Ali Bulaç, İran Büyükelçisi’nin Masasından Bildiriyor

Bir kez daha helal olsun Ali Bulaç’a, diyeceğiz! Her fırsatta AK Parti’yi İran’a hizmet etmekle itham eden Gülen medyasında hem İran tezlerini savunup, aynı anda Gülen cemaatine yakın durmayı olağan üstü bir maharetle nasıl da beceriyor!

Musa Üzer/ HAKSÖZ-HABER

Eskiler ‘akıbetin hayr olsun’ derlerdi. Dün ne yaptığın ne eylediğinden çok bugün ne yaptığın ve istikamet üzere nefesini vermenin önemini vurgulama sadedinde söylenen bir söz. Müslümanları birinci dereceden ilgilendiren konularda bazı zevatın yazıp çizdikleri, konuşmaları insana bu sözü sık sık hatırlatıyor. Haksözhaber olarak zaman zaman görmezden gelme çabamıza ve Müslüman halk nezdindeki kredileri tükenmiş olmasına rağmen yine de zulüm altındaki ve direnen kardeşlerimizin hukukunu savunma kaygısıyla değerlendirme durumunda kalıyoruz.

Diplomat Masasına Otur, Yemeğini ye …

Genel anlamda başından beri AK Parti hükümetinin icraatlarına karşı duran Ali Bulaç zirve noktayı Suriye ve Mısır politikasının eleştirisinde yaptı ve yapmaya da devam ediyor. Hazrete ‘direniş beğendirmek’ bir tarafa İslami Hareketlerin ve Suriyeli, Mısırlı Müslümanların sahiplenilmesi dahi kendisini rahatsız ediyor. Emperyalizm, Ortadoğu, dış politika, sistem, devlet gibi konularda az bir bilgiyle ve temelinde sol-sosyalist söylemin argümanlarıyla oluşturulmuş 80’lerde şekillendirdiği şablonu aynen tekrardan başka bir şey yapmayan Ali Bulaç bir bedende iki varoluşu yansıtmayı da becerebilmekte.

Hükümet-Gülen çatışmasında açık bir şekilde Gülencilerin safında duran Ali Bulaç dış politika konusunda ise İran safında duruyor. Peki, Gülencilerin Hükümete yönelik en büyük eleştirisi neydi? AK Parti’nin İran-Acem yörüngesinde hareket ettiği idi! Şimdi bu iş nasıl oluyor? Daha doğrusu olabiliyor mu? Asla! Nerde durduğunun ve ne söylediğinin farkında olan insan açısından izahı mümkün değil. Ama camianın halim-selimliği, eleştiri-tenkit kültürüyle arasının fazla olmamasından dolayı bu çarpık hal göze batmıyor.

Ali Bulaç’a yine ve mecburen değinmemizin nedeni bugünkü yazısında İran’ın Ankara Büyükelçisi’nin davetlisi olan beş gazeteciden biri olarak gündeme getirdiği tezler. Yanlış anlaşılmasın menüye yönelik herhangi bir eleştiri yapmıyoruz. Neticede bünye meselesi, bu zamanda İran elçisinin elinden lokma yemek sindirimle ilgili bir durum. Yemek değerlendirmesine geçmeden evvel öncelikle şunu sormadan geçmeyelim. Aynı yemekli buluşma Tahran’da beş İranlı gazeteci tarafından Türkiye Büyükelçisi ile yapılabilir miydi? Hemen söyleyelim. Aklınızdan bile geçirmeyin. “Casusluk” faaliyetinden Evin Cezaevine tıkarlar adamı alimallah!

