Ali Bulaç, 19 Temmuz 2012 tarihli Zaman gazetesinde “İslamcılığın seyri” başlıklı yazısıyla İslamcılıkla ilgili tartışmaların kapısını açtı. Ramazan ayında tv ekranlarına kadar yansıyan bu tartışma iyi de oldu. Bu konu, kartel medyasının Ramazan aylarında oruç tutma-tutmama tartışmalarını Müslümanları tahfif ve tezyif ederek gündemleştirmesinin önüne geçti. Bu arada yetersiz de olsa, tartışmaya katılan ve camiamıza hitap eden yazar ve akademisyenlerin nasıl bir İslam ve İslam’ı yaşama-yaşatma tasavvuruna sahip olduklarını öğrendiğimiz bir dosyaya da sahip olduk.
Ali Bulaç’ın İslamcılık tartışması üzerinde yoğunlaşması, bizlerde, son dönemlerdeki görüş ve duruşuyla irtifa kaybeden imajını arındıracağı ümit ve beklentisi oluşturdu. Çünkü Bulaç, Suriye Müslümanları adalet ve özgürlük hedefiyle meydanlara adım attığından bu yana, konuya -kendinin de olumluluk yüklediği bir kullanımla- İslamcı gibi değil, uluslarası bir siyasi analizci gibi yaklaştı.
Bulaç özellikle 2010’un sonundan bu yana Tunus’tan Mısır’a, Libya’ya, Yemen’e, Fas’a kadar yeni bir İslamcı dalga ve yöntem dili geliştiren Müslümanların tezlerini kavramak ve değerlendirmekten ziyade, Türkiye’nin veya İran’ın ulusal menfaatlerini düşünen görünümünden ötürü oldukça yıpranmıştı. İşte bu süreçte İslamcılık tartışmalarıyla ıslah, direniş ve ıslah dilini yeniden önceleyen tutumu, bizi Ali Bulaç isminin biyografisinde yer tutan İslami özgünlüğün yeniden filizleneceği beklentisi içinde ümitlendirmişti.
Sırf Ali Bulaç’ın İslamcılık tartışmaları içinde yakalamaya çalıştığımız bu ümidi yaşatabilmek niyetiyle CNN Türk’te katıldığım Şirin Payzın’ın İslamcılık tartışmasıyla ilgili programında, onun İslamcılık anlayışının ümmeti diriltmek için yeniden ıslaha ve inşaya yöneltici olduğu vurgusunda bulunmuştum. Aslında bu canlı yayında 4 yıl önce yayınladığı “Din-Kent ve Cemaat” adlı kitabında ulusal ve modernist eğilimle gelenekçi İslam anlayışını bütünleştiren Fethullah Gülen’in ve Hizmet Nesli’nin duruşunu bir tez olarak takdim etmesini eleştirmeyi düşünüyordum. Bulaç, Ayetullah Hatemi’nin İran’daki performansıyla irtibatlandırsa da “Yeni İslamcılık” veya “Üçüncü Nesil İslamcılık” anlayışını daha ziyade Gülen Hareketi’ni hem meşrulaştırmak hem de tanımladığı İslamcılık çerçevesine sürüklemek için imal ettiği kanatindeydim. Ama CNN Türk’te canlı yayında İslamcılık adına İslami değerlerin aşağılandığı ve İslamcılık algısının kaosa sürüklendiği bu ortamda bu eleştiriyi kendi camiamızda gündeme getirmek amacıyla erteleyerek, Ali Bulaç’ın ortaya koyduğu doğruları öne çıkartmayı tercih ettim.
İslamcılık tartışmalarında Ali Bulaç ismi, İslamcılık mecrasında ve Türkiye İslami uyanış sürecinde yer alan bir özne olduğu için oldukça önemlidir.
