Ali Emre’nin Temmuz Kitap’tan çıkan Nureddin Zengi romanından kısa bir bölüm yayımlıyoruz. Hacca giden Nureddin Zengi’nin, büyük bir kibir ve küstahlık içinde şeytan taşlayan fakat Frenkler tarafından katledilen kardeşleri için kılını bile kıpırdatmayan yöneticilere, Arap ulularına yönelik eleştirisi, son gelişmeler eşliğinde günümüz Müslüman dünyasına da ışıklar düşürüyor:
Vakfeden sonra Mina’ya, Müzdelife denen yere geldiler. Biraz beklediler. Nefeslendiler. Sonra taş topladılar. Burada bile itişip kakışan, kibirle dolaşan, etrafındakileri küçümseyerek süzen insanları gördükçe Nureddin’in canı sıkılıyordu. Kalabalık her dakika artıyordu. Vezirler, büyük emirler, halifelerin yardımcıları, sultanların danışmanları, adı bile korku yaratan subaylar art arda görünmeye başlamışlardı. Arap uluları ve onların yanaşmaları, kendilerini hemen belli ediyorlardı. Şeytan taşlama, temsilî bir şeydi elbette. İmanı temizlemenin, kalbi diri tutmanın, hevâdan ve vesveseden kaçınmanın, kibri yenmenin, Allah’a sığınmanın, kötülüğe tavır almanın bir vesilesiydi.
Nureddin, gözlerini kısarak baktı.
Takva ve tevazu, yoksullardaydı. Mertliği yüzünden okunan gençlerdeydi. Allah’ı içtenlikle zikreden genç kızlarda, itiş kakışın olduğu yerlere sokulmaktan kaçınan mahzun kadınlardaydı. Buraya zaten çok zor geldiği belli olan zayıflarda, mazlumlarda, samimî dindarlardaydı. Onlar, belki yüzlerce arkadaşını da yollarda kaybetmiş kişilerdi. Bazılarının hayatı, kabullenmişlik ve incinmişlikle geçmişti. Farkında bile olmadan, sözleri ve hareketleriyle başkalarını ürküten ve her yere pervasızca dalan adamlara, burada da hemen yer açıyorlardı.
Nureddin’in çehresi kararmaya, avurtları seğirmeye başladı. Gözünden hiçbir şey kaçmayan, ona baktıkça tedirginliği artan Karakuş, Nureddin’e yapışmış gibi duruyordu şimdi. Şirkûh, Çavlı, Himadüddin ve Erkuş biraz daha ötedeydi.
- “İyi misin Nureddin?”
Duymazdan geldi Nureddin. Yutkunuyor, yumruklarını sıkıyordu. Göğsü inip kalkıyordu. Birkaç kez derin nefes aldı. Karakuş’un elinden, kuşatmasından kurtulup fırladı. Sonra olan oldu.
Göz açıp kapayıncaya kadar şeytan taşlayan zenginlerin, çeşitli beldelerden gelen idarecilerin, uluların ve soyluların olduğu tarafa yöneldi. Çok geçmeden, kulakları çınlatan tok bir ses yükseldi. Ateş gibi birkaç cümle. Arapça olduğu için, ne dediğini tam olarak anlayamadı Karakuş. İçine doğan şey gerçekleşmiş, korktuğu başına gelmişti. Diğer arkadaşlarına işaret edip Nureddin’in yanına gelmelerini istedi.
- “Beyim! Allah aşkına yapma etme beyim! Dur!..”
Nureddin, birkaç adım daha atıp kalabalığa daldı. Önüne gelen adamı sarsmaya, iteklemeye, çekiştirmeye başladı. Ortalık birden karıştı. Kimisinin sakalını tutuyor, kimisinin elindeki küçük taşlara vuruyor, kimisinin arkasından asılıyordu:
- “Önce kendinizi taşlayın siz ey Allah’tan korkmazlar! Sizden âlâ şeytan mı olur? Taşı önce kendinize çalın ey utanmazlar! Ey burada bile kibirden ehramlar yapan, müslüman kardaşlarına, bacılarına çalım satarak bakan sahtekârlar!..”
Birçok el havada asılı kaldı bu sözler üzerine.