Şimdi yemeğe geçebiliriz. Bulaç İran Büyükelçisi Bikdeli’ye bir hayran kalmış ki sormayın, yemeğin lezzeti hikâye. Sefir Bey Cengiz Han’dan bu yana Türkiye-İran ilişkilerini 10 cümlede özetleyivermiş. Gerçi Allah var, İran elçisi tipik Acem kurnazı. Sinsi ve sağdan yanaşma vasıflarının hepsini taşıyor üzerinde. Ölümü gösterip sıtmaya razı etme, hiç olmayacak bir durumu kapıda bekleyen bir felaket olarak lanse etme, fecr-i kazibi fecr-i sadık göstermeye yeltenebilecek kadar da cüretkar biri olduğu anlaşılıyor.

Muarızın, hasmın, düşmanın en zor olanı kemiksiz, omurgasız ve ilkesiz olanıdır. Yanlış dahi olsa yaptığını inkâr etmeyen hasım en azından bu yönüyle saygı uyandırır muarızında. Büyükelçinin söylediği, Şiilerin lideri Ali Hamaney ve Cumhurbaşkanı Ruhani başta olmak üzere İran siyaset ve dini kesiminin her fırsatta kullandığı “Batı ve İsrail’in temel taktiği Sünni-Şii savaşını körüklemek. Mezhep çatışması büyük tuzaktır, bu tuzağa gelindiği takdirde bütün bölge zarar görür” retoriğini Ali Bulaç gibiler de çok seviyor.

Mahkemenin berbat olanı, yalancı şahidin varlığı mağduru daha çok kahreder. Bir gözü dönmüşlük içerisinde Afganistan’dan Pakistan’a, Irak’tan Suriye’ye, Bahreyn’den Suud’a, Lübnan’dan Yemen’e, Türkiye’den Azerbaycan’a kadar dünyadaki bütün Şiileri tek söylem ve siyaset altında toplayıp, öteki diye Sünnileri belirleyip akıl almaz zulümlere imza atan İran sanki bunların hiçbirisini kendisi yapmıyormuş gibi davranabiliyor. Saçma, akıldışı bir tavrın ürünü olan mezhepçilik adına olmadık zulümlere devlet olarak imza atıyor İran. Gelin görün ki bazı gözlerden bu çirkin eylemlerini gizlemeyi, kaçırmayı becerebiliyor. Hoş bazı gözler de dünden razı gözlerini kapatmaya!

Hem Vesvese Hem Kara Propaganda

Doğru gibi görünen bir ilke adına suç bölüşümünü eşit yapmanın adalet olduğunu zannedenler var memlekette. Örneğin Sünni-Şii savaşından dem vurup İran ve Türkiye’nin eşit derecede suçlu olduğunu söylemek ne kadar güzel ve hoş değil mi? Suriye’de 200 bin insanın ölümünü, 4 milyon insanın mülteci konumuna düşmesini Türkiye ve İran arasında eşit bölüştürmek için gerçekten akıl ve insaf sınırlarını zorlamak gerekiyor.

Tipik bir İran kavram üretim fabrikasının eseri olan Suriye’de vekâlet savaşı ile hadiseyi tanımlamak o kadar gerçek dışı ki. Suriye’de vekâlet olduğunu iddia eden noterin ruhsatı iptal edilir. Ne vekaleti!? İran, Devrim Muhafızlarıyla, Kudüs Ordusu’yla, askeri danışman ve kuvvetleriyle, diğer bölgelerden toplayıp silahlandırdığı Şii milis kuvvetleriyle tüm cephelerde savaşıyor. Bir de kalkmış utanmadan ‘vekâletde vekâlet’ diyorlar.

AK Parti hükümetinin dolayısıyla Sünnicilik yaptığını iddia etmek haksız, yanlış ve saptırıcı bir tanımlamadır. Mezhepçilik siyasetinin şahını yapan İran istiyor ki İslam dünyasının her tarafında işlediği zulümlere, oynadığı oyunlara, çevirdiği dolaplara kimse karşı çıkmasın. Başta İslami Hareketler olmak üzere, Müslüman halkların hukuku müdafaa edilmesin.