Benim veya birçoğumuz için Ali ağabey sadece yaş büyüklüğü dolayısıyla ağabey değil. O, 37-38 yıl önce Hareket Dergisi ve benzeri çevrelerin “milli /ulusal dindarlık” çizgisinden koparak veya hicret örnekliği göstererek İslami bilinçlenme sürecimize emek verenlerden birisi haline geldiği için kendisine ağabey dediğimiz bir büyüğümüz olmuştu.
O, 1970’li yılların ortalarından başlamak üzere Müslümanların sağcı, devletçi, milliyetçi ve mezhepçi kirlerden arınmasına, vahyi referans kaynağımızla/”kaynaklarımızla” bilinçlenmesine katkı sağlayan; ayrıca İslami faaliyetlere ön açmaya çalışan bir mütefekkirimiz olmuş idi.
Biz Ali ağabeyi hep “İslami hareketin öncüsü alim midir aydın mıdır?” gibi vahyi kavramlara uymayan bir tekerlemenin çıkmazında değil; vahiy-vakıa arasında “tertil” fıkhını ikmal etmiş bir dava adamı, bir “muslih”, bir “şahit” ve “şehid” olarak görmek istedik. Çünkü 1970’li yıllarda Müslümanlığımızı millici, sağcı, mezhepçi ve batini kirlerden arındırırken, Kur’an’dan ve Rasulullah’ın Sünnet ve Siret’inden öğrendiğimiz dünya ile ilgili ibadi hedeflerimiz şuydu: İslam’ı vahyi ölçülerle yaşama, tanıklaştırma ve tebliğ etme açısından “Rasul ve Rasulle birlikte olanlar” gibi bir “şüheda” nesli oluşturabilmek.
“Şuheda” olan vasat “ümmet”i (2/143), “aranızda bir ümmet olsun” (3/104) hükmü ve Seyyid Kutub’u idama götüren “Yeniden Kur’an Neslini İnşa” hedefi, hep öncü bir eğitim, tebliğ ve mücadele nesli olarak algılandı. Oluşturulmaya çalışılan bu “şehitler” nesline cemaat, teşkilat, hizip veya hareket dense de, arzu edilen muhteva, İslami şahsiyetlerden oluşmuş, vahyi bilgi ve takva üzerine anlaşmış, istişari yeterliliği yakalamış bir birliktelik oluşturmaktı. Bu konuda Kur’ani hedefler ve Muhammedi uygulama (s’in) ölçülerinin ne kadar yakalanabildiği; milliyetçi-toplumcu ve komünist birliktelik biçimlerine, tarikat ve aşiret formlarına öykünmekten ne kadar uzaklaşılabilindiği hep tartışma konusu oldu.
. . . . .
Ali Bulaç 1970’li yıllarda yükselen İslami uyanış sürecini –ki biz buna tevhidi uyanış süreci de diyoruz- ve bu çizginin kendi tarihi şartları içinde sergilediği kazanımlarını ve zaaflarını nesnel olarak ele almak ve tanımlamak yerine; yaptığı spesifik yorumlarla 1856’dan başlatarak İslamcılığı üç nesle ayırıyor. Ancak bu tasniflerle belki farkında olunmadan kavramsal bir kaosun da yolu açılmış oluyor. Bizim için ister şahitlik, ister muslihundan olmak, ister muvahhidlik ister İslami mücadele ister İslamcılık denilsin; önemli olan bu vahyi veya içtihadi kavramlarla anlatılmak istenen muhtevadır. Önemli olan Kur’an ve Muhammedi Sünnet bağlamında olumluluk atfettiğimiz muhtevayı yakalamaktır. O da, ister “salat’”a namaz, “savm”a oruç dendiği gibi, isterse “muslihun” olmak görevinden İslamcılık olarak bahsedilsin; anlatılmak istenen İslam’ı yaşama ve yaşatma azmidir.
