Aleviler Katilini Sevmemeli, Sünniler Düşmanına Sığınmamalı
Türkiye’deki vesayet rejimi veya resmi ideoloji en çok halkın muhalefet gücünün sindirilmişliğinden güç kazandı. Türkiye halklarına kimlik olarak tarihi süreçleriyle ve fıtratlarıyla çelişen Batı elbisesi giydirildiğinden bu yana da sıkıntılar ve çelişkiler alabildiğine artarak devam ediyor.
Osmanlı-İslam toplum yapısı dış güçlerin telkini ve iç güçlerin işbirliği sonucunda, batıcı yaşam tarzına öykünen ilerlemeci bir tarih anlayışıyla uluslaştırılmaya başlandı. İlk önce hayal edilen Osmanlı ulusçuluğu, sonradan yerini Türkçülüğe bıraktı. Bu süreçle beraber insanların fıtrî ve dinî bağları yok sayılmaya, yok sayılamıyorsa asimile edilmeye veya Türk ulus kimliği şemsiyesi altında sınırlandırılıp yozlaştırılmaya çalışıldı.
TC’nin kuruluş süreciyle hız kazanan bu inhiraf ve dayatmaya karşı en kitlesel direniş Şeyh Said kıyamıyla oluştu. Emperyalist İtilaf Devletleri’nin Lozan’da onayladıkları yeni Türk ulus yapılanmasıyla ilgili verilen taahhütlere Birinci Meclis’te şiddetle itiraz edilmiş ve bu nedenle de muhalefet önderi Trabzon mebusu Ali Şükrü, JİTEM tipi bir operasyonla 1923 Mart’ında öldürülmüştü. Batılılar tarafından adına Türkiye denilmeye başlanan yeni siyasi coğrafyanın halkları, kendilerine dayatılan batılı elbiseyi giymemek konusunda Ali Şükrü gibi Rize’den Urfa’ya, Erzurum’dan Sakarya’ya, Siirt’ten Konya’ya, Diyarıbekir’den Antalya’ya, Menemen’e, Düzce’ye kadar birçok yörede itiraz etmişler ama batılı ve batıcı örgütlü iç ve dış güçlerin barikatlarını aşamamışlardı.
Batılı kültür ve hukukun taklit edilmesine ve işbirlikçiliğine direnen Müslümanlardan on binlercesi katledilmiş, yüz binlercesi sürülmüş ve uzun yıllar takibat altında yaşamıştı. Ayrıca 1925’ten sonra yeniden düzenlenen İstiklal Mahkemeleri, Batılılaşma hareketine muhalif dindar kanaat önderlerini sudan bahanelerle Türkiye’nin hemen hemen her bölgesinde yakalattırmış ve infaz edilmesine hüküm vermişti. Böylece takibat altına alınan her livada/şehirde Müslüman kanaat önderleri ve aktivistler idam yoluyla tasfiye edilmişti. Bugüne kadar İstiklal Mahkemeleri’nin hukuksuzluğu ve idam yoluyla gerçekleştirdiği ve binlerle ifade edilecek katliamları hakkında Müslümanlar tarafından ciddi ve kapsamlı tek bir çalışma yapılamamıştır.
Türkiye’de konuyla ilgili tek çalışma Kemalist akademisyen Ergün Aybars’ın doktora çalışmasıdır ki o da bu mahkemelerin çarpıklığını ve hukuksuzluğunu göstereceği yerde, verilen idam kararlarının sayısını eriyen/eritilen arşivlerle alabildiğince küçük göstermeye çalışmıştır. 2010 Şubat’ında TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin’in bazı Meclis zabıtlarını incelemeye açtığını belirtirken “İstiklal Mahkemeleri tutanakları hariç” demesi, İstiklal Mahkemeleri zulmünün basında ve TV kanallarında yeniden gündeme alınmasına vesile olmuş ve birçok kişi 10 bini aşkın kişinin bu mahkemelerden infaz edildiğini dillendirmeye başlamıştır. 2014-15 sürecinde elde kalan bu arşivler, tahkike açılmak üzere düzenlemeye tabi tutulmuştur.
