Temsilciler Meclisi’nin Müslüman ve siyahi kökenli kadın üyelerine karşı Amerikan Başkanı Donald Trump’ın gösterdiği tepkiler meğer ırkçılık içermiyormuş. Trump mesajlarına da kendisine de ırkçılık lekesi bulaşamayacağını iddia ediyordu. Oysa tekrar tekrar “beğenmiyorsanız geldiğiniz ülkelere geri dönebilirsiniz” diyerek ülkeyi terk etmeleri için kapıyı göstermişti.
Meksika sınırına örülmek istenen duvardan, mültecileri sınır dışı etme politikalarına ve İslam dünyasına yönelik saldırgan tutumlarına değin Trump’ı eleştiren Müslüman kökenli İlhan Omar ve Rashide Tlaib’le beraber Afrika kökenli Ayanna Pressley ve garsonluktan gelip çevreci duruşuyla bilinen Alexandria Ocasio-Cortez’i de hedef alıyor, hedef gösteriyor.
İçinde İnsan Sevgisi Dolup Taşanlar
Irkçı-faşist kimliği hiç kimse üzerine alınmak, etrafına yaklaştırmak istemiyor. Irkçı-faşist nitelemesini Trump bile reddediyor. Mesela Ocak 2018’de Washington Post’a yansıyan bir habere göre Oval Ofis’te mültecilerle ilgili yapılan bir toplantıda kontrolünü kaybedip Afrika ülkeleri, El Salvador ve Haiti’yi kast ederek Trump’un “Bu b*k çukuru ülkelerden niye bu insanları kabul ediyoruz?” dediği ortaya çıkmıştı. Bunun üzerine toplantıda kullandığı dilin sert olduğunu kabul eden Trump kendini şöyle savunmuştu: “Irkçı biri değilim. Röportaj yapabileceğiniz en az ırkçı insan benim.” Bu bağlamda rahatlıkla şunu ifade edebiliriz: Pratikte değil ama söylemde konjonktür öylesine değişti ki belki bugün mezarlarından kalkma imkanı bulsalar Adolf Hitler ve Benitto Mussolini bile ırkçı-faşist olmadıklarını beyan edecekler.
Modern dünya kendini aydınlanma ve ilerleme ilkeleri üzerinde yükselen ulus devletler modeli olarak inşa ederken hümanizmi ve demokrasiyi en temel kriter ilan etti. Ancak aydınlanma ve ilerleme gibi ulusal kimlik de hümanizm ve demokrasi de sömürgeci devletlerin sıkı kontrolü altındaki kurgulardan ibaretti. Karanlık geçmişi ve ilkel toplum ilişkileri aşılarak aydınlık ve medeni bir gelecek inşa edilecekti edilmesine amma velakin toplumun büyük bir kısmı direnç gösteriyor, zorluk çıkarıyordu. Bu sebeple medenileştirme ve uluslaştırma projesi aşağıdan yukarı doğru değil yukarıdan aşağıya doğru işletiliyordu. Medenileştirilecek, uluslaştırılacak halka karşı devlet, sert adli ve idari tedbirler uyguluyor, aydınlanması için gerektiği yerde şiddete de başvuruyordu.
Ulus devlet ve ulus toplum projesi Lozan Anlaşması’yla beraber Türkiye’de yürürlüğe sokuldu. Batılılaşma projesine teslimiyet yani kendi kendini sömürgeleştirme süreci “Türkiye’nin tapusu, Cumhuriyet’in tacı” gibi saçma propagandalarla zafer şeklinde lanse edildi. Bir yanda İstiklal Mahkemeleri terörü diğer yanda zorunlu eğitim başta olmak üzere İslami sembol ve değerleri kamusal hayattan kazıyıp atacak ihtilalci kültür politikaları Türkiye’yi ait olduğu tarihsel ve toplumsal evrenden söküp aldı.
Resmi bayram ve günler başta olmak üzere kamusal hayat anıt heykeller etrafında mütemadiyen tertiplenen modern ritüellerle tanzim edildi. Anayasa’dan askerlik kanununa, Milli Eğitim Temel Kanunu’ndan Siyasal Partiler Kanunu’na değin hemen her alan Atatürkçü/Kemalist değerler etrafında milimetrik hesaplarla şekillendirilmişti. Toplum uzun yıllar boyunca bu dayatmaya boyun eğmedi, pasif de olsa direnç gösterdi. Bir türlü özlenen ulus toplum, beklenen Atatürkçü gençlik, mabedsiz şehirler inşa edilemedi.
Küfre ve Şirke Özendikçe …
Muhalefetteyken direnç göstermek, zayıfken değerlerini korumak daha mı imkânlıydı acaba? Çünkü yirmi yıla yaklaşan iktidar dönemi, daha uzun yıllara yayılan zenginlik ve refah içinde sürülen hayat fıtri direnç noktalarını kırmış, elde edilen refah düzeyi dönüşüm ve başkalaşım sürecini hızlandırmış mıydı yoksa? Muhafazakâr demokrasi çizgisi dindar-mütedeyyin siyasi kadroları da kitleleri de ummadıkları yerlere savurmuş, kendilerini tanıyamaz hale sokmuştu. Küçük komisyonculuklarla başlayan kurnaz siyasetçilik serüveni rüşvetle, proje ortaklığıyla sınıf atlama hayallerine evrilmişti artık. Aşına, ekmeğine haram karıştıranın siyasal hattına, itikadına küfrün ve şirkin yerli ve milli unsurlarını karıştırması mukadderdi zaten. Öyle oldu, Atatürkçü bir muhafazakârlık, Gazi Paşacı bir dindarlık uydurulup pazara sürüldü.
Müthiş bir siyasi atak yapıldı; Türkçülük MHP’ye, Atatürkçülük CHP’ye bırakılmayacaktı artık. Bundan böyle yerli ve milli olmak en makbul ideolojiydi. Devlete sadakat ve Türk milliyetçiliğine hizmet yolunda geri kalana hayat hakkı tanımamak yolu tutulacaktı. Yakın siyasi tarih yeniden yazılıyor, İslami değerler yüce devlet ve necip millet kriterlerine uyumlu hale getiriliyordu.
Bu sayede adalet değil devletin ali menfaatleri önceleniyor, merhamet etmek lütfu ilahiye mazhar olma vesilesi değil korkunç sonuçlara yol açacak büyük bir zaaf sayılıyordu. Artık ayaklar altına alınan kavmiyetçilik davasına umut bağlanır olmuş, üstünlüğü dile, renge, aileye değil takvaya refere eden vahyin buyrukları hızla unutulur olmuştu. Makro milliyetçilikle mikro milliyetçilik el ele vermiş iman ve İslam kardeşliğini delik deşik edip günlük kullanımlar için paspas ediyordu.
Mazlumun duasıyla ihya olan toplumlar, muhacirlerin beraberinde hayır ve bereket getirdiği ülkeler birer masal gibi anlatılır olmuştu artık. Kendini dindar sayan seküler tipler, takva sahibi olma iddiasındaki günahkâr güruhlar akıl ve kalplerindeki İslami kodların yerinde yeller estiğini hala idrak edemiyorlardı. İslami değerler bu kesimlerin artık ne akıllarına ne de kalplerine istikamet verecek konumdaydı. Onlar Kemalist aydınlanma ve ilerleme projesine karşı sergiledikleri muhalif direnci terk edip sekülerizm ve mistisizm sarkacında salınan niceliğin iktidarına tutkulu-bağımlı sıradan politik objelere dönüşmüşlerdi çünkü. Geriye (kaldıysa eğer) şekil ve şemalden ibaret bir dizi semboller kalmış gibi gözüküyor. Özü, asli değerleri arayıp bulanan kadar bunlar hiçbir doğruluk ifade etmeyecek, kimseye hayır da getirmeyecekler.
Yeni Akit