Ali Bulaç İslamcılık tartışmalarını hem 150 yıl öncesinden Osmanlı eksenli başlatıyor, hem İslamcılık sıfatının Eş’ari’nin “Makalatu’l İslamiyyin İhtilafu’l Musallin” kitabında zikrettiği gibi Hicri 3. asırdan beri kullanıldığını da hatırlatıyor. Ama İslamcılık sıfatının 150 yıl önceki kullanımıyla 1200 yıl önceki kullanımı arasındaki farkı ortaya koymuyor.
Avrupa emperyalizminin kuşatması ve saldırısı karşısında ortaya çıkan “İttihad-ı İslam” fikri çerçevesindeki özlem ve çabalara, Batılıların “Pan-İslamizm” demesini, Bulaç’ın tasnifiyle “Birinci Nesil İslamcılar”(özellikle İttihad Terakki kadroları), İslamcılık olarak tercüme etmişlerdir.
Oysa “İttihad-ı İslam” ideali Cemaleddin Afgani-Muhammed Abduh ve Urvetu’l Vuska rehberliğine göre, Avrupa sömürgeciliğini defetmek kadar ümmeti yeniden İslami referanslarla diriltmek, çağın sorunlarına vahyi eksende cevap oluşturmak ve ümmete musallat olan istibdat yapısını kırıp “şura/ulu’l-emirler” yönetimini modelleştirebilmektir. Batılı saldırılar karşısında ümmet olarak var kalabilmek için kendini İslam’a nispet eden Osmanlı iktidarından yararlanmak istenmiştir. Bu çizginin niyeti, Müslümanların ıslahı ve toplumsal olarak yeniden inşasıdır.
“İttihad-ı İslam” veya “Pan-İslamizm” ise Abdülhamid Han-İttihad Terakki Cemiyeti rehberliğine göre, Avrupa sömürgeciliğini defetmek, Osmanlı iktidarını korumak için Müslümanların gücünden yararlanmak ve kalkınmak için Avrupalı modern değerlerle dini kültürü reforme edebilmektir. Batılı saldırılar karşısında Osmanlı iktidarını korumak için Müslümanların kalan gücü seferber edilmek istenmiştir. Bu çizginin niyeti ise, toplumsal ve siyasi statüyü içinde modernizmin değerlerini barındıran muhafazakar bir çözümle devam ettirebilmektir.
Ali Bulaç, İslamcı nesil tasnifinde 1924-1950 arasını boş bırakmaktadır. Oysa bu dönemde İttihad-ı İslam ruhu, Lozan anlaşmasıyla dayatılan Türkiye kolonyalizmine ve Kemalizmin sekülerleştirici, uluslaştırıcı ve pozitivist saldırılarına karşı ümmeti ve İslami değerleri var kılmak amacıyla direnişle, ayaklanmayla; gücünü kaybettiğinde de en azında kahhariye dualarıyla yaşamaya çalışmıştır. Hele 1924-1927 yılları arasında Müslüman tebaya dayatılan Batılılaşma devrimlerine ve yabancılaşmaya karşı gösterilen tepki ve direnişi İslamcılık tartışmalarının içine büyük parantezle bir şeref ve onur başlığı olarak almamak büyük bir zaaf ve geçmişimize yönelik büyük bir körlük olur.
. . . . .
Ali Bulaç 1950-2000 yıllarını Türkiye’deki İslami faaliyetleri ve temel çizgi farklılıklarını ayrıştırmadan veya belirtmeden, “İkinci Kuşak İslamcılık” tarihi olarak değerlendiriyor.
Oysa 1945-1975 yılları ise Türkiye’de İttihad-ı İslam veya İslamcılık adına yaşanan en hüzünlü zaman dilimidir. Bu dönemin İslamcılığı, 1945 öncesinde yakılan ve yıkılan ümit ve değerlerimizin enkazından yeniden ayağa kalkmak, küllerimizden kalkarak yeniden alevlenmek için önemli fedakarlıklar oluşturmuştur. Tüm bu samimiyete rağmen birikim yoksunluğu ve parça doğrularla gerçekleştirilen koşuşturmalar içinde bizi hüzünlendiren en önemli konu, dindarlığımızın ezilmişliğin getirdiği sığınmacı bir yaklaşımla milli/ulusal kirlere bulanmasıdır. Sığınmacılık ise, ulusal statüye sığınarak var kalabilme çaresizliğinin bir sonucudur.
İslam’ın üst kimliğini yok etmeye, edemiyorsa alt kimliğe indirgemeye çalışan İTC’nin ve Cumhuriyetin Türkçü-Batıcı kadrolarına ABD ve İngiltere’ye dayanan Anglo-Sakson eksenin zorlamasıyla 1945’ten sonra Türkiye’de demokratikleşmesi için kısmi adımlar attırılmıştır. Türkçü kadrolar, var kalabilmek için bu kısmi özgürlük ortamından yararlanmayı düşünen kuşatma altındaki Müslümanlar üzerinde ilk defa inisiyatif kurabilmişlerdir. Zira Türk üst kimliği ile İslam üst kimliği arasındaki çatışmada, hayatta kalabilen Müslüman kanaat önderlerini, sonunda boyun eğdirterek Türk-İslam sentezine razı ettirmişler; böylece de dindarlık aidiyetimizi, “milli dindarlık” haline getirtmişlerdir. İşte sağcı, devletçi, milliyetçi kirlere bulaşan Türkiye İslamcılığı bu şekilde karşımıza çıkmıştır.
Ali Bulaç “Türkiye İslamcılığı” denilen bu kuşatmayı muhtemelen “gelenekçi ve milli dindar Türkiye birikimi” rahatsız olmasın ve ilişkiler gerginleşmesin diye gündeme getirmemektedir. Ama bununla da yetinmeyip millilikten, mezhepçilikten ve çoğu kere de batinilikten kurtulamayan gelenekçi İslami çevreleri, ciddi hiçbir uyarı ve ıslah projesi ortaya koymadan, İslamcı eksene oturtmaya çalışmakta, ilke merkezli değil çoğu zaman Türkiye merkezli pragmatik değerlendirmelerde bulunmaktadır.
. . . . .
Ayrıca Bulaç, tevhidi uyanış çizgisinin kazanımlarını güçlendirmek isteyen Müslümanların zihinlerindeki yerini zedelemek pahasına 1990’lı yıllardan itibaren sistem içi reel siyaseti idealleştiren “Milli Görüş Hareketi” ve lideri Erbakan’ın ihtiyaçlarına; 1995’ten başlamak üzere özellikle son yıllarda yerel ve küresel ölçekte sistem içi ilişkileri ve başarıyı önemseyen “Hizmet Hareketi” ve lideri Fethullah Gülen “Hocaefendi”nin ihtiyaçlarına uygun bir gözlükle sorunları yorumlamaya çalışmaktadır. Ama bu mahfillerle oluşturduğu iletişimde tıkandığı veya sözünü geçiremediğinde ve canı sıkıldığı anlarda da, 1970’li yılların ortalarından beri biriktirdiği tevhidi uyanış sürecinin değerleriyle kısmi çıkışlar yapabilmekte, serzenişlerde bulunmaktadır. Bu çerçevede Ali Bulaç İslamcılık tanımlarına renk katmakta, açılım ve ilişkilerinin seyrine göre tartışma başlıkları açmaktadır. Lakin çoğu kere de büyük bir değer taşıyan bağımsız İslami kimliğinin hatırasını, irtibatlı olduğu eklektik kimlikli dini mahfillerin tezlerini İslami camianın tümüne taşımak için araçsallaştırmaktadır.
Ali Bulaç’ın, eklektik dini camiaların hesaplarını gözeterek değil de, kendi fıtratı ve birikimi ile baş başa kaldığında, çoğu zaman yorumlarında adalet ve tevhid eksenli tutarlı analizler yapabildiğine şahidiz. Onun hiçbir millici veya gelenekçi dindar camiaya takılmadan bağımsız Müslüman kimliği ile gerçekleştirdiği sosyal-siyasal açılım ve analizleri, ıslah ve ihya çizgisinin arayış ve endişelerini ön plana çıkartıyordu. Ama işin başında, yani 1970’li yılların sonuna doğru tüm fikri ve istişari çabalarına rağmen, vahyi özgünlüğe dayanan bir sosyal tanıklık ve tebliğ modelinin inşacıları arasında yer alamadı.
