Haksöz Haber
Ali Soylu ”İslamcılık Tecrübemiz” konulu programın girişinde yeni dönemin konu başlıklarını ve program içeriğini kısaca tanıttı, kendi tecrübeleri ve anıları ile zenginleştirdiği sunumunda özetle şunları anlattı:
“Bizim köklerimiz, ıslah ve kıyam hareketlerinde tarihî derinliğini bulur. Bu açıdan İslâmcılık, kimliğin vahiyle inşası ve Kur'ân'la billurlaşması; akidevî, kültürel ve yaşantı itibarıyla vahyi esas alan bir hayat sürme ve İslâm'ı hâkim kılma; küresel veya yerel despotizme, zulme, haksızlığa, şirke ve cahilliğe karşı “lâ” deme gayretidir. Sosyolojik bir tanımlama olarak hayatı İslâmî değerlerle okuma ve dönüştürme çabasıdır denebilir.
Dindarlık tüm insanlar ve toplumlar için içgüdüsel, fıtrî bir gerçek. Osmanlı dindarlığı da İslâm'a aitti; ama kitabî olarak derinleşemediği için zafiyetleri vardı. Türkiye halkının büyük bir ekseriyeti, zaaflı da olsa kendini İslâm'a ait hissediyordu. Fakat bu dindarlık, gerek birikim gerekse imkânları itibarıyla 19. ve 20. yüzyıl modernizminin kuşatmasına cevap verecek bir dinginlik taşımıyordu. 1970'li yıllarda İslâmî duyarlılığı en yüksek olan cemaatler Nakşîler, Nurcular, Süleymancılar, Kadirîler ve onların fraksiyonlarıydı. Ama bunların her birinin kimliği mezhepçilikle, bâtınî anlamda tasavvuf telakkisiyle ve Kemalist sistemin onlara telkin ettiği sağcılık, devletçilik ve milliyetçilik kirleriyle maluldü.
1960'larda çok sınırlı olarak başlayan ve 1970'lerin ortalarından itibaren belirginleşen ince ama müstakar bir uyanış hamlesi söz konusuydu. Kimliğini yeniden fıtratla buluşturma ve Kur'ân'la billurlaştırma açılımlarına, tevhidî değerleri kavrama çabalarına “İslâmî bilinçlenme” veya “tevhidî uyanış” süreci diyoruz. Buna en büyük tepkiyi verenler, Batı sisteminin kültürel uzantısı Kemalist statü ve onun yanında mâlesef ki gelenekçi ve millî dindar kesimler oldu.
Tevhidî uyanışın kaygısı, zaten tasavvufî ve gelenekçi cemaatler ile millî dindarları tasfiye etmek değil; ıslah ve ihya etmek, yani ana-babamızı “Kur'ân'la iman edelim.” noktasına çekebilmekti.
Parça doğrularımızı aşıp gerçekten Kur'ânî çerçeve ile bütünleşme kaygısı bizim hayat seyrimizi belirledi. Ama bu yetmiyor. Çünkü bütünü yakalayamadık diye mesela namaz kılma eylemini bırakmadığımız gibi, zulme, haksızlığa, baskılara karşı tavır alma tanıklığımızı da terk edemeyiz. Altı-yedi asırdan bu yana kaybettiğimiz diriliği, hemen beş-on sene içinde tesis etmemiz mümkün görünmüyor. Ama kimlik inşası, şahitlik ve tebliğ için hangi safhada olduğumuzu belirlemek İslâm'ı yaşama kaygımız açısından temel bir sorumluluktur. İslâm'ı yaşamada kendi safhamızın gereklerini yapmak bizim ihtiyarımızdadır ve biz bundan sorumluyuz. Muslihûn olanlar bunu yapar. Kendi safhamızın gereklerini yapmak gerçek inkılapçılık, devrimciliktir. Mevcut şartlarda İslâm'ı talep eden insanlarla sağlıklı Kur'ân temelli bir diyalog, İslâmî bir kimlik ve mücadele hattı oluşturma çabamızı sürdüyoruz...”