Aksa Tufanı: Zorunlu ve kaçınılmaz bir tercih

Turgay Yerlikaya, Hamas gerçekleştirdiği operasyonun zulüm-direniş ekseninde kaçınılmaz bir yere düştüğünü ifade ediyor.

Turgay Yerlikaya / Yeni Şafak

Filistin: Ölüme doğmak

İsrail’in 1948 yılında Filistin topraklarında ilan ettiği bağımsızlıkla başlayan işgal süreci, her geçen gün etkisini artıran bir boyut kazandı. Özellikle 1967 yılında işgal edilen Doğu Kudüs ve Batı Şeria ile birlikte günümüze dek süregelen yasa dışı yerleşimciler sorunu, Filistinliler açısından çok ciddi maliyetler üretti. Son yıllarda medyada yoğun biçimde dolaşıma sokulan infografik ve haritalara bakıldığında, İsrail’in Filistin’i işgalinin sistematik bir plan dahilinde yapıldığı açıkça görülebilmektedir. Özellikle Gazze üzerinden düşünüldüğünde, yok sayma, mahrum bırakma ve soykırıma tabi tutma yöntemlerini benimseyen İsrail’in bugüne kadar çok acı bilançolara neden olduğu ortada. Bölge halkının adeta ölüme doğduğu bir coğrafya olan Filistin’deki yaşam koşulları, trajedilere kapı aralayan bir dünyayı da ortaya çıkartmaktadır.

Şiddetin kaçınılmazlığı

Ölümün bir mecburiyet olduğu bu coğrafyada başka bir hayat mümkün mü sorusu, üzerinden düşünülmesi gereken bir husus. Hamas’ın sızma girişimiyle tartışılan süreci anlamayı da kolaylaştıracak olan bu soru, bize tarihte yaşanmış benzer örneklerin günümüzü aydınlatmada önemli olduğunu göstermektedir. Bu açıdan 1954-1962 arasında süren Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nın anatomisi, ölüme ve yokluğa mahkum edilen halkların özgürleşme pratikleri üzerine düşünmemizi sağlar. Frantz Fanon’un “Yeryüzünün Lanetlileri” kitabının Şiddet Üzerine bölümünde ifade ettiği olgu, sömürge halklarına yönelik sürdürülen bastırma politikalarının ancak şiddet yoluyla bertaraf edilebileceği gerçeğini ortaya koyar. Çünkü sömürgeciler sistematik bir yok sayma ve bastırma politikalarıyla hükmettikleri halklara şiddetin dışında bir seçenek bırakmamışlardır. Fanon’un ifadesiyle sömürgeciliğe ya da sömürgecilere yönelik sergilenen şiddet, özne olabilmenin bir koşulu ve özgüvenin inşası anlamına gelmektedir. Bir zorunluluk olarak ortaya çıkan şiddetin sağladığı katkı, pasif olan kitlelerin aksiyon alması ve dekolonizasyon sürecini başlatmasını tetiklemektedir. Bu açıdan dekolonizasyon süreci bir anlamda sömürgeciliğin ürettiği şiddeti ortadan kaldırmanın kaçınılmaz olarak bir şiddet kullanımı ile mümkün olabileceğini ifade etmektedir.

Hamas’ın sızma girişimi ile başlattığı süreç aslında tam da bilinçli ve sistematik bir biçimde soykırıma tabi tutulan Filistin halkının zorunlu ve kaçınılmaz bir tercihi olarak ortaya çıkmaktadır. Burada tıpkı Fanon’a yönelik yapılan eleştirilerde olduğu gibi bir şiddet övgüsü söz konusu değil. Bilakis 1948’den bu yana yaşanan sürecin şiddetin dışında bir seçeneği devre dışı bırakmasıdır. Nitekim bugüne kadar binlerce Filistinlinin evlerinden edildiği, tıbbi malzeme ve tedarik konusunda ambargoların uygulandığı, ibadet konusunda kısıtlamaların uygulandığı ve seyahat özgürlüğünün askıya alındığı bir yerde bu kuşatma nasıl aşılabilir sorusuna farklı cevaplar verebilmek mümkün değil.

Eğer başka bir seçenek ya da yol mümkün olsa idi İsrail’in bir tür devlet terörü olarak kurumsallaştırdığı bu işgal süreci, uluslararası yaptırımlara tabi tutularak engellenebilirdi. Fakat ne yazık ki Birleşmiş Milletler’de en fazla kınanan ülke olmasına rağmen İsrail’e herhangi bir etkili yaptırımın uygulanmıyor oluşu uluslararası hukuku da ortadan kaldırmaktadır. Filistinli sivil toplum örgütleri başta olmak üzere birçok medya grubunu terörist olarak kategorize ederek etiketleme yapan İsrail lobisi, uluslararası hukuku hiçe sayan birçok karara da imza atmaktadır. Söz konusu ihlaller sadece Filistin ile sınırlı kalmamakta İsrail’e karşı eleştirel bir tutum takınan bütün ülke ve kurumları da hedefe koymaktadır.

2021 yılında El Cezire ve AP başta olmak üzere birçok medya kuruluşuna ev sahipliği yapan binanın İsrail tarafından vurulması bunun en açık örneğidir.

İsrail Lobisi ve antisemitizm kartı

İsrail lobisi aracılığıyla inşa edilen İsrail mitinin medyada, akademide ve düşünce kuruluşlarındaki etkisi düşünüldüğünde, söz konusu eleştirel yaklaşımların nasıl bir itibar suikastı ile karşılaştığı görülebilmektedir. John J. Mearsheimer ve Stephen M. Walt’un “İsrail Lobisi” kitabında ifade ettikleri gerçek, sürecin nasıl işlediğini anlamamıza önemli bir katkı sağlamaktadır. ABD’deki İsraillerinin hemen her alanda nasıl bir etki oluşturduklarını bütün boyutlarıyla gözler önüne seren yazarlar, ABD dış politikasının inşasında İsrail çıkarlarını eksen alan bir siyasayı gözler önüne sermektedir. İsrail lobisi, işgal politikaları başta olmak üzere her türlü tedhiş siyasetine yönelik eleştiriyi medyadaki ağırlığı ile istediği biçimde yönetmekte İsrail’e yönelik eleştirileri anti-semitizm kartını kullanarak devre dışı bırakmaya çalışmaktadır. Filistin’in İngiltere Büyükelçisi Husam Zomlat’un BBC ekranlarında “Batı medyasının en iyi yaptığı şey, sadece bir tarafın yani İsrail’in anlatısını öne çıkarmak” ifadeleri bu anlamda dikkate değer. Zomlat’ın BBC muhabiriyle yaptığı röportajın girişinde “Son iki ayda iki yüzden fazla Filistinli öldürüldüğünde davet ettiniz mi beni? Ya da Kudüs’te veya diğer yerlerde İsrail provokasyonları söz konusu olduğunda” soruları, Batı’nın konuya yaklaşımını göstermesi açısından kıymetli. “Bugün artık gerçeği ifade etmenin vakti” diyen Zomlat, Batı medyasının bugüne kadar İslam dünyası ve özelde Filistin sorunu üzerinden çerçevelediği egemen dili de açık bir yüreklilikle ortaya koymakta ve adeta kral çıplak demektedir. Nihai kertede İsrail ile Filistin arasındaki bütün asimetriye rağmen, Batı ve İsrail’in özellikle medya endüstrisi üzerinden inşa ettikleri yenilmez ve çok güçlü İsrail mitinin bugün bütün yönleriyle tartışıldığı bir dönemdeyiz artık.

Yorum Analiz Haberleri

Ümmetin ihyasında öğretmenlerin rolü
Kâbe acilen bu müptezellerin elinden kurtarılmalıdır!
“İsrail neden bir haydut devlettir?”
CHP ile laiklik anlayışınız farklı, peki Anıtkabir anlayışınız aynı mı?
Siyonizm Batı'nın çöküşünü hızlandıracak