1970’li yılların sonuna doğru en önemli düşünce mevzilerimizden Düşünce dergisinde kucak açılan İsmet Özel ihtida ettiği ilk yıllarında bu dergide “Kulüp ve çete olmaktan berî, akidevi temelli bir cemaat” olmaktan bahsetti. Yine aynı derginin vahyi ölçüler ve evrensel İslami hareket seyrinden beslenerek duygularını şiirleştiren Cumali Ü. Hasannebioğlu “ümmet olmak için cemaat olmak” fikrini işleyen yazılar yazdı. Ama bu dönemde bu sosyal ibadi görevi yerine getirmek için öne çıkan en önemli kişi, tevhidi uyanış sürecine sonradan katılan Sedat Yenigün oldu. Sedat ağabey cemaatleşme çabalarını ete kemiğe büründürme azmindeydi. Ama daha işin başındayken 5 Temmuz 1980’de bir kontgerilla çetesi tarafından şehid edildi.
Ali ağabey bir sohbetimizde 21. asırdan geriye bakarken, o dönemde cemaat olma konusunda ön plana atılmayışını, cemaat oluşturma konusunda istişareye ehil yeteri kadar İslami şahsiyetin yetişmemişliğine, dünya ve Türkiye siyasasını analiz etmede tecrübe eksikliğine ve düşünsel perspektiflerinin henüz böyle bir sorumluluğu yerine getirecek kadar olgunlaşmamışlığına bağlıyordu. Bu mazeretler tabii ki tarihi şartları içinde tartışılabilir. Hele 12 Eylül’de gördüğü ağır işkenceyle ilgili bilgiyi, ilişki ağındaki insanlar korkup dağılmasınlar diye uzun yıllar kendine saklaması da erdemli ve çok önemli bir tutum. O, 12 Eylül 1980 öncesinde tevhidi uyanış sürecinin taşıyıcılığına yönelen Akıncıların yaptığı eylemlerde okunan bildirileri yazmasından, bize Mehmet Kerim’in kitaplaştırarak aktardığı “İran İslam Devrimi” ile ilgili vurgularına kadar bu sürecin kazanımlarına da zaaflarına da ortak olan yakın tarihimizin önemli bir ismi.
. . . . .
1970’lerin sonlarına doğru kök tutmaya başlayan İslami uyanış sürecinin 1980’lerin ilerleyen aşamalarında dünyevileşme, ağabeycilik, hizipçilik, taklitçilikten kopamama ve bölgecilik gibi ikincil zaaflar yanında, özellikle 1990’lı yılların ortalarına kadar Kur’an merkezli usulî bir yeterliliğe ulaşamaması ve süreç içinde iktidar merkezli bir önceliğe evrilmesi sonucunda, büyük yanılsamalar ve tıkanmalar söz konusu oldu. Sünnetullahı gözetme niteliğini yakalayamayan bu acilci stratejik yanlışlık büyük düş kırılmalarına, güvensizliğe ve çaresizliğe kapı açtı.
İslami uyanış sürecinde yer alan cemaatlerimizin büyük fedakarlıklar ve adanmışlıklarla İslami uyanışı yükselttiler. Ancak bu fedakâr çabalarla devrime ve devlet olmaya endekslenmiş iktidar merkezli acilciliğin, dünyayı tanıdıkça ve şehirleşme-modernleşme sorunlarıyla yüzleşildikçe yanlış bir öncelik olduğu anlaşıldı. Zaten kapımıza 28 Şubat 1997 Askeri Darbe Süreci dayanmıştı. Bu süreçte Kur’ani ölçüleri ve merhale anlayışını kavrayamamış dağınık zihniyetli kişiler büyük bir şaşkınlık içinde hedefini kaybetmiş yarışçılar gibi travmalar yaşadılar. Bu dağılma süreci, istikametini koruyan insanlarımız için de ciddi bir üzüntü vesilesi oldu.