Eğer AK Parti hükümeti Sünnilik adına Şiilere yönelik haksız ve hukuksuz söylem ve eylemlerde bulunulsaydı Müslümanlar olarak elbette ki karşı çıkmamız lazım. Sadece Müslümanlara değil, farklı inançlardaki insanlara da zulüm yapılırsa karşı durmak üzerimize farzdır. İlke burada, zulüm ve haksızlık karşısında susmamak ve direnmektir. Gözü kapalı bir şekilde İran hayranlığıyla, abartılı ve öykünmeci devrim aşkıyla İran’ın yaptığı yanlışları görmemenin ruz-i mahşerde vebalinin ağır olduğu açıktır.

Sovyetler Birliği’nin yediği herzeleri ısrarla ve inatla görmezlikten gelen, bürokratik oligarşi diktatörlüğünü insancıl bir rejim gibi gösteren, karne ile ekmek kuyruğuna, konserve ile dolu reyondan alışverişe talim eden toplumsal hayatı müreffeh yaşam gibi gösteren, sırf Stalin yoğurda kara dediği için kara diyen Komünist Partisi aydınlarını 2015 yılında memlekette görmek insana tarifi imkansız duygular yaşatıyor.

‘Beşi bir yerde’ yemeğin sahibi İran Büyükelçisi Bikdelien kurnaz ve sinsi avcılar gibi Türkiye toplumunun zayıf tarafından altın vuruş yapmış. Bölünme kozuyla atraksiyon yapan İran elçisi bölgedeki gelişmelerin ne kadar kaygı verici olduğunu, temelinde Kürt sorununun olduğu fay hattı üzerinden aktarmış. Ve hiç ummadık bir anda Türkiye’nin parçalanabileceğini akabinde de İran’ın da parçalanabileceğini söylemiş.

Sahi Bunu Nasıl Beceriyorsun?

Dikkat edilirse önce Türkiye parçalanıyor. İran elçisi bu durumdan çok ama çok korkuyormuş. Peki, o zaman sorarlar adama bu kadar korkuyorsunuz o halde bölme eylemini yapacak PKK’yı niçin yıllarca destekliyorsunuz? Hastaneden kamplara kadar her anlamda lojistik destek sağlıyorsunuz. Çözüm sürecinin başarıya ulaşmaması için operasyon üstüne operasyon yapıyorsunuz. Kandil ve örgütteki Alevi kanat üzerindeki nüfuzunuzu kullanıyorsunuz. Vs. vs. vs. Dedik ya hasmın kemiksiz ve omurgasız olanıyla Allah kimseyi muhatap etmesin.

Acem kurnazlığı ve takiyyeciliği insan karakterinde kimlik ve kişilik haline getirmiş, siyasal ve sosyal alanda ise devlet politikası haline getirmiş olanlara söyleyecek sözümüz artık ne yazık ki bulunmuyor. Ama Ali Bulaç örneğinde olduğu gibi bazı kişilerin içinde bulunduğu durum ise çok daha hazin. Hani ‘İranlı’ Daryush Shayegan’ın bahsettiği kültürel şizofren meselesi. Bir bedende iki varoluş.

Ali Bulaç bütün birikim ve tecrübesini bu şizofrenik hali meşrulaştırmak üzere seferber etmiş adeta. Bir taraftan Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ekibini ‘Acem Uşakları’ olarak niteleyen Fethullah Gülen camiası adına kalem oynatıyor. Diğer taraftan da AK Parti Hükümeti’nin Suriye ve Irak’a ilişkin dış politikasını İran devletinin tezleriyle itibarsız kılmaya ve çürütmeye çalışıyor. Kardeşim açıkça söylesene Hükümet temsilcileri Mut’a nikâhı ve bir takım büyülerle kontrol altına alınmış Acem Uşakları mıdır yoksa İsrail’in bölgeye ilişkin tezlerini icra eden ve bunun için Şii-Sünni çatışmasını mı teşvik etmektedir?