Büyük bir hışımla, sesin geldiği tarafa dönen öfkeli çehrelerin sayısı birden çoğaldı. Kendilerini itekleyip savuran kişinin üzerine yürüyen adamların şaşkınlık ve kızgınlığını fark eden Karakuş; Nureddin’i tutmaya, susturmaya, sakinleştirmeye çalıştıysa da güç yetiremedi. Şirkûh’un ve Halep’ten gelen diğer arkadaşlarının da dili tutulmuş gibiydi. Bir süre hiç kıpırdayamadılar. Arapçası Türkçesinden daha iyi olan Himadüddin, çoğu hacca ilk kez gelen arkadaşlarına Nureddin’in söylediklerini yarım yamalak da olsa büyük bir heyecanla aktarıyordu. Homurtular, dehşetin giysisine bürünen cümleler, tokat ya da yumruk atmaya hazırlanan eller artmıştı bu arada:
- “Kim bu densiz? Bu küstah kim? İbadetimizi sakatlayacak serseri!”
- “Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu senin Allah’ın belası? Kapa çeneni! Böyle bir günde kötek yemek istemiyorsan, hemen defol git!”
- “Hac emiri nerede? Muhafızlar nerede? Elimizde kalacak yoksa bu meczup!”
Bu sözlerle yetinmediler. Efendilerine yaranmak isteyen birkaç kişi üzerine atıldı Nureddin’in. Boğazını sıkanlar, ağzını kapatanlar, saçlarından asılanlar oldu. Biraz sonra, orada bulunan herkes, şeytan taşlamayı bırakıp seslerin yükseldiği yere gelmişti. Şirkûh, ellerini çırptı belli belirsiz.
- “Ulan nasıl iştir? Ne kılıç var ne sopa! Bu yaşta ve böyle bir yerde pehlivanlık yaptıracaklar bize!”
Telaşı, kaygısı her hareketine yansıyan Karakuş’un fısıldayarak söylediklerini gürültü patırtı içinde zar zor duyan Himadüddin, gür bir sesle ve fasih bir Arapça ile, sıfatları özellikle çoğaltarak haykırdı hemen:
- “Âdil melik, mücahid ve muzaffer emir, Şam ve Halep beldelerinin hükümdarı Nureddin Mahmud bin Zengi hazretleri!”
Bilmeyen, söylenene kulak vermeyen bir iki kişi höykürmeye devam etse de Himâdüddin’in dudaklarından dökülen ismi duyanlar, bir anda durdular. Hac emîrinin yardımcısı da koşarak oraya gelmişti. Dişlerini sıkanların, dudaklarını ve avurtlarını ısıranların sayısı da az değildi ama Nureddin’e hayranlık duyanlar, onun dört bir yanda yankılanan ismini büyük bir hürmetle ananlar bir anda etrafını sarmışlardı. Abbasi vezirinin başdanışmanı, alttan almayı gururuna yediremedi yine de:
- “Güneş başına mı vurdu Mahmud? Mübarek bayram gününde nedir bu yaptığın? Dini de örfü de ezip geçersin!”
Nureddin, oralı bile olmadı. Ellerini açtı. Başını doğrulttu. Sesini daha da yükseltti:
- “Kanımıza susamış kâfirlerin dört bir yanda cirit attığı, bütün mukaddeslerimizi çiğneyip kirlettiği bir zamanda önce kendinizi taşlayın siz! Ey kibrinden geçilmeyenler! Ey gaflet uykusuna doymayanlar! Ey Allah’ın evininin çevresinde bile büyüklenerek yürüyenler! Ey şerefli peygamberimizin ve güzide arkadaşlarının hatıralarıyla dolu Mekke’de, Medine’de bile yetimi azarlayanlar, yoksuldan yüz çevirenler, çaresizleri ve mazlumları itip kakanlar! Ey burada şevkle ve neşeyle şeytan taşlayan fakat istilacı Frenklere karşı kılını bile kıpırdatmayanlar! Şanı yüce Allah’ın adını, birçok şehirde, arzdan ve semadan silmeye yeltendiler, ne yaptınız? Yanaklarını tırnaklayan analarımıza, çırpınıp duran gencecik kızlarımıza tecavüz ettiler, ne yaptınız? Kudüs’te binlerce müslümanı bir günde boğazladılar, ne yaptınız? Mâbedlerimizi, mescidlerimizi, medreselerimizi ateşe verdiler, ne yaptınız? Kardaşlarınız açlık ve yokluk içinde ölüp gittiler, ne yaptınız? Yiğitlerimiz, fidan gibi bacılarımız, el kadar çocuklarımız esir alındılar, köle pazarlarında satıldılar, ne yaptınız? Âlimlerimizin, müderrislerimizin kesilmiş başları köpeklerin önüne atıldı; yıkanmayı bile bilmeyen adamlar yurdumuzu kan deryasına çevirdi, ne yaptınız? Şerefiniz iki paralık edildi; ne yaptınız? Zelzele oldu, taş üstünde taş kalmadı, sadece kocamışların değil körpe yavrularımızın da üstüne kara toprak yığıldı, ne yaptınız? Onlarca beldede size çağrıda bulunduk, ulak yolladık, yardım istedik, yaşlı gözlerle yollara çıkıp yalvardık; ne yaptınız?..”
Nureddin’i sevenler, cesaret, adalet ve merhametini duyup bilenler en öne geçtiği, yaşarmış gözlerle onun çevresinde toplandığı için kimse kıpırdayamıyor, müdahale edemiyor, sesini çıkaramıyordu. Hıçkırığını içine gömen gençlerin, utanç ve ıstırapla ellerini ısıran kadınların, başını yerden kaldıramayan ihtiyarların sayısı sürekli artıyordu:
- “Ey buraya Bağdat’tan, Kahire’den, Yemen’den, Konya’dan, Ahlat’tan, Musul’dan, Mağrip’ten, Horasan’dan, Kurtuba’dan ve daha uzak diyarlardan gelenler! Kudüs’ü nasıl kurtaracağız, kimlerle kurtaracağız, söyleyin? Endülüs’te kardaşlarımız koyun gibi kesilip boğazlanır, oralara nasıl el uzatacağız, söyleyin? Rûm hükümdarı güçlenir, evimizi boylu boyunca üzerimize çökertmek için fırsat kollar, tepemize dikilip homurdanır; ona nasıl karşı koyacağız, söyleyin? Güzelim şehirlerimiz kâfirler tarafından kirletilmektedir, denizlerin dört bir tarafını onlar tutmuştur, her yerde oluk oluk müslüman kanı dökülmektedir; yarın ahirette Allah’a nasıl hesap vereceğiz, söyleyin? Ey kalpleri mühürlenmiş gibi yaşayanlar, ey kulaklarını tıkayanlar, ey gözlerine perde inenler; şehirlerinizde kalbi Allah için, İslam için atan bir avuç adam da mı kalmamıştır, söyleyin? Böyle zillet içinde yaşamaya daha ne kadar tahammül edeceksiniz, Allah aşkına söyleyin? Ey Halife’nin sofra arkadaşları, ey büyük Sultan’ın yakın akrabaları! Ey müderrisler, ey âlimler, ey gözünü kırpmadan binlerce askere ölüm emri veren namlı subaylar, ey güzel sözlü vaizler, ey neşide ustaları, ey şairler, ey Karun’un hazinelerine sahip olduğu halde gözü doymayan tüccarlar! İmanınız soğumuş, kalbiniz çürümüştür! Vallahi avucunuzdaki bu taşları, bu şevk ve heyecanla gelip Frenklere atsaydınız bu iki ayaklı iblisler ya çekip gider ya da hayatlarının bağışlanması için bize yalvarırlardı! Çoğunuz bunu yapmadınız! Yapmıyorsunuz! Bilin ki şeytan, taşladığınız yerde bağlı duran bir şey değildir! Vallahi taşı yanlış yere atıyorsunuz!”
Nureddin, başka şeyler de söyleyecekti fakat sesi kısıldığı, boğazı kuruduğu ve hâlsiz kaldığı için gerisini getiremedi. Bu kadarı da yetti elbette. Hicaz, bu sözlerin, bu feryatların ateşiyle dalga dalga çalkalandı ve nihayet akşam oldu.
Ali Emre, Nureddin Zengi, Temmuz Kitap, Mayıs 2017, 480 s.
İrtibat için: 0212 524 10 28