Müslümanlar sadece dayatılan seküler temelli beşeri Batı kültürüne ve hukukuna, balosuyla, Avrupa müziğiyle, smokiniyle Batılı yaşam tarzına ayak uydurmaya çalışan maymunlaşma çabalarına karşı çıktıkları için ezilmediler. Onlardan çok daha ürkütücü olarak yasaklanan yazı dillerini ve kütüphanelerini kaybettiler. İslami eğitimleri yasaklandı. Hac farizasıyla ilişkileri kesildi. Sonra Türkçe dışında Rabbimizin doğumla beraber ihsan ettiği ana dillerinin yasaklandığı faciayı yaşadılar. Örtülerine, ezanlarına, camilerine el uzatıldı. Önemli bazı camiler ahır haline getirildi. Osmanlı arşivleri hurda fiyatına vagon vagon sosyalist ülkelere satıldı. Kur’an öğreniminin de Kur’an okumanın da yasak olduğu, Elif Ba’yı öğreten hoca hanımefendilerin jandarma dipçiği ile mahkemelere, oradan da hapishanelere sürüklendiği günler yaşandı. Pantolon giymeden şalvarla şehre indiği için köylülerin tutuklandığı, yol vergisi bahanesiyle borçlu duruma düşürülen köylülerin arazilerinin Mustafa Kemal’in atamasıyla TBMM üyesi yapılan toprak ağası mebuslara yok pahasına satıldığı dönemleri yaşadık.
Daha sonra da yaşadığımız coğrafyada, modernleşme adına Avrupalı yaşam ve giyim tarzının bir din gibi halka yukarıdan aşağıya zorla kabul ettirilmeye çalışılmasına, “Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Devrimi” ile Sünnilerin ve Alevilerin dergâhlarına kilit vurulmasına ve özerk bölgeleri kontrol altına alınırken yeni Türk ideolojisine göre Kemalist doğrultuda tek tipleştirme dayatmasına itiraz eden Alevilerin, 1932-37 yılları arasındaki direnişlerine ve Dersim katliamına tanık olundu. Alevilerin bölgesel özerkliklerini ve dinî kimliklerini korumak için gerçekleştirdikleri itiraz; köy ve mezralarının bombalanmasıyla, bölgede sığınmak için kullanılan mağaralara zehirli gazlar atılmasıyla ve çoluk çocuk demeden kurşuna dizilmeleriyle sonuçlandı. On binlerce Alevinin katledilmesi ve sürülmesiyle bastırılan Dersim direnişinin reisi Seyyid Rıza ve arkadaşları yakalandıktan sonra idam edilmeden önce birçok işkencelere maruz tutuldular. Örneğin Seyyid Rıza’nın küçük erkek çocuğu, önce düzmece mahkemede alelacele yaşı büyültülüp 18’e çıkarıldıktan sonra idam cezasına çaptırıldı ve babasının gözleri önünde darağacına çıkarıldı, sonra kendisi asıldı. Katiller ve işkenceciler sürüsü, gücünü Türk modernleşmesinden, yani emperyalist Batı’ya entegrasyon sürecinden alıyordu. Yaşayan bazı Alevi dedelerinin anlattıklarına göre, Dersim kıyamına katıldıkları için yakalanan ve içlerinde Kur’an hafızları da bulunan bazı Aleviler, asker tarafından kurşuna dizilirken topluca kelim-i şehadet getiriyorlardı.
Sünni Müslümanlar, Türk kimliğini bir üst kimlik olarak dayatan ve İslami kimliklerine karşı terör, sürgün ve asimilasyon politikalarını uygulayan resmi ideolojiye direnişlerini 1930’lu yıllarda artık susarak, içlerine kapanarak ve buğzederek devam ettirmeye çalıştılar.