Ali Bulaç kendi ifadesiyle sadece ‘bir aydın sapması’nı değil daha da fecaat bir biçimde şahsi hırslarını merkeze alarak sistematik bir aydın saptırmacasını temsil etmektedir. Analist maskesi takıp küresel hesaplar, 100 yıllık planlar gibi süslü kelimelerle oyun oynamaya gerek yok. İran ve Hizbullah milisleri başta olmak üzere Şii savaşçılar tarafından işgal edilen Suriye, Irak ve şimdi de Yemen’i kan gölü olmaktan nasıl kurtaracağız? Despotik iktidarların bekası adına İran’ın işgal ve katliam siyasetine, bu uğurda Rusya hatta AB ve ABD’yle stratejik ortaklıklar kurmasına ne söylüyorsun? Muharref din anlayışının yansıması olan Mehdilik ve türbeciliğin hesabına emperyal politikalar tırmandırmanın kapitalist veya sosyalist emperyalizmden ne farkı olduğunu sorgulamak hiç mi aklınıza gelmiyor?

Sultanların sofrasından uzak durmak gerektiği gibi Müslüman kanı dökmeyi teamül haline getirmiş diplomatların sofrasından da uzak durmak gerekir. İran’ın kara propaganda mesajlarını topluma taşımak, Hükümete duyulan öfke ve hıncı Suriyeli ve Iraklı Müslümanların canları ve kanları üzerinden almaya kalkışmak hesabı yapılamayacak kadar büyük bir zulüm ve günahtır. Bu zulmü ve günahı alışkanlık haline getirmek, bunu toplumsallaştırmaya çalışmaksa büsbütün felakettir.


Türkiye ve İran parçalanır mı?
Ali Bulaç

Başlıktaki soru bana ait. Cevabını İran’ın Ankara Büyükelçisi Ali Rıza Bikdeli “Evet, iki ülke de parçalanabilir.” şeklinde veriyor.

Bikdeli’nin benim de aralarında olduğum beş gazeteciye İstanbul’da verdiği yemekte Türkiye ve İran’ın da parçalanabileceğini söylemesi bizi şaşırtıyor. Görüşmeyi Murat Yetkin köşesinde özetledi (Radikal, 11 Kasım 2014). Şöyle diyor Büyükelçi: “1990’da Sovyetler yıkılırken Moskova’daydım, kimse Sovyetler’in böylesine hızla çökeceğini tahmin etmiyordu, gözlerimiz önünde devasa bir sistem çöktü.”

Bikdeli’ye göre Türkiye ve İran önümüzdeki 15-20 sene içinde parçalanır. Biri diğerine bağlı iki ülke. Türkiye coğrafyasının altında fay kırılacak olursa, onun ayağa fırlayacak bir ucu İran’dadır, İran da altüst olur. Fay hattını oluşturan stres de Kürt meselesinden kaynaklanıyor. Örnek olarak Türkiye’yi altüst eden 6-7 Ekim olaylarını gösteriyor: “Benzer olaylar eşzamanlı olarak Urumiye ve Tahran’da da baş gösterdi. Unutmamak lazım ki Erbil’de dalgalanan bayrak Mehabat Kürt Cumhuriyeti’nin simgesidir.” 