Ali Bulaç’ın bu süreçte “sünnetullah”ın kendi şartlarımızla ilgili boyutunu kavrayıp analiz edeceğine, Medine Vesikası’ndan sivil toplum projesi çıkartmaya çalışması; sonra Fethullah Gülen “Hocaefendi” hazretlerinin “gaybi işaretler doğrultusunda” ABD’ye gittiğini keşfetmesi ve köşe yazısında açıklaması da bizim üzüntü vesilelerimize eklenen dosyalar oldu.
. . . . .
1970’lı yıllardaki İslami/tevhidi uyanış sürecinde yer alan insanlar kendilerine sadece “Müslüman” demeye başlamışlardı. İslami aidiyetlerini pekiştirmek isteyenler “mücahid”, “muttaki”, “dava adamı” “inkılapçı/devrimci” gibi vasıfları Müslümanlık tanımlarına ekliyorlardı. O dönemdeki “İslamcılık” vasfına daha ziyade sağcı, devletçi, milliyetçi ama aynı zamanda şeriat özlemcisi bir eklektisizmi yaşayan dindarlar sahip çıkıyordu. Bu çerçevenin entelektüel proto-tipleri olarak Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Şevket Eygi , Nurettin Topçu, Sezai Karakoç, Aykut Edibali, Nuri Pakdil, Fethi Gemuhluoğlu, Nevzat Yalçıntaş, Hekimoğlu İsmail, Kadir Mısıroğlu gibi isimlerden bahsedilebilir.
Aslında İslami kimliğin vahyi ölçülerle arındırılmasını ifade eden kavramsal tartışmalar, o dönemde en fazla İslami duyarlılığı yüksel olan Akıncı gençler arasında yaşandı. Bazıları “milli görüşçü” çizgi içinde şeriatçılık yanında Osmanlıcılığı, Bin Yıllık Tarih anlayışı çizgisinde Türk milleti ve millilik savunuculuğunu, “devlet ebed müddet” fikrini, Türkiyecilik sevdasını, mezhepçi ve batini kültür ritüellerini taşırken; bazıları da biz sadece “Müslümanız” ve “bizim kimliğimizi ve içtihatlarımızı belirleyen vahyin ekseni ve Hz. Muhammed’in uygulamalarıdır” bilincine ulaştılar.
Aslında İslam ve şeriat özlemlerini vahiy dışı eğilim ve kimliklerle sentezleyen hal, eklektik kimlikli Türkiye İslamcılığını oluşturuyordu. Bu hal ile ilgili gelişmeyi 1960’lı yıllarda ve 1970’lerin başında dindar kesimin en önemli basın–yayın müteşebbisi Mehmet Şevket Eygi, Gerçek Hayat dergisine verdiği bir mülakatta (26 Ocak 2001) şöyle belirtiyordu:
“İslâmcılar başlarına gelene layıktırlar. Hatta daha beteri olabilirdi de, Allah rahmetiyle esirgedi. Başlangıçta şuurlu, dindar, aksiyoncu Müslümanlık manasına gelen İslâmcılık, daha sonra beşeri bir ideoloji, aktivist bir siyasi hareket haline dönüştü. Son otuz yıl içinde bol bol rüzgar ekildi, şimdi onun meyvesi olan fırtınalar biçiliyor.”
