve fıkıh kitabı, kırk yıllık bir çalışmanın ürünüdür. Halife Mansur, bu kitabın kopyalarını çıkartıp, insanların görüş ayrılıklarından kurtulmalarını sağlamak için çeşitli bölgelere göndermek isteyince, Malik bu “dayatmayı” kabul etmedi:
“Bunu yapma! (O bölgelerdeki) insanlar zaten kendilerine ulaşan rivayetlere ve daha önce işittikleri hadislere dayalı bir ilme sahiptir. Her grup kendisine ilk ulaşana göre amel etmektedir ve bu yüzden insanların uygulamalarında farklılıklar vardır. Bırak, her bölgenin insanı kendi seçtiği yolu izlesin.”
Müslümanların tarihi, doğru ve ideal ihtilâf ahlâkı ve normlarının parlak örnekleriyle doludur:
Kadı İyâz, Medarik’inde nakleder: (İmam) Malik, (İmam) Ebû Hanife ile görüşüp dönerken Leys b. Sad ile karşılaştı. Leys:
“Alnın ter içinde kalmış” dedi. Malik:
“Ebû Hanife ile toplantıda terledim. O gerçek bir fakih…” dedi.
Leys, daha sonra Ebû Hanife ile görüştüğünde:
“Malik’in sana dair söyledikleri ne kadar mükemmel!” deyince, Ebû Hanife:
“Ben onun kadar kıvrak zekâlı ve gerçek idrak sahibi başkasını görmedim” cevabını verir.
Bu büyük imamların bir kısmı diğerinden ders almış, biri konuşurken diğeri susup dinlemiştir. Zira onlar ashab-ı kiramı örnek aldılar: Abdurrahman b. Ebû Leylâ (r.a), sahabelere (r.anhüm) bir hadis veya hüküm sorulduğunda, onların cevabı bir diğerine bıraktıklarını ve bunun bazen ilk soru sorulan sahabeye dönünceye kadar devam ettiğini aktarır. Ebu Derda (r.a) der ki:
“Bilmiyorum demek ilmin yarısıdır.”
Rivayete göre; İmam Malik, kendisine sorulan kırk sorunun beşini cevaplamış, diğerlerine “Bilmiyorum” demiştir.
Ashabı izleyen büyük âlimlerimiz ve imamlarımız birbirleri hakkında çok güzel sözler söylemişlerdi.
İmam Şafii: “Malik benim hocamdır; ilmi ondan alırım; o, âlimler arasında yıldız gibi parlar” der.
İmam Malik de: “Fıkıh konusunda insanlar Ebû Hanife’nin karşısında tıpkı başkalarına muhtaç çocuklar gibidir” der. Yine Ebû Hanife için: “Eğer buraya gelip, ‘bu caminin tuğlaları ahşaptan yapılmıştır’ deseydi, onların gerçekten ahşap olduğuna inanırdınız” der.
İmam Ahmed b. Hanbel’in oğlu Abdullah, babasının İmam Şafii’ye sık sık dua ettiğini görünce ona, “Şafii nasıl bir kimseydi?”diye sorar: Babası der ki:
“Allah ona rahmet eylesin, dünya için güneş ve insanlar için sağlık gibiydi. Bu iki hayatî ihtiyacın yerini tutacak veya kaybını telafi edecek başka bir şey düşünebiliyor musun?”
İmam Şafii, talebesi Ahmed b. Hanbel’e şöyle der:
“Hadis ilminde ve hadis râvîlerinin hayat hikâyeleri konusunda benden daha üstünsün. Eğer bir sahih hadis işitirsen, ister Kûfe’de ister Basra ve Suriye’de nakledilmiş olsun, bana bildir.”
(Kaynak: Taha Cabir Alvani, İhtilaf -Farkın Farkındalığı-, Mahya Yay. İst-2016.)
Bu örnekler elbette çoğaltılabilir, ancak selef imamlarımızın ve âlimlerimizin bazı konularda farklı görüşleri olsa da sahip oldukları yüksek ahlâk ve davranış standartları sayesinde birbirlerinin kadir ve kıymetini nasıl bildiklerini, keza saygı ve nezaketi asla terk etmediklerini göstermeye yeter. İlk nesiller arasında bazı sorunlar yaşanmışsa da bunları nakletmenin bir faydası olmadığı aşikârdır.
Çeşitli ihtilâf ve ayrılıklar içinde yorgun ve bitkin düşen günümüz Müslümanlarının, ilk nesillerin bu örnek ahlâkını kuşanmadan, çok özlediğimiz “İslâmî dirilişi” gerçekleştirmeleri beklenebilir mi?