Samimi kardeşlerimizin yer aldığı dar bir WhatsApp grubunda şöyle bir mesaj paylaşıldı:
"Adaletten bahsedenlere hatırlatılması gereken 33 şey...
1. Bir sabah aniden, aynı yerden emir almış gibi ‘irtica geliyor’ diye manşet atan gazeteler.
2. Tek yönlü uçak bileti alabilmek için bugünkü parayla en az 500 TL ödenmesi.
3. Bol sıfırlı TL yüzünden bir ekmeği almak için milyonları bakkala bırakmak.
5. Tek şeritli dar yollar yüzünden hatalı sollama kazası ve ölüm haberleri.
6. Üniversiteye başını örtme tercihi yüzünden alınmayan öğrenciler.
7. ‘Üst Düzey Komutan dedi ki...’ başlığı ile yapılan Hürriyet gazetesi tehditleri...”
Tam 33 madde. Elbette bunları çoğaltmak da mümkün. Bilinmedik değil; realiteleri ve özellikle öncesi sonrasıyla 15 Temmuz’dan bu yana yaşanan haklı endişeleri içinde barındıran; iktidarı etkileme ve yönlendirme cihatinde etkili olan medya kuruluşlarının da merkeze aldıkları, her gelişmenin karşısına oturttukları bir perspektif. Haber programlarının, yorumcuların analizlerinin, ajansların görsel materyallerinin ana eksenine yerleşmiş bulunan bir retorik aynı zamanda.
Lakin, -medya ve iktidar dili/mantığı bir yana- müspet menfi her gelişmenin karşısına bu maddelerin yerleştirilmesi bizi adalete yaklaştırıyor mu? Adillik/vasatlık/itidali sadece korkular ve gelecek endişeleri üzerinden serdettiğimiz olgularla yakalayabilmemiz mümkün mü? Birinci soru bu olsun. İkincisi: Her iki yöne de (yanlışlar, olumluluklar) vurgu yapmak bizi itidalli kılmaya yetiyor mu? Bu sorular üzerinde düşünmeye çalışalım. (Ki hükümete yakın medya buna asla izin vermiyor). Yoksa itidal/vasatlık haklı da olsa ezberlerimizin konforundan çıkıp, zamanın ruhuna uygun yaklaşım, dil, zihniyet üzerinde çaba göstermek midir? (“Ezberlerin konforu” tabirini bir tahfif olarak değil, geçmişten bu yana haklı ve zorunlu olarak merkeze aldığımız yargı-algıların değişimine-dönüşümüne yönelik çabalarımızın gerekliliğine olan inancı kıran olumsuzluğa atfen kullandık. Buna katılıp katılmamak kişilerin insiyatifine kalmıştır ancak yaklaşımlarımızı “ekseniniz/eksenimiz kayıyor...”; “bu hallere mi düşecektiniz?...”; “yazık geldiğiniz/geldiğimiz noktaya...” gibi yergilerle karşılamak maalesef bizi meselelerimizin ana ekseninden uzaklaştıran önyargıları ve konforları beslemekten başka bir işe yaramıyor. Bir tartışma zemini oluşturmuyor. Varolan zeminin kayganlaşmasına sebebiyet veriyor zannımızca).
Tekrar WhatsApp grubundaki meseleye dönersek; yukarıdaki "Adaletten bahsedenlere hatırlatılması gereken 33 şey..." başlıklı paylaşımda bulunan kardeşimize kısa bir mesajla itirazda bulunduk:
"Bu mantık doğru, adil bir mantık değil. Sadece yapılan yanlışlara, haksızlıklara duyarlı olan vicdanların üzerini örtmeye yarar. ‘Bu geçmişe geri dönmek istemiyorsanız halihazırdaki haksızlıklara tahammül etmelisiniz’ itikadı nereden tutulsa elde kalır. Üstelik sürekli bir minnet duygusu oluşturmanın da İslam'da yeri olmadığını düşünüyorum... Bu metni mağdur ailelere; mesela Gültekin Sincar'ın ailesine ya da Uğur Dursun'un kardeşi Mustafa'ya, eşi Neşe Hanım’a yollasak acaba ne cevap alırdık!" (Ki bu tarz hatırlatmaların halihazırda onların yaşadıkları zorlukları sorgulatmayı engelleyici bir yönü de bulunmakta).
Gruptaki bir kardeşimiz şöyle bir itirazda bulundu:
"Bahadır abi haklısın da halihazırdaki haksızlıklara tahammül etmiyoruz ki. Bu ağır bir suçlama. Sonuçta gücümüz belli ve eleştirilerimizi de gücümüz yettiğince dile getiriyoruz. Mahkemelere müdahale etme şansımız yok. Uğruna yollara döküldükleri Enis Berberoğlu'na gelince, kendisi casusluktan içerde, CHP'de siyaset yaptığı için değil."
Cevaba geçmeden önce kısa bir hatırlatma da üslupla ilgili olacak. Allah razı olsun ki kardeşlerimizin tartışma adabı ve üslubu gereğince, bir tartışmadan azami faydayı sağlama amaçlı, tartıştığımız konuları fıkhedebilme çabası içerisinde olmalarını olumluluk hanesine yazmak gerekiyor. Zor süreçlerden geçiyoruz ve zaman zaman üslup, tartıştığımız konunun ana ekseninden bizi uzaklaştırabiliyor. Ve bu daha çok zihnimizdekini karşı tarafa savunmada yetersiz kaldığımız durumlar için geçerli oluyor. Ama anlama çabasını sürdürdüğümüzde en azından soru sorma ve düşünme noktasında attığımız adımlar gelişiyor. Argümanlar çoğalıyor ve bu bizi daha ileriye taşıyabiliyor. Ancak karşı tarafın neyi niçin savunduğunu, hangi delilleri ortaya koyduğunu, bunların anlamlı/doğru/sahih olup olamayacağını sorgulamak ve kendi argümanlarımızla bir adım öteye taşımak yerine, yargımızı tekrarlayıp ısrarla niçin bir türlü anlaşılamadığımızı karşı tarafa ünlemli son yargı cümleleriyle ifade etmek maalesef tartışmayı sürdürmeyi mümkün kılmıyor.
Bu geniş parantezden sonra cevabımıza geçelim:
"Karşı tarafın kimliğini de adaletsizliklerini de biliyoruz. Bunları tekrarlayarak halihazırdaki adaletsizliklerin üzerinin örtülmesine izin vermememiz gerekir. Gücümüzün sınırlı olması ve gidişatı değiştirememek doğru düşünce ve tavır geliştirmemize engel olmamalı...
Nitekim, süreci yönetmeye çalışırken ortaya konan dönemsel başarı hikâyeleri değil konumuz. O yüzden ‘Şu olmasaydı mahvolurduk!’; ‘Şurada şu yapılamasaydı şimdi bunları konuşamazdık!’ gibi itirazlarla meselelere yaklaştığımızda, sadece her ne pahasına olursa olsun varoluşumuzla alakalı konuları gündemleştirmiş oluyoruz ki bunu herkes yapıyor/yaptı: Medya, iktidar, sosyalistler, faşistler... Önemli olan varoluşumuzu korurken ilkelerimizi de korumaya devam edip etmediğimizdir. Vahy-i mübin'de bu konuda bizleri terbiye ve inşa etmeye çalışan ‘Nefsiniz, ana-babanız, yakınlarınız aleyhine dahi olsa...’ benzeri ayetler vardır.
Üstelik kritik süreçleri yara berelerle de olsa nasıl atlattığımız gerçeğinden daha öte, bunun sürekliliğini/istikrarını engelleyici ve ileride daha büyük yaralar açıcı ne türden siyasetsizliklere, hukuksuzluklara, kimlik, ahlak ve itikad zedeleyici süreçlere duçar olduğumuzdur konumuz. Hatta nice onulmaz yaralara, travmalara, ayakta durmamızı bir süre sonra imkânsız kılacak, bizi ‘biz’ olmaktan çıkaracak hatalara bel bağladığımızı konuşabilmektir.
Üstüne üstlük adaletli/itidalli konumumuzu sadece ilkeler değil, değişen sosyoloji ve sosyo-politik ortam da belirler ister istemez ve mezkur süreçte ‘adalet, hukuk/gasp edilen haklar’, ‘haksızlıklar’, ‘yozlaşmalar-kadrolaşmalar-ihaleler’, ‘damatlar hukuku’, ‘düşmanına benzemek’, ‘freni patlamış kamyon’, ‘bindiği dalı kesmek’, ‘iktidarın altının oyulması’, ‘muhafazakâr kesime darbe’, ‘OHAL'in Başkanlık Sisteminin pratiği olduğu’ gibi sert ve öfke dolu değerlendirmeler yapılıyorsa ve bunların önemli bir kısmı da İslami-muhafazakâr kesimlerin sessiz çoğunluğundan sosyal medya üzerinden sadır oluyorsa, takkeyi öne koyup düşünmek de gerekiyor. Belki yollar şimdilerde samimiyetsiz şekil ve içeriklerle Kılıçdaroğlu gibilerce aşındırılıyor ama yarınlarda ne olacağını kim bilebilir? Mevcut STK, dernek, vakıf bileşenlerimizin uzun bir süredir varoluş meselesi, korkular, kimliksel örtüşme ve aidiyet hissi gibi sebeplerle iktidara şartsız koşulsuz destek verdiği (ki eleştiriler olsa da bunların ‘düşmana lojistik vermeme’ ya da popüler mahalle baskısından dolayı dile getirilemediği yakınmaları olsa da -elbette bunlar sorumluluğu ortadan kaldırmıyor- yüksek sesle dile getirilmesinden kaçınılıp sadece kapalı kapılar ardında dillendirildiği) ve bu boşluğu sosyal medya ağlarının doldurduğu doğru ama yarınları kimse bilemez. Ve hepsinden önemlisi bunları konuşmak zorunda kaldığımız dönemleri yaşıyor olmamız.
Sosyal medya ağlarından profile/duvara konan ve en çok yapılan paylaşımlardan biri, altına ‘Bilge Lider’ Aliya İzzetbegoviç imzası konan ‘Savaş düşmanına benzediğin zaman kaybedilir.’ sözü ise eğer, buradaki sosyo-politik değişimi önce ahlaki-ilkesel sonra da siyasi açıdan iyi hesaplamak gerekir.”
Bu ifadelerimize aynı kardeşimiz şu cevabı verdi:
"Abi söylediklerine hiçbir itirazım yok. Dediğim şu; biz Müslümanız ve her halükarda adil olmakla emrolunduk. Biz adaletsizliklere itiraz edeceğiz zaten. Bu noktada CHP'nin yürüyüşü bizi ilgilendirmemeli."
Aslında konumuz adalet ölçülerimiz, bunların güncellenmesi, bu güncellemeye engel olduğunu düşündüğümüz iktidar ve medya itikadı/dili/mantığı ve pratikleri olsa da kardeşimiz CHP mitingine atıf yapmayı tercih etmişti. Şunu söyledik:
"CHP’nin yürüyüşü değil o maddelerin öne sürülmesindeki mantık önemli olan. Ayrıca CHP'nin yürüyüşü de bizi ilgilendirir eğer sosyolojik bir karşılığı varsa. İçten içe adalet talebinin CHP'nin siyasi hesaplarından bağımsız olarak daha gür sesle dillendirilmesi talebi var sessiz mağdur-muhafazakar cephede. Hatta kimileri seslerinin bu yürüyüş yüzünden ve üzerinden bastırıldığından şikayetçi.
Sürekli CHP’nin ya da ulusalcıların günah galerilerine vurgu yapmak zımnen ‘bunlar gelirse halimiz nice olur’ minnetine gönderme yapmak anlamına geliyor ki zaten mağdur aileler diyorlar ki zımnen ‘bunlar olsaydı daha beter ne olabilirdi!’. Dikkat edersen AK Parti cenahında vicdanlı insanlar da en azından ‘bindiğimiz dalı kesiyoruz; kendi tabanımızı uzaklaştırıyoruz’ gibi söylemlerle yaşanan sürece itirazlar geliştiriyorlar çünkü geniş bir sosyoloji bu olan bitenden etkileniyor ve umut vadeden açıklamalar yerine travmatik sürecin devam edeceğini ima eden demeçler geliyor maalesef. Bütün bunlarla bu yürüyüşteki bir takım talepler örtüşüyorsa bizi ilgilendirmez diyemeyiz. Onlar da kendi kesimlerindeki hukuksuzlukları dillendiriyorlar ki haksız olmadıkları örnekler de var.
Buradan yola çıkarak mesela ‘neden bir yandan bir siyasetçinin haksızca yargılandığına vurgu yaparken MİT tırları operasyonunun FETÖ kumpası olduğunu ikrar etmiyorsunuz?’ diye sorabiliriz KK cenahına ama hükümete de sorulacak soruları atlamadan bunu yapmalıyız. (İçimizdeki KK öfkesi bizi çuvaldız batırmaktan alıkoymamalı).