Sağcı, ulusalcı ve mezhepci dindarların aksiyonculuğu yerine, bu kirlerden arınmış Kur’an ve Muhammedi Sünnet ölçüleriyle biz sadece Müslümanlarız diyen gelişim ön plana çıktığında artık İslamcılık tevhidi bilinçlenme sürecine giren insanların etiketi olmaya başladı. Gerek laik devlet söylemi ve gerek milli dindarlar haline getirilen gelenekçi-mezhepçi Müslümanların ithamları ile artık “kökü dışarıda”, “mezhepsiz” “siyasal İslamcı”, “radikal”, İran İslam İnkılabı’ndan sonra da “İrancı” diye suçlanan kişilere İslamcı denmeye başlandı. İşte Ali Bulaç’ın İslamcı vasfı da böyle bir sürecin sonunda oluştu.
Belki 1970’li yıllarda İslami doğruları ve niteliği yakalamak konusunda etkin bir avuç kişinin çabalarıyla başlayan İslami uyanış veya tevhidi uyanış süreci güç kazandıkça, artık sevaplarıyla günahlarıyla İslamcı olarak nitelenmeye başlanmıştı. Bizim için İslamcı ifadesini taşımak veya taşımamak önemli değildi. Ama İslamcılıkla kastedilen İslam, dar bir inanç sistemi ve ritüellere hapsolmuş manevi bir alan olmaktan öte, doğru ibadi ritüelleriyle beraber beraber bir dünya görüşü olarak ifade ediliyorsa eğer, evet biz de İslamcıydık.
Bu çerçevede kavramların içtihadi olarak kullanılıp kullanılmaması önemli değildi, kastedilen muhteva önemliydi. Ama Kur’an’ın gaybi ve dünyevi ölçülerini kavramayan veya kabul etmeyenler, İslami bütünlüğü içselleştiremeyenler veya tevhidi değerlerden irtidat edenler tabii ki İslamcı olamazlardı. Bu türler Oliver Roy gibi İslamcılığın bittiğini ilan ederken, Kur’an’ın ve Mütevatir Muhammedi Sünnet’in hayattan ve hayatımızdan yok edilemeyeceğini idrak edemediler. Zira Hayrettin Karaman’ın da ifade ettiği gibi “İslamcılığın kökü İslam” idi. İslamcılığı terk edenlerin kavram değerlendirmeleri de güven ve ilmi ciddiyet açısından önemli değildir. İslamcılıkla kastedilen vahyi muhteva önemlidir. İslamcılık kelimesini yanlış bulanların Kur’an’da belirtilen “şahit”, “şehit” ‘muslih” kavramlarının getirdiği sorumlulukları ne kadar üstlenip üstlenmedikleri önemlidir. Sanırım Ali ağabeyle bu düzlemde herhangi bir ihtilafımız yoktur.
İslamcılığın yerel ve küresel iki açılımı
I. Dünya Savaşı’ndan sonra direniş hattını kaybeden İslam coğrafyası hem iç zindeliğini kaybetmişti, hem dış düşmana mağlup düşmüştü. Ancak 19. yüzyılın sonlarında ıslah hareketlerinin geleneği Urvetu’l Vuska Hareketi ile yeniden gündeme geldi ve İslami uyanış 20. yüzyılın ortalarında zihinsel canlılığa da adım atmaya ve kendini İhvan-ı Müslimin, Cemat-i İslami, Ulema hareketi, Hizbu’t-Tahrir hereketleriyle hissettirmeye başladı.
Son dönemde iki İslami uyanış dalgası tüm İslam coğrafyasında canlılık üretici şekilde kendini gösterdi. Birincisi 20. yüzyılın son çeyreğinde İran İslam İnkılabı ve Afganistan cihadı ile süper güçlere karşı yükseldi. İkincisi uyanış dalgası ise 2010 yılı sonundan bu yana yükselen Ortadoğu İntifadası’nın itici gücü olan merhaleci İslami direniş ve uyanış hattıdır.
Birinci uyanış dalgasında liberalizme de sosyalizme de karşı olan bu İslami devinim, vahiy eksenli bağımsız Müslüman kimliğini ön plana çıkartıyordu. Ancak devrim ve direniş süreçlerini, merhale gözetmeden, şer’i bir İslam iktidarına/devletine kavuşturma aceleciliği içindeydiler. Ancak bu acelecilik yanlıştı. Hem İran ve Afganistan’da hem bu rüzgârdan etkilenen tüm İslam coğrafyasında ve Türkiye’de de bu uyanış dalgası hem vahyi ölçüler temelinde siyasi olarak modelleşemedi, hem bazı kazanımlar dışında zihinsel ve toplumsal dönüşümü vahiy ve ıslah ekseninde gerçekleştiremedi.
İkinci uyanış dalgası ise, Kur’an temelli ıslah bilincine sahip sınırlı sayıda çevre ve cemaatler tarafından sünnetullah çerçevesinde gözetildiği boyutuyla, ancak iki seneden beri Ortadoğu ayaklanmalarıyla kitlesel planda gündeme gelebildi. Müslümanların ağırlıkta olduğu muhalif bileşenlerle yükseltilen Ortadoğu ayaklanmaları yerli diktatörleri devirmiş veya geri adım atma sürecine itmiştir. İkinci uyanış dalgasının inisiyatifinde gelişen bu ayaklanmalar küresel kapitalizmin güç odaklarını şaşırtmış ve aciz bırakmıştır. Bu yeni İslami direniş ve uyanış hattı, büyük ölçüde metodik ve stratejik içtihadlarını yenilemiş, bileşenleri arasında yeteri kadar iç mutabakata varamasa da, ana gövde olarak merhaleci değişim ve mücadele anlayışına ulaşmıştır. Bu aşama, 19. yüzyıldan beri var olmaya çalışan İslami hareketlerin hem bilinçlenme, hem yeniden yapılanma ve hem modernizme cevap üretmenin yolunu yakalama konusunda en önemli kazanımı olmuştur.
Ali Bulaç bu iki İslamcı ekseni “Resmi İslam”, “Sivil veya Sosyal İslam” olarak ayrıştırmaktadır. Ancak bu iki uyanış merhalesini “İktidar Öncelikli İslamcılık” ve “Ümmet Öncelikli İslamcılık” olarak değerlendirmek vakıaya daha uygun olmalıdır.
Artık daha Kitabi, istişari, hikmetli ve ıslah çizgisindeki bir İslami bakışın, ümmeti yeterince uyandırmadan ve vahiyle uyarmadan, ümmeti küresel kapitalist kuşatmaya karşı hem zihinsel ve fiziki olarak koruyacak, hem çağa cevap verecek bir şüheda öncülüğünü modelleştirmeden iktidar merkezli bir İslami okuyuşun veya Bulaç’ın ifadesiyle “Resmi İslam”ın öncelenmesi makuliyetten değildir.
İslami duyarlılıkla veya İslamcı gayretlerle İslami hareketlerin tecrübe birikiminden yararlanma basiretini gösteremeyen ve dünyayı yeni tecrübe etmeye çalışan bazı kalkışmalar veya mevzi akımlar olabilir. Ama artık bilgi ve tecrübelerini istişari planda irtibatlandırma bilincine ulaşan Müslümanlar için tekrarlanmayacak hatlar ve ilerlenecek istikamet açıktır. Lakin biz Ali Bulaç’la, bizim ümmet öncelikli bir inşa, onun sosyal-sivil öncelikli bir inşa dediği ikinci uyanış dalgasından aynı şeyleri mi anlıyoruz, aynı hedefleri mi kastediyoruz?
Ali Bulaç’ın şehirleşmeye ve modernleşmeye Müslümanların ürettiği en önemli çözüm olarak Fethullah Gülen’in açılımlarını ve Hizmet Nesli’nin küreselleşen okullarını gösteriyor. Gerçekten Fethullah Gülen’in çözümü ve kolejleri bir ıslah ve inşa yapılanması mıdır?
Gülen Hareketi, Bulaç’ın ifade ettiği Üçüncü Nesil İslamcılık içinde yer alabilir mi?
Bu konunun değerlendirmeye ihtiyacı var.