Ali Emre’nin ‘Mehmed Akif’ romanı üzerine

Yunus Emre Altuntaş, Mehmet Akif Ersoy'un hayatının anlatıldığı ve Ali Emre'nin kaleme aldığı "Mehmet Akif" kitabını yorumluyor.

Kurmacanın farkı bu olsa gerek. Kitabın son satırlarını bitirdiğimde üzerime çöken ağırlığı tarif edemem. Her ne kadar bildiğim, defalarca dinlediğim bir kahramanın hayatı olsa da bu kez daha derinden sarsıldığımı söylemeliyim.

Ali Emre’nin son kitabı “Mehmed Akif”ten bahsediyorum. Hakkında pek çok biyografi okumuş olmama rağmen Akif’in hayatını bir de roman formatında okumak çok farklı hisler uyandırdı bende.  

Kurmaca dediğime bakmayın. Romanın kurgusu genel olarak arşiv bilgilerine, hatıratlara ve mektuplara dayanıyor. Ali Emre, önceki romanlarında olduğu gibi sıkı bir kaynak taraması yapmış ve Akif’in hayatını âdeta ilmek ilmek işleyerek harika bir esere dönüştürmüş.

Akif hakkında daha önce de birkaç roman okumuştum. Lakin Ali Emre’nin kaleme aldığı “Mehmed Akif” romanı, öncekilere göre daha gerçekçi bir portre çizmeye çalışmış. Bu başarıyı, Ali Emre’nin tarihî roman alanında son on yılda kazandığı tecrübeye borçluyuz. Bu anlamda Nureddin Zengi, Selahaddin Eyyubi ve Baybars’ın ardından gelen Mehmed Akif romanını, Ali Emre’nin yazın tarihinde ayrı bir yere koymamız gerekiyor.

Ali Emre’nin tarihî romanlarının ortak özelliği; gölgede kalmış, hakkı yenmiş veya yeterince anlatılmamış/anlaşılmamış isimleri ele almasıdır. Nureddin Zengi ve Baybars, bu anlamda öne çıkan romanlarıdır. Her iki kahramanın İslam dünyası için ne denli önemli işlere imza attıklarını bu romanlar aracılığıyla öğrenen okurların sayısı hiç de az değildir. “Diz Çökmeyen” isimli öykü kitabında da birbirinden farklı on tarihî şahsiyetin son anlarını anlatan yazarın, eserlerini tarihî bir şuur bağlamında inşa ettiğini görüyoruz.

Her şeyden önce iyi bir şair olan Ali Emre’yi, tarihî roman yazmaya götüren sebep daha çok ideallerinden ileri geliyor. Neredeyse kimsenin el atmadığı bu alana girmek zorunda kalması, bir sorumluluk duygusunu yansıtıyor. Dolayısıyla bu eserlerinde -tıpkı Akif gibi- edebi sanatlardan ziyade kitleleri bilinçlendirmek kaygısı öne çıkıyor. Açık, yalın, anlaşılır ve vurucu üsluba sahip eserlerin art arda baskılarının yapılıyor oluşu, bu gayretin amacına ulaştığını gösteriyor.

Roman, Akif’in Mülkiye İdadisi’nde (lisede) okuduğu sırada babasının vefat haberini almasıyla başlıyor. Babasının vefatıyla henüz 16 yaşında ailesinin yükünü omuzlarında hisseden Akif, ertesi yıl evlerinin de yanmasıyla oldukça sıkıntılı süreçler yaşıyor. Neyse ki babasının dostları imdada yetişerek aileyi yalnız bırakmıyor.

Bir an önce hayata atılabilmek için meslek garantili olan Baytar Mektebi’ne naklini aldırarak 20 yaşında bu okuldan birincilikle mezun oluyor. Akabinde hemen memuriyete başlayan Akif’in maddi sıkıntıları azalsa da karakterinin doğruluğu dolayısıyla girdiği hemen her ortamda sorun yaşamaktan kurtulamıyor. Yanlışa tahammülü olmayan Akif’in bir şahsiyet abidesi olarak belirmesi de bu süreçte gerçekleşiyor.

Akif’in hayatı, dalgalı bir denizi andırır. Çalkantısı bir ömür boyu süren bu denizde Akif’in nefes alacak, durup dinlenecek zamanı olmadı. Ülke baştanbaşa alevler içindeyken, dört bir yandan düşmanlar saldırıya geçmişken Akif gibi şahsiyet sahibi birinin bir gece bile rahat uyuması mümkün olmamıştır.

Osmanlı’nın çöküş yıllarında birbirini takip eden nice büyük dramın sarstığı bu büyük şairin durumu, nereye yetişeceğini şaşıran yaralı bir aslanı andırır. Rus istilası, Balkan faciası, 31 Mart olayları, Trablusgarp’ın işgali, I. Dünya Savaşı, Mondros, Sevr, ülkenin işgali, Yunan mezalimi, İstiklal Harbi, Yunan denize dökülürken minarelerdeki ezanı susturan ve Kuran’ı yasaklayan tek parti diktasının ortaya çıkması, İstiklal Mahkemeleri, takipler, kumpaslar, işkenceler, Mısır yılları, yoksulluk, gurbet, hasret, yalnızlık, vefasızlık, hastalık derken Akif’in bir saniye bile rahat yüzü görmediği bir hayattan bahsediyoruz.

Tüm bu süreçlerde duruşunu hiç bozmayan, her dönemde ülkesinin ve milletinin selameti için canını ortaya koyan Akif’in, kahraman olarak meydanlara heykelleri dikilmesi gerekirken bir tehdit olarak görülüp sürgüne mecbur edilmesi, tavizsiz bir şahsiyet olmasından ileri geliyor. Yanlışa eyvallahı olmayan ve sözünü esirgemeyen bu etkili şairi itibarsızlaştırarak kendileri için tehdit olmaktan çıkarmak isteyen dönemin zalimleri, tıpkı Ali Şükrü gibi, Hüseyin Avni gibi, Kazım Karabekir gibi, Kuşçubaşı Eşref gibi Mehmed Akif’i de devre dışı bırakmak istediler. Lakin İstiklal Marşı’mızın şairi olan Mehmed Akif’e milletin duyduğu derin sevgi ve güven, tüm bu engelleri aşarak bugünlere ulaşmasını sağladı. Ona zulmedenler ise millet nezdinde itibarlarını kaybettiği gibi rezil rüsva şekilde unutulup gittiler.

Ali Emre’nin “Mehmed Akif” romanında, özellikle yeni nesillerin yakından tanıması için şairin insani yönleri (endişeleri, hüzünleri, dargınlıkları, yalnızlığı, titizliği, sadakati, vefası vs.) vurgulanmaya çalışılmış. Bu da romanın etkisini artırmış. Akif’i etten kemikten bir insan, bir evlat, bir aile babası, bir koca, bir ağabey, bir dost olarak yakından tanımak isteyenler için Ali Emre’nin bu romanı iyi bir başlangıç olabilir. Millî Eğitim Bakanlığı’nın yerinde olsam liseler için yardımcı kaynak kitap olarak Ali Emre’nin romanlarını listeme alırdım. Çünkü gençlerimizin bu diriliş ve mücadele ruhuna ihtiyacı var.

Yorum Analiz Haberleri

Gazze katliamı ve Hasbara’nın iflası
Medyadaki ahlaksızlığa neden göz yumuluyor?
Camiler Ermeni, Rum ve Yahudilere de satılmış
Sosyal medyanın aptallaştırdığı insan modeli
Dünyevileşme ve yalnızlık