Ali Bulaç Tih Çölü'ne düşerken

Ömer Lekesiz

Ali Bulaç 'AK parti ve İslamcılık' başlıklı 3 yazısını şu hususlar üzerine kurmuştur.

1)AK Parti'nin İslamcı olmadığı,

2)AK Parti'yi hangi tutumla, neden ve nasıl eleştirdiği,

3)AK Parti'yi kuranların Müslüman oldukları ancak oluşturdukları iktidarla Din'i protestanlaştırdıkları, maddileştirdikleri ve dolayısıyla İslamcılığın a)Dünya görüşünü İslami perspektife göre kurma, b)Özgürlükçü, ahlaki ve adaletli hayat tarzına yaklaşma, c)İttihad-ı İslam idealine hizmet etme şeklindeki 3 hedefine yakınlaşamadıkları,

4)AK Parti'nin eleştirilebilir oluşunun ona karşı komplo kurmaya gerekçe teşkil etmeyeceği ve İslamcıların iktidarı yanlış yerde aradıkları, Müslümanlarla ihtilafın Kur'an ve Sünnet'te belirlenen şekliyle çözülmesinin gerektiği.

Bir önceki yazımda Ali Bulaç'ın zihnindeki ve dolayısıyla tutumundaki karışıklıktan söz etmiştim. Bu yazılarda da aynısını gördüm. Şöyle ki,

1-Konuları kendi bağlamları ve nesnellikleri (kendindenlikleri) içinde ele almıyor. Örneğin üniter, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletinin anayasasına ve ilgili yasalarına göre kurulmuş olan ve dolayısıyla İslamcı olması teknik olarak mümkün olmayan Ak Parti'nin 'İslamcı olmadığı' vurgusuyla Müslümanlarla onun arasında derin bir mesafe yaratmaya, bunun karşılığını da İslam ve toplum ilişkileri Türkiye'dekinden çok farklı olan Mısır ve Pakistan'dan oluşturmaya çalışıyor.

2-AK Parti'yi esastan hem de kurulduğu ilk günden beri eleştirdiğini bildiriyor; 'dindar siyasetçiler'i eliyle İslam dini'ni protestanlaştırmakla, dünyevileştirmekle itham ettiği Ak Parti'nin kapatılmak istendiğinde arkasında durduğunu ve bugün de duracağını, Tayyip Erdoğan'a hukuk dışı, sandığın ötesinde bir saldırı vuku bulduğunda onu destekleyeceğini belirtiyor.

3-Somali, Arakan vahşetlerinde, Mısır'daki darbede, Mavi Marmara Olayı'nda, İsrail'in Gazze'ye saldırılarında uykularını yitiren yöneticileri İslamcı politikalar takip etmemekle mahkum edip, kendi derdinin, davasının 'İslam, İslam dünyası ve İslamcılık' olduğunu söylüyor.

4-Batıcıların 90 yılda tarumar ettikleri (kendi kelimeleriyle) ekonomik ve sosyal politikaları, kültür ve medeniyet tasavvurunu, din anlayışlarını ve dini kamusal hayat içinde konumlandırma biçimlerini; bölgesel ve uluslararası politikaları 12 yılda İslamileştiremedikleri için, her günü devrim yapmakla geçen (üstelik İslamcı olmayan) iktidarı topa tutuyor.

5-Sonra 'Tabii ki yöneticilerinin dindarlığı, bizim mahalleden olmaları önemlidir. Aramızda hak ve hukuk söz konusu, beraber çalışmışız; dostluklarımız, arkadaşlıklarımız var' diyor.

6-Ve öğüt faslı: 'Şu halde bir İslamcı hem hak adına gördüğü hata ve yanlışlıkları dile getirmeli, hem referans alınmayan İslam'ı ve İslamcılığı muhafazakâr bir partinin hatalarına ortak etmekten kaçınmalıdır.'

Bu arada içtihat yapma özgürlüğünü kısıtlamaktan yana olduğuma, Sünni asabiyeti öne çıkardığıma dair eksik (ya da şartlanmalı) okumadan kaynaklanan yanlış kanaatlerle beni eleştirirken, öte yandan çoğu hükümlerinde 'bana göre' deme zorunluluğunu es-geçip, sanki İslamcılığın kadısıymışçasına hükümlerini genelleştirerek kendince yeni mahkumiyetler üretiyor.

'Türkiye İslamcılığı'nın kaderi büyük oranda Erdoğan'ın kaderine bağlıdır' deyişimde geçmişte Osmanlı'ya, Cumhuriyet'te Tek Parti'ye, çok partili hayatta, darbelere bağlı oluşça bir bağlı oluşu kastettiğim çok açık olduğu halde, hem konuyla denkliğini gözetmeksizin verdiği örneğin merhum muhataplarını ruhen incitmiş hem de Erdoğan'a ebediyet atfettiğime dair bir algı doğurarak benim vebalimi üstlenmiş oluyor.

Yukarıda Ali Bulaç'ın söz konusu üç yazısında neyi anlatmak istediğini anlattım, anlatmak istediğini nasıl anlatamadığını da şimdi örnekleriyle anlattım.

Neden anlatamadığına gelince çok basit:

İslamcılığın sosyolojiyle ve siyasetle bir iletişiminin olması tabiidir ancak Ali Bulaç bu iletişimi 'bağlantı' sandığından onları İslamcılığın içinden değil, İslamcılığı onların içinden okumaya çalışıyor. Bu tehlikeli bir indirgemeciliktir ve gündelik toplumsal ve siyasi gelişmelere göre pozisyon belirlemeyi de gerekli kılacağından muhatabını azılı bir siyasetçiye dönüştürür ve en azından siyasilere rol biçmeye, istikamet tayin etmeye, hocalık taslamaya teşvik eder.

Dolayısıyla bu durum, Ali Bulaç'ın verdiği örnekteki gibi, hangi bedeller ödenerek, ne tür tavizler verilerek kuruldukları belli olmayan, kulak hırsızı, mahremiyet arsızı yetiştiren, tek tip ve düşünmeden muaf beyinler üreten, Din'i tepe tepe istismar ederek, ona hizmet namına topladıklarıyla banka, medya, yayın, eğitim kartelleri oluşturan Hizmetçi yapının Cizvitleştirici, materyalistleştirici etkilerine kendi İslamcılığını unutarak alkış tutma (bkz.: Dansözlük ve Türkü çağırma yarışmasıyla ilgili yazısı), sıra başkalarını eleştirmeye gelince İslamcılığını hatırlama hinliğini beraberinde getirir.

Hal böyle olunca söz konusu üç yazısında teoriyle pratiği birbirine karıştıran, zıtlaşan halleri aynı paragrafta yan yana getiren, olumlu ile olumsuzun, olumlananla olumlayanın, olumsuzlananla olumsuzlayanın yerlerini değiştiren, şahsi hükümlerini genelleştirerek veren ve daha da önemlisi İslamcılık üzerinden AK Parti eleştirisinde samimiyet telkin etmeyen Ali Bulaç'ın yanlışlarıyla doğruları nasıl tefrik edilebilir ki?

İş bu nedenlerle onu her şeyden önce (açık, doğru ve samimi bir görüş alışverişinin de eşit şartlarda gerçekleşebilmesi için) Ak Parti'yi tekil olarak konuşurken insafa, particilikle İslamcılığı konuşurken bağlam farklarını iyi gözetmeye, Hizmetçileri aklama ve parlatma saplantısından uzaklaşarak sadece kendi adına konuşmaya davet etmeliyim.

Aksi halde zaten var olduğu sanılan samimiyet problemi kamu nezdinde kemikleşecek ve işte asıl bundan sonra Ali Bulaç tek başına Tih Çölü'ne düşecektir.

Tih Çölü'nü seçen ben değilim, kendisidir. Hizmetçilere yakınlığı nedeniyle orayı seçiyor olabilir ki, bu da normal görülmelidir.

Devamı izleyen yazımda inşallah.

YENİ ŞAFAK