Büyükelçi iyi bir diplomat. Tarih, bölgenin yapısı, İslam kültürü ve diplomasi konusunda hayli donanımlı. Cengiz Han’dan bu yana Türkiye-İran ilişkilerini 10 cümlede özetledi. Bugünkü Batı’nın taktiği 800 yıllık bir geçmişe dayanıyor; dün olduğu gibi bugün de Türkiye ve İran’ı birbirine düşürmek istiyor. İki ülke kavga ettikçe Batı dünyası rahat ediyor. Bikdeli, bölge sorunlarının merkezinde Filistin sorununu görüyor. Bu çerçevede İsrail’in stratejisine ve açıkladığı cephelere bakmayı öneriyor. Batı ve İsrail’in temel taktiği Sünni-Şii savaşını körüklemek. Mezhep çatışması büyük tuzaktır, bu tuzağa gelindiği takdirde bütün bölge zarar görür, görüyor da. Ona göre mezhep ayrılığı sadece teferruat. Bikdeli, Türkiye’yi kastederek “Ya birlikte kazanacağız ya birlikte kaybedeceğiz.” diyor. Bugünkü bölgeyi Batı kontrol ediyor ve birbirimizle kavga etmemizi istiyor. Bazıları, direnirsek zarar göreceğimizi düşünüyor, oysa birlikte hareket edersek ikimiz de kazanacağız. Bunun için Ankara, Tahran, Bağdat ve Şam birlik olmalı, birlikte hareket etmeli.

Ben Sayın Bikdeli’ye her iki ülkenin Suriye konusunda çok kötü sınav verdiklerini, Suriye’de 200 bin insanın hayatını kaybettiğini, 7 milyon insanın yer değiştirip 4 milyon insanın mülteci duruma düştüğünü, Suriye diye bir ülke kalmadığını söyleyip “Nasıl oluyor da Türkiye ve İran Suriye halkı üzerinden vekalet savaşı verirlerken, ticarette ve ekonomide bu kadar rahat anlaşabiliyorlar?” diye sordum. Bikdeli de Türkiye ve İran’ı parçalayacak olan Kürt meselesinin doğrudan Suriye ile bağlantılı olduğunun altını çiziyor. Kendince birtakım açıklamalar yaptı, savunmalarının bir bölümü haklı. Çünkü Suriye, Hizbullah ve Hamas’ı besleyen, donatan depoydu. İsrail 2006 Temmuz yenilgisinin öcünü aldı, Suriye diye bir direnç noktası kalmadı. Suriye çökünce Hizbullah ve Hamas da çökmüş oldu.

Suriye’nin alacağı şekil başta Kürt konusu olmak üzere bölgenin tamamının alacağı şekli tayin edecek kuvvette. Deneyimli siyasetçi Haşimi Rafsancani’nin TBMM Başkanı Cemil Çiçek’e söyledikleri önemli: “Suriye’yi bölersek, bundan Türkiye zararlı çıkar. BeşşarEsed’e Merkez Bankası’ndaki altın ve paralarını al, Lazkiye’ye çekil, bir Nusayri devleti kur deriz. Suriye’nin geri kalanı radikal gruplara ve Kürtlere kalır…”

Özetle İranlılar, Suriye bölünür de Kürtler kuzeyde ikinci bir Kürt federe devlet kuracak olurlarsa, bunun arkasından Türkiye’nin ve eşzamanlı olarak İran’ın da parçalanacağından kaygı duyuyorlar. Bu doğru olmakla beraber ortada iki gerçek var: a) Kürtleri eski statüde tutmak artık mümkün değil, bölge ülkelerini parçalamayacak ama Kürtleri adı konulmamış yoksun azınlıklar durumundan çıkaracak yeni bir bölge tasavvuruna ihtiyaç var. b) Suriye’deki iç savaş sona ermedikçe bölgede hiçbir ülke güvende olmayacak, Suriye’nin de geleceği Türkiye ve İran’ın ortak bir noktada buluşmasına bağlı.

Batı ve İsrail, mezhep savaşını kızıştırıyor, bölgenin iki büyük ülkesini, Türkiye ve İran’ı savaştırmayı planlıyor. İnşallah bu tuzağa düşmeyiz. 

Yorum Analiz Haberleri

Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!
Türkiye solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Sosyal medyada görünürlük çabası ve dijital nihilizm
İran aparatlarının komik antipropagandalarına vakit ayırmak bile coğrafya için zaman kaybı...
Nasıl ki ilk Müslümanlar tüm zorluklara rağmen direndiyse Gazzeliler de öyle direniyor!