Alevi aşiretlerinden bazıları zaten Dersim direnişi sırasında tarafsız kalarak veya Kemalist hükümetle işbirliği yaparak geri çekilmişlerdi. Ama katledilen, hapsedilen ve sürgün edilen yüz binlerce Alevi, zaman içinde; öksüz, yetim veya alabildiğine yoksul kalan çocuklarıyla birlikte kuşatılarak ve korkutularak boyun eğdirilmeye çalışıldı.
Daha 1937’de Dersim’de kız erkek yatılı bölge okulları açıldı. Atatürk’ün manevi kızlarından Sıdıka Avar öncülüğünde, Türkan Saylan liderliğindeki Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin Kürt illerinde başlattığı “Haydi Kızlar Okulu!” kampanyası gibi Alevi köy ve kasabalarında kampanyalar başlatıldı. Alevi dede ve babaların eski yazma dinî eserleri yazı devrimi nedeniyle ellerinden alınıp antika haline dönüştürülüp dergâhları da kapatılırken, yatılı bölge okullarına alınan Alevi çocukları da zorla Türkçü ve Kemalist ideolojinin emirlerine göre yetiştirilmeye başlanmıştı. Bir Türkleştirme ve Batılılaştırma projesi olan Köy Enstitüleri’nin en fazla istihdam ettiği öğrenciler, Alevi çocukları oldu. Alevilerin dinî ritüelleri ve literatürleri ile ilgili kitapları da Kemalizm’in devşirdiği Alevi sivil ve asker bürokratlar yazmaya veya yeniden biçimlendirmeye başlamıştı.
12 Eylül’ün Sünni-Alevi Politikası
1980’den sonra Dersim kökenli Aleviler, yükselen Kürt ulusal hareketinin tesirinde kalmasın diye 12 Eylül Cuntasının psikolojik harekât kapsamına alındı. Sünniler camilerde Diyanet tarafından, okullarda zorunlu din dersleri ve resmi din okulları, varoşlarda da tarikatlaşma çabaları içinde Türk-İslam sentezi formu ve söylemiyle kontrol altında tutulmaya çalışılırken; Aleviler de Kemalistlerce yönlendirilen ve reforme edilen Alevi dinî telakkileri içinde “Cem Evleri” etrafında toplanıp yönlendirilmeye gayret ediliyordu.
12 Eylül rejiminin teşvik ettiği “Cem Evleri Projesi”yle bir taşla iki kuşun vurulması hedefleniyordu. Birincisiyle, ifade ettiğimiz gibi Kürtçe konuşan Alevileri, dinî-Alevi kimliğin önceliği politikasıyla Kürt ulusalcılığından uzak tutmak amaçlanıyordu. İkincisi ise Alevileri “azınlık” olarak görüp politik bir enstrüman olarak kullanmak isteyen AB’ye karşı, Alevilerin Türk ulusunu oluşturan ve ibadetlerini cem evlerinde yapan, İslam kültürünün farklı bir yorumundan oluşan toplumsal bir bileşen olduklarını öne sürmekti. Böylece devlet eliyle orta öğretimde bir taraftan zorunlu din dersleri kurulurken, diğer taraftan da dergâh ve zaviyeleri yasaklayan Kemalist inkılâplara rağmen devlet eliyle cem evlerinin açılması teşvik ediliyordu.
Yeni açılan cem evlerinde Kemalizm’in ayin dediği saz ve söz eşliğindeki semah törenlerine izin verilirken, şehirleşmede yeni bir form olarak oluşan cem evleri duvarlarına ise Hz. Ali’nin sembolik fotoğraflarıyla Atatürk’ün posterleri asılmaya başlanmıştı. Sünniler ise “Anadolu İslamı” veya “Türk İslamı” denilen söylemle ney eşliğinde beyaz entariler ve kızıl başlıklarla yapılan semah gösterileri için resmi devlet törenleriyle Mevlevilerin dergâhlarına çekilmeye çalışılıyordu. Daha şeklî ibadî formlara bağlı olanlar ise Adıyamanlı Menzil şeyhinin, ticarî pazarlama ağı kuran Karadeniz merkezli Kadiri tarikatının, Türkiye gazetesi bürolarıyla örgütlenen Nakşi kökenli Hilmi Işık hareketinin ve 12 Eylül sıkıyönetim komutanlarının “Aranıyor” ilanlarında yer aldığı halde şehir şehir gezip özel oturumlarla örgütlenmeye hız veren ve önü açılan Fethullah Gülen “Hocaefendi”nin “Nurcu”luğu reforme eden açılımıyla kuşatılıyorlardı. Süleymancıların ve diğer bazı Nakşi öbeklerin 12 Eylül rejimine adaptasyonu da pek zor olmamıştı. Tevhidî uyanışın önünü kesmek için destek alan ve dindar Sünni kitleleri kuşatmaya çalışan bu tarikat ve cemaatler ise 1982 Darbe Anayasası’na “evet” oyu atılması için seferber edilmişlerdi.
Zaten bazı dergâhların açılmasına 1949 yılında Cumhurbaşkanı İsmet İnönü devrinde komünizme karşı o zamanki İslamizasyon politikaları eşliğinde izin verilmişti. Ama yönlendirilen ve ellerine Türk ulusal bayrakları tutuşturulan Alevi ve Sünni tasavvuf kesimine de en büyük düşmanlarının birbirleri olduğu; yani asıl çatışmanın Sünni-Alevi çatışması olduğu telkin edilmişti. Maraş ve Çorum’da tezgâhlanan sınırlı Sünni-Alevi çatışması da zemine saçılan benzini tutuşturmak için her daim elde tutulan bir kibrit olarak kullanıldı.
Kur’an’a ve Hz. Muhammed’e karşı yapılan hakarete ve uluslar arası komploya tepki gösteren Sivaslı Müslümanların haklı eylemini provoke etmeye çalışan kontrgerilla şebekesinin kontrolsüzce önünü açtığı Madımak olayları ve peşinden yaşanan Başbağlar katliamı da işin tuzu biberi oldu.
Sünni ve Alevi Kimliklerin Sindirilmesi ve Devşirilmesi
Kendilerini İslam’ın taşıyıcısı olarak gören ve Cumhuriyet’in tek parti döneminde büyük baskılar altında yaşayan Sünni Müslümanlar, Batı sistemine ayak uydurmak için biraz da Anglo-Sakson ekseninin zorlamasıyla 1945’ten itibaren çok partili sisteme geçmeye başlayan Cumhuriyet rejimi ile önce zihinsel sonra fiili bir işbirliği sürecine yöneldiler.
Müslümanlar sindirilmişlerdi. Çocuklarına Kur’an okumak yasaktı. Hacca gitmek yasaktı. İslami eğitim yasaktı. Arapça ezan yasaktı. Beyoğlu’ndaki Ağa Camii’nde ve Almanya’daki Türk Büyükelçiliği’nde camilerde Türkçe mealle ve kilise gibi sıralarda oturularak reforme edilmiş namaz uygulaması modeline hazırlık yapıldı.
1945’e kadar İslam’a ait değerlerin tasfiyesi, yapılamıyorsa yozlaştırılması ve alt kimliğe indirgenmesi sistematik bir politika olarak gerçekleştirilmeye çalışılmıştı. Katliam, idam, işkence, hapis ve sürgün politikalarıyla sindirilen Müslümanların beddua etmekten (kahariye çekmek) ve buğz etmekten başka güçleri kalmamıştı. Osmanlı’dan devraldıkları İslami birikim de onları Kur’an merkezli bir şahitlik bilincine yöneltmek konusunda yeterli olmuyordu. Zaten bu konuda da İstiklal Mahkemeleri’nin idam ettiği en yiğit ve bilgili Müslüman kanaat önderlerinin yitimiyle iyice başsız ve rehbersiz kalmışlardı.
Zaten Osmanlı bakiyesi din anlayışını ıslah edip Müslüman kitleleri uyandırıp diriltecek olan Urvetu’l Vuska çizgisinde ıslah görevini ve birikimini paylaşmaya çalışan Mehmet Akif, Said Halim Paşa, İskilipli Atıf, Elmalı Hamdi Yazır, Babanzade Ahmed Naim, Said Nursi (I. Said) vd. tasfiye edilmişlerdi. Yani zaaflı ve çözülmekte olan ümmet yapısı, rehbersiz ve öndersiz kalarak iyice yetim-öksüz pozisyona düşmüştü.
Böyle bir tarih diliminde 1945’ten itibaren Türkiye’de başlayan görece demokratikleşme sürecinden Müslümanlar da yararlanmak istediler. İlk icraatları ise İslami dergiler çıkartmak oldu. Sebülerreşad yeniden çıkmaya başladı. Büyük Doğu, Hareket dergileri İslami renk almaya başladı. Selamet, İslam Dünyası, İslam Nuru gibi dergiler de Müslümanların yeni teşebbüsleri oldu. Bu tarihe kadar İslam’ı üst kimlik olarak kabul eden Türkiye Müslümanları, Türk devletini ve yeni oluşturulan Türk “milletini”/ulusunu içselleştirememiş, Türk modernleşmesine bazı kere fiili ve yaygın olarak da pasif direniş göstermişlerdi. Ancak 1945’ten sonra hayatta kalan Müslümanların yazar, düşünür ve kanaat önderlerinin çıkarttığı ve yazdığı İslami dergilerde ilk defa Türk devletine, “Türk milleti”ne referanslarda bulunulmaya başlanmış, İslami aidiyetle Türk “milletine”/ulusuna aidiyet aynı anda ifade edilmeye başlanmıştı. 1945’te çok partili sisteme geçmeyle başlayan veya gündem tutan bu eğilim Türkiye’deki İslami camia arasında ilk defa gündeme geliyordu. Demek ki ya karşı iradeye “teslim” olunmuş ya da var kalabilmek ve bazı imkânları elde edebilmek için “takiyye” yolu tutulmuştu. Böylece Türkiye Müslümanlarının gözünde takiyye şeklinde de olsa devlet ve dayatılan ulus olgusu itiraz edilen değil, İslami kavramlarla meşrulaştırılmaya ve sığınılmaya çalışılan bir hüviyet kazanmıştı.
Bu dönemde çıkan ve İslami camiayı Trabzon’dan İzmir’e, Van’dan İstanbul’a kadar ciddi anlamda yönlendiren bu İslami dergiler ve yazarları veya kanaat önderleri, Müslümanlıkları yanında Türk devletini ve yeni Türk ulusunu savunarak Kemalist rejim açısından kendi varlıklarını meşrulaştırmaya çalışıyorlardı. Böylece belki hacca gidebilecek, çocuklarına Kur’an öğrenmeyi sağlayabilecek, sınırlı da olsa İslami eğitim ve ritüeller açısından bazı kazanımlar elde edebileceklerdi.
Sistem içi araçların nasıl kullanıldığını Kur’an’dan ve Rasulullah (s)’ın örnekliğinden yeteri kadar istinbat edemeyen ve çıkarımlarda bulunamayan bu iyi niyetli, saf ve faydacı anlayış uzlaşmayı getirdi. Karşıtına sığınarak var olma yolu seçilmişti. Bu pragmatizm “köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek” anlayışına dayandırılmıştı ama “ayı”nın hâkim olduğu “köprü” yürüyüşü hiç bitmedi. Ve Müslümanlar bu köprüde yürüye yürüye köprü sahibinin kimliğini de içselleştirmeye başladı. Artık takiyye unutulmuş ve 1970’e gelindiğinde tüm İslami cemaatler hala soyut bir şeriat özlemi taşımakla beraber “karşıtına sığınarak var olma” taktiğinin sonu olarak milliyetçi, devletçi ve de sağcı bir kimliğe evrilmişlerdi.
Sonuç olarak sazla “semah dönen” Aleviler de, neyle “sema’ yapan” Mevlevileri huşu içinde izleyen Sünniler de ulusal sistem tarafından büyük ölçüde kuşatılmışlardı. 28 Şubat 1997 darbesinin yasak ve baskılarına karşı direnen bazı İslami kesim, Pazar günleri sabah namazlarında Eyüp Camii’nde buluşup sonra ellerinde Türk bayraklarıyla “İmam Hatipler Kapatılamaz!” diye haykırıyordu. Aynı dönemde Hacı Bektaş Dergâhı’nda buluşan Aleviler ve CHP’liler de ellerinde Türk bayrakları “Türkiye Laiktir Laik Kalacak!” diye haykırıyorlardı. Birbirlerine hasım hale getirilmişlerdi, ama ellerinde salladıkları ay yıldızlı kırmızı bayrak her iki kesim için de kutsallık açısından aynıydı.
Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında işgalci devletlerin yapmaya yeltenemediği batıcı toplumsal değişim hamlesini, yerli unsurlar olarak Kemalist Türk ulusalcı kadrolar gerçekleştirmeye başlamıştı. Dil devrimi, alfabe devrimi, kanun ve hukuk devrimi, kılık kıyafet devrimi, milyoner yetiştirme devrimi, takvim devrimi, laiklik devrimi, ırkçı tarih devrimi ve benzer devrimler sonucunda batılı bir Türk ulusu yaratılmış; yani Türk Devrimi yapılmıştı. Avrupa kökenli, pozitivist ve ilerlemeci zihniyete dayanan bu toplumsal mühendisliğe karşı Sünni ve Alevi Müslümanlar, fikri ve fiili güçleri yettiği kadar direndiler. Ama kanlı bir şekilde sindirildiler. Sonra korku imparatorluğunda yaşadılar. Ve devşirilmeler oldu.
Ezanın ve namazın reforme edilme teşebbüsü akim kaldı. Ama resmi ideolojinin Avrupa eksenli katkılarla da güçlendirilen operasyonlarıyla Alevi kültür ve ritüellerinin reforme edilmesi teşebbüsü, özellikle 1991 SSCB’nin çökme sürecinden sonra, kimlikleri modernize etme ve yabancılaştırma hedeflerinde başarılı oldu.
Cumhuriyet’in kurucuları padişahların keyfiliklerini ve haksızlıklarını aşan karanlık bir baskı rejimi kurdular. Çaresizlik, Sünni Müslümanlarda da Alevilerde de sığınmacılığı getirdi. Sünnilerin İslam’la bağı daha çok kitabi olduğu için reforme edilme tuzağına karşı daha dirençli oldular. Ama Alevilerin de Sünnilerin de resmi ideolojisinin telkin ve baskıları sonucunda kimlikleri ya da elbiseleri emperyal bir proje olarak modernizmin çağdaş hurafeleriyle kirlenmekten uzak kalamadı. Sonunda iki tarafta da genellikle dinî ve fıtrî aidiyetler ikinci plana itildi ve üst aidiyet olarak Türk olduğu keşfedildi. Bu çözülme ve eklemlenme sürecinden ayrışma imkanını Aleviler daha az yakalayabildiler. Zira İslam’la ilgilerinden kitabi yan zayıftı; hem ıslah çabalarının ilgi alanının dışında da kalmışlardı.
Aleviler, Alevi araştırmacı-yazar Cafer Solgun ve tarihçi-yazar Ayşe Hür’ün gündeme getirdikleri “Stockholm Sendromu” ya da “katiline âşık olma” nitelemesinin yolunu tuttular ve Ali’nin ruhunun Atatürk’e hulul ettiği veya onda yaşadığı safsatasına tutunanlar oldu. “Karşıtına sığınarak var olma” tutumu da Sünnilerde milli dindarlık ve sonraları da sağcı muhafazakârlık kirliliğini getirdi. Ama iki kesim de İslam’ı yorumlama biçimleri temel farklılıklar taşısa da ulusçuluk ortak paydasında Türk devletinin sadık tebaaları olduklarını ilan ettiler. Avrupalılığa özenenler elbiselerinde modernizmin kirli etiketlerini ve LGBT gibi müfsit unsurların kokularını daha çok taşımaya başladılar.