Özellikle bu konuda ziyadesiyle pervasızlaşmış bir medya dili/retoriği var. Buna şiddetle itiraz etmeliyiz. Çünkü bu dil bizim cenahtan adalet hukuk talep edenleri vuruyor!
Mesela medya diyordu ki önceleri (ki halen söylüyor): ‘Bir abartılı mağduriyet edebiyatı var. Bunu CHP kanadı yapıyor’
Mesela diyor ki hala: ‘Olağanüstü dönemden geçiyoruz elbette hatalar olacak buna katlanmalıyız’
Bu ve benzeri vicdan karartan tespitlerde hep karşı cenahın suçlamalarını geçmiş örneklerle bastırıp bizlere de ‘hain, kripto’ dediler.
Bu babta takkeyi önümüze koyup onların kullandığı argümanlara ram olmamak için kendi adil söylemimiz ve itikadımızı devreye sokmalıyız. Yoksa bunların kuyruğuna takılıp raydan çıkmak işten bile değil. (Bu medyanın istisnalar dışında -ki onlar da taşlanıyor- tarafgir olduğunu ve adalet merkezli bir söylem üretemeyeceğini görmemiz gerekiyor. Eğer bunu zaten biliyoruz diyorsak ben de diyorum ki o halde onların belli bir mantıkla kullandıkları argümanlara yem olmamalıyız)."
Bir başka kardeşimiz vasatlık, adalet ve itidalle ilgili bize itiraz kabilinden şu mesajı yolladı:
"Adaletin bir anlamı da VASAT itidal. Olaylara dengeli bakmaktır. Doğruları öne çıkarmak yanlışları örtme aracı olmamalı. Evet ama yanlışları söylemek de doğruları örtme amacı taşımamalıdır."
Kardeşimizin teorik açıdan doğru ama yaşadığımız sürecin doğru fıkhedilmesi çabasıyla ilgili nakısa oluşturabilecek itirazına şu katkıyı yaptık:
"Elhak doğru ama bu teorik doğru konumuzla doğrudan ilişkili değil. İtidal ve vasatlık zamanın ruhuna/ihtiyacına uygun davranabilmektir kanımca. Yoksa doğru ve yanlışlar sonsuza kadar sıralanabilir. Önemli olan hangi amaçla öne sürüldüklerini fıkhedebilmektir. Mesela ‘vay o namaz kılanların haline...’ ayetini hatırlatanın bir amacı vardır. Merkez konu namaz olmadığı için ‘tamam ama namaz da çok önemli bir eylem önemi tahfif edilmemeli’ gibi bir itiraz namaza ilişkin doğrudur ama konu itibariyle konunun saptırılmasına sebebiyet verir.
Mesela yukarıdaki maddeleri öne çıkaran mantıkla irtibatlı bir örnek:
Hz. Ebubekir kendisine yanlış yapan bir adamı kendisine yaptığı iyiliği hatırlatarak nankörlükle suçlar ve böyle yapılmaması gerektiğine bunun doğru bir ahlaki ölçü olmadığına dair ayet iner. Bunu günümüz siyasi ortamına uygulamaya çalıştığımızda karşımıza şöyle bir tablo çıkmakta: Ne zaman ki bizim cenahtan ‘adalet, hukuk’ dense önümüze minnet edilmesi gereken konular konuyor. Konunun doğru olması, doğru ahlaki bir ölçüyle hareket edildiği anlamına gelmiyor. Ve şunu unutmamalıyız ki bu yanlış ölçü genelde düşmana karşı değil, bizim cenahlara karşı kullanılıyor!’
Kardeşimiz hatırlatmamıza şu argümanla itiraz etti:
"Ama eleştirirken de düşmanın işine yarayacak söylem ve eylemlerden sakınacak itidalli bir üslubu başarmak lazım"
İşte aslında konunun bam teli de burası idi. Bu genel ölçüyü kimileri kendi menfaatleri adına fütursuzca, kimileri safiyane niyetlerle düşünme melekelerini daha ileri götüremediği ya da vahyi ilkelerin bu ölçüyü nasıl terbiye ettiğinden habersiz olduğu için savunagelmekte. Ya da bu örnekte görüldüğü üzere kardeşimiz gibi, -tespit edebildiğimiz kadarıyla- bu ilkelerden haberdar olduğu halde, bunu günümüz pratiğine nasıl aktaracağının argümanlarını tam olarak tartışmamışlıktan kaynaklı olmak kaydıyla -haklı endişeleri de içinde barındırır tarzda- ama realitelerle ilişkisini tüm boyutlarıyla takip edememe gibi bir zaafı da içinde barındırır tarzda dillendirmekte. (Mesela bu realiteler boyutunda bu argümanın öne sürülmesinden en fazla rahatsız olanların İslami-muhafazakar mağdur kesimler olduğunu bilmemek gelmekte).
Realiteleri tam kavrayamamışlığın diğer boyutlarında ise; iktidardan sadır olan kibirli tutumlar, bunları besleyen yanaşık düzen medyanın adaletsiz yaklaşımlarına olan meyil, mağduriyetleri ve hak-hukuk ihlallerini gereğince takdir etmekten uzak, yargı adına konan kriterlerin sorunlu olduğu, aynı yargının yönlendirmeye açık hale gelmişliğinin pratikleriyle karşılaşmış mağdurlar cephesiyle olan temasın zayıflığı gibi sebepler gelmekte.
Bize, "Düşmanın eline koz vermeme" hatırlatmasını yapan kardeşimizi tersinden düşündürtmeye çalıştık ve şu tespitlerde bulunduk:
"‘Nefsimiz, ana babamız, yakınlarımız aleyhine dahi olsa...’ adil şahitliği ortaya koyarken 'düşman' dediklerimizin vurgularıyla örtüşen durumlar söz konusu olabilir. Maharet, asıl muhatabımıza (iktidara) Bunu söyleyip kavratabilmek! Yani ‘Öyle adil ol ki düşmanın eline koz verme!’ demek gerek. Sevgili kardeşim, yaptığın bu hatırlatmayı tam da bu süreçten sorumlu olanlara yapmak gerek. Hukuk-adalet-liyakat-meşveret konularında kılı kırk yaran bir şekilde davran ki düşmanın ekmeğine yağ sürülmesin!"
Özcesi, bu zorlu süreçte tartışmalarımızı kesip atmak yerine nass-olgu çerçevesi dahilinde gelişmeler ve argümanlarla/delillerle beslemeyi sürdürmeliyiz. Bizi iktidar ve yanaşık düzen medya cenahının adalet ölçüleri belirlemekte sorunlu, aşırı özgüven ve nobranlık içeren; sorunların üzerini örten; sıkıntılı bakış açılarıyla çözümler ürettiğini zanneden; süreçten olumsuz etkilenen kitleleri üzen, hırpalayan; milliyetçi/devletçi argümanlarla ölçü oluşturmaktan çekinmeyen dili/mantığı/itikadı değil, kendi ilkelerimiz ve bakış açılarımız beslemeli. Bunu yapabildiğimizde, çeşitli pratikleri noktasında kendilerine haksızlık edildiğini düşündüğümüz hükümet çevrelerine de aslında en büyük iyiliği yapmış olacağız. Çünkü bugünlerde pek çok sorumlu kesim onlara (ve ülkeye) bu iyiliği yapmaktan imtina ederken; maalesef içinde pek çok haklılıklar da barındıran itirazlar ideolojileri ve kimlikleriyle örtüşmediğimiz kesimlerden gelmekte. (Bunun canımızı niçin yaktığı üzerinde de düşünmeliyiz. Onlardan sadır olmaları mı, gerçekliğe tekabül etmeleri ve bu gerçeklerin kötü niyetlilerce dillendirilmesi mi? Yoksa sorumluluklar noktasında kendi eksiklerimizin yüzümüze vurulmuş olması mı? Hangisi?) Evet, karşı cenahlardan gelen eleştirilerin canımızı yakması kadar, hep birlikte içinde zaafa uğrama ve yok olma tehlikeleri yaşadığımız, adalet, meşveret, liyakat ve hukuk konularındaki eksikler/hatalar/yanlışlarla ilgili olarak kalplerimiz burkulmalı, vicdanlarımız sızlamalı. Üslubumuzdaki -varsa- sorunlar tartışarak hallolur, yeter ki zihniyet kaymasına karşı iyiliği emr, kötülükten sakındırmayı hem birbirimize hem de muhataplarımıza karşı en güzel şekilde sürdürelim. Sürdürelim ki hem iktidar, hem medya, hem karşı cenahlar, hem de bizim kesim bizi doğru anlasın. Adil şahitliğin zamanın ruhuna uygun ölçüsü ne ise elbirliğiyle, birbirimize omuz vererek ortaya çıkaralım.