Asım Öz / Dünya Bülteni
Türkiye’de şu ya da bu ölçüde bugünkü Marksizm düşüncesine teorik katkı sunmak maksadıyla neşredilen dergiler arasında akademik yahut buna yakın formatta olanların bariz üstünlüğü var. Bu yayın organlarının neşrindeki gaye, son kertede tümüyle aktüel siyasete dönük yayın yapan ve belki “radikal gazetecilik” olarak da kategorize edilen “Sözcü/Birgün” gazetelerinin bir gömlek üstü diyebileceğimiz yayın organlarından bir miktar farklıdır. Zira bu dergiler, homo academicus’un hem kendini ifade etmeyi öğrenmesi hem de entelektüel bir sosyal bilim kalıbının nasıl inşa edileceğine dair farklı örnekler üzerinden rehber olma düşüncesini, “savaş modeli” ekseninde pekiştirme amacındadırlar. Yani her zaman “tetikte olma” durumu genel bir strateji olarak öncelenir. Ne var ki, örsünde çekiç sallamaya çalışılan akademik dergicilik kolay zanaat değil.
Şüphesiz kabaca tasvir etmeye çalıştığımız bu dergi tarzının mahiyeti, süreklilikleri, iç tartışmaları ve akademik alanda ne tür imkânlar(belki mevzi demeliydik) oluşturduğunu tüm boyutlarıyla serimlemek ayrıntılı çalışmalar yapmayı gerektirir. Bunların tümünden söz etmek kuşkusuz bu yazının kapsamının dışındadır. Ancak olmakta olanı tam da olmakta olduğu kulvarlardan biri aracılığıyla ele alma tercihi meseleyi bütünüyle kucaklayamasa da tümden yararsız görülemez.
ÖRNEK ALINMASI TAVSİYE EDİLEN ÜSLUPLAR
Esasında aylık olan dergilerdeki kavramsal örgüyü, isimleri ve eserleri, bir yönüyle uluslararası sol literatürü hem yâd eden hem de bugüne taşıyan akademik yayın organlarının serpintisi olarak ele almak yanlış olmayacaktır. Günümüzün temel meselelerine dair makale, yorum ve kitap eleştirileri yayımlayan Kampfplatz felsefe ve sosyal bilimler dergisi, akademi zanaatının yeni örneklerden biri olarak irdelenebilir. Dergi nedense pür akademik olmaktan ziyade itibar kaybına uğrayan “düşünce dergisi” olmayı amaçladığını da hatırlatma gereği duyar. Aynı zamanda teorik düzeyin özünde yanlış bulan heteredoksların açmazları rahatlıkla cedel ve reddiye türüne dahil edilebilecek yazılarda işlenir. “Sol liberalizmin” emperyalizm kavramını dışarıda bırakması, ilk dönem Taraf gazetesi yazarlarının söylemi gibi konular üzerinden işçi sınıfı siyasetinin imkânlarını her daim yoklayan değiniler, cedel türünün hem belirgin hem de güncel kanıtlarıdır.
Sosyalistlere, liberallerce tahkim edilen eleştiri alanını acilen terk etmeleri ve var olan durumu, “doğru” yerde duran bir kuramın sunduğu kavram setiyle incelemeleri teklif edilir. Bu süreçte, siyasî söylem ve pratiklerin somut durumun somut tahlili üzerinden şekillendirilmesi gerekliliği vurgulanır. Ne var ki, her şeyi gözden geçirme çağrısı din söz konusu olduğunda hiçbir işe yaramaz. Çünkü İslâm başta olmak üzere tüm “inançlar” sermayenin şarj aleti olarak kodlanır. Gelgelelim sadece bununla yetinilmez; “devrimci şiddetin” mümkün ve gerekli olduğu vurgulanarak bir karşı-siyaset geliştirilir. Fakat şu soru bir biçimde zihinlerde cevapsız olarak kalmaya devam eder: Efe çalımını devrimci tavır diye belleyenlerden günümüze ne değişti? Akıl almaz, inanılmaz onca şeyin üstünün şimdilerde “daha en devrimci” diskurla “öz-savunma” olarak teorize edildiğini görünce sorunsalların tersinden yazılmasından başka bir şey yapılmadığını düşünmemek elde değil.
Hal böyle olunca da birkaç yıl evveline kadar sol gündemin esaslı konuları arasında kayda değer bir yer tutan Kemalizm’le hesaplaşma çağrısı dönüşmüş/bilinçlenmiş olarak teorinin merkezine oturan bu zaviye açısından emanet bir tartışma olarak algılanır. Moda ifadelerin sorgulanması sürecinde karşımıza çıkan kapasite yoksunluğu ise başka bir sorun olarak görülmektedir. Dergi bu gerekçeyle, yazarlarına, metinlerini salt akademik yayın veya konferans bildirisi formatından ziyade “azizler listesine” alınan Benjamin, Bloch, Marx ve Butler’ın üslubunu örnek alarak oluşturmaları telkininde bulunur. Esasında sırf bu tavsiye bile, sol akademik dergilerin nasıl biçimlendiğini anlamak açısından iyi bir başlangıç olabilir.
Ana hatlarıyla günümüz “akademik solu” ağırlıklı olarak bir yandan AKP özelinde “muktedirlik” eleştirisini önceliyor diğer taraftan kendi klasiklerine dönerek teori ve pratik birlikteliğini hatırlatma derdiyle hemhal oluyor. Türkiye’de, son otuz yıllık dönemde sosyal bilim tartışmalarının genel itibariyle birtakım kavramlar çevresinde döndüğü malum: Devlet, sivil toplum, devlet aygıtları, hegemonya, zor, rıza, Amerikanizm, Fordizm, biyoiktidar, neoliberalizm, sinema, ataerkillik, feminizm, erkeklik, toplumsal cinsiyet, muhafazakârlık, eğitsel siyasalar, Kemalizm vb kavramlar eksenindeki akademik çözümleler bunlar arasında oldukça yaygın olanları. Marks’ın1844 El Yazmaları’nda ifade ettiği “mevcudun topyekûn, acımasızca eleştirisi”ni üretmek için çoğu plastikleşmeye başlayan bu kavramlara sıklıkla müracaat edilir. Zaten memlekette “sol muvafakat” eksikliği olarak da anılan durum büyük ölçüde acımasızca eleştiri tavrından kaynaklanır. Marks’ın toplumsal bütünlüğü kavrama çabasının bizatihi, üniversite fikrinin karşısında durduğunun ifade edilmesine karşın, solun daha ziyade akademide güçlü olması dikkate alınması gereken konulardandır. Galiba mevcudun topyekûn ve acımasızca eleştirisi tarihsel blokla kimi durumlarda örtüşüyor ve buralardaki öfkeyi toparlayan eleştiri akademik bir kisveye bürünebiliyor. Bu çerçevede sol akademinin çoğunluğunca, radikal olmadığı sıkça zikrolunan Max Weber’de belirgin olarak gördüğümüz “inanç etiği” ve “sorumluluk etiği” şeklindeki ayrıma itibar etmemek bir yana buna itibar eden sosyal bilimciler oldukça sert bir dille yerilir. Buna karşı ise Lenin’in teori-pratik arasındaki kesintisiz diyalog fikri öne çıkarılır. Böylece, siyasî ve toplumsal çözümlemelerini teoriye “sadakat” çerçevesinde sürdürerek entelektüel zeminini kuvvetlendirme siyasası işlevsel kılınır. Ayrıca, Marksist-Leninist teorinin meselelere toplumsal devrim ekseninde ele aldığı hatırlanırsa, son yıllarda gerek akademik gerekse aktüel analizlerde “enflasyon” halinde kullanılan demokrasi sözcüğüne yüklenen olumluluğun azalmasına karşın diktatörlük eksenli analizlerin öne çıkartılması da dikkate alınması gereken bir ayrıntıdır. Uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının siyasal dile tercümesinde karşımıza çıkan diktatörlük ithamı, bir bakıma kendinde olan “işçi sınıfı diktatörlüğü” