Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana ülkenin sahibi olduğunu ve yönetme hakkının 'doğal' olarak kendisine ait bulunduğunu varsayan, Kemalist harçlı statüko koalisyonunun kaderi 28 Şubat'la birlikte değişmeye yüz tutmuştu.
Çünkü statükonun kendisini en güçlü konumda sandığı bu noktada, İslamî kesimin değişim dinamiği nihayet küreselleşen dünyaya entegre olmayı hedefleyen bir çoğunluk iktidarının da aktörünü yaratmaktaydı. AKP bu daralan siyasi atmosferde doğdu ve siyaseti genişleten, Türkiye'yi demokratikleştiren bir işlev yüklendi. Üç seçim zaferinin ve derinleşen Ergenekon dava sürecinin ardından gelinen noktada, statüko da basit bir akıl yürütme çizgisine doğru evrildi: AKP'yi iktidardan indirmedikleri takdirde yeni ve daha demokratik bir rejimin kurulması kaçınılmazdı. Öte yandan bu partiyi ne seçimde yenmek ne de askeri bir darbeyle alt etmek mümkün ve gerçekçi gözükmüyordu. Tek şans AKP'nin 'yanlış' yapması, bizzat kendi eliyle yolunu tıkaması, kendisini gayrimeşru konuma sokmasıydı.
Hükümetin böyle bir yanlışa zorlanabilmesi ise, dizginlerin tamamen elinde olmadığı, sürekli doğru tepki vermek zorunda bırakılacağı bir alan gerektiriyordu ve bu Kürt meselesiydi... Bu açıdan ele alındığında söz konusu 'mesele' artık sadece Kürtlerin haklarını veya PKK'lıların silah bırakma koşullarını ima etmiyor. Bu aynı zamanda AKP'nin sıkıştırılabileceği ve hataya zorlanabileceği de bir alan. Dolayısıyla AKP iktidardan indirilmeden bu meselenin çözülmemesi için güçlü bir irade oluşmuş durumda. Buna karşılık hükümetin bu konuyu demokratik bağlamda çözmesi halinde, AKP iktidarlarının güçlenerek devam edeceği de öngörülebilir bir ihtimal.
Kısacası AKP açısından Kürt meselesinin 'gerçek' anlamda, hem yani Kürtleri tatmin eden bir biçimde hem de Kürt olmayanları ikna ederek çözümlenmesi, kendi iktidarının sürekliliği açısından hayati bir konu. Ancak hükümet aşamadığı bir ikilemle karşı karşıya... AB bağlamında önerilebilecek hiçbir çözümün PKK tarafından kabul edilmeyeceğini, ancak eninde sonunda PKK ile müzakere yapmak durumunda kalınacağının farkında. Bu durumda bir çıkış yolu temel hak ve özgürlüklerin tanınmasıyla Kürt toplumunu kazanmak ve böylece PKK'yı 'içerden' sıkıştırmak olabilirdi. Ne var ki yerel özerklik meselesinde nereye kadar gidebileceği bilinmediği gibi, ne yapılırsa yapılsın PKK'nın tepkisinin çıtayı daha da yükseltmek olduğunu öngörmek zor değil. Nihayette müzakere süreci de olduğuna göre temel hak ve özgürlüklerin şimdiden verilmesi masaya oturulduğunda elde oynayacak kart kalmamasını ima ediyor.
Bu değerlendirme 'önce PKK'yı zayıflatmak gerek' tavrını ve askeri yaklaşıma yanaşılmasını anlamamızı sağlıyor. Ancak ikilem çözülmüş olmuyor... Çünkü askeri yaklaşım hükümeti güvenlik bürokrasisine mahkum ediyor ve elini verirken kolunu kaptırmasına neden olabiliyor. Uludere katliamı bunun bariz bir göstergesi. Hükümete verilen mesaj ise açık: Eğer Kürt meselesini çözmek istiyorsan bizle, yani statükoyla koalisyon yapmak zorundasın... Ancak böyle bir koalisyonun iktidarı dejenere edeceği, adım adım içerden fethedilmesine neden olacağı, yetki dağılımının kontrolden çıkmasını sağlarken sorumluluğu tümüyle parti üst yönetimine yıkacağı ve böylece AKP iktidarlarının meşruiyet zeminini ortadan kaldıracağı da kolaylıkla tahmin edilebilecek bir gelişme.
Bütün bunların cumhurbaşkanlığı seçiminin yaklaştığı, parti içinde ikincil pozisyonlar üzerinde çekişmelerin canlandığı bir atmosferde yapılacağını da unutmamak gerekiyor. Dolayısıyla AKP, Kürt meselesinde paralize olmuş durumda. Getirilen reform paketlerinin hiçbiri artık anlamlı ve işlevsel değil, çünkü normlar tavizsiz bir demokratik çözümde sabitleşmiş gözüküyor. Bu alanda olması gereken asgari düzeyi herkes biliyor. Mesele bu adımı atabilecek siyasi cesareti göstermekte, ama öte yandan söz konusu adımı atacak olanın kendi siyasi geleceğini ve yönetme kapasitesini garanti altına almak istemesi de son derece doğal.
Ne var ki AKP'nin bu ikilemi aşabilmesi için en azından bir 'aktöre' daha ihtiyaç var, çünkü çözüm salt kendi davranışıyla oluşmayacak. Bir çıkış yolu yanına muhalefeti almak olabilirdi, ancak hükümetin öngörüsüzlüğü bu yolu tıkadı ve muhalefet de sorumluluk sahibi bir siyaset izlemedi. Diğer yol ise epeyce sorunlu gözüküyor, çünkü PKK ile bir güven ilişkisinin oluşmasını gerektiriyor.
Böylece bugünkü duruma geliyoruz... Kürt meselesini çözmek isteyen, bundan siyaseten de yararlanacağını bilen bir hükümet var, ancak statüko ile PKK arasında sıkışıp kalmış ve ikisine de güvenemeyeceğini kavramış olarak işlevsel bir 'siyaset' arıyor. Ama böyle bir siyaset yolu yok, çünkü statüko ile PKK arasında bir amaç birlikteliği mevcut. Bu nedenle AKP hangisine doğru el uzatsa, diğerinden darbe almaya müsait hale geliyor ve bu darbeler hiç aksatmadan vuruluyor. Hükümet ise çaresizce yerinde sayarken, çözümü anayasada arama hayalini canlı tutmaktan başka bir çıkış bulamıyor.
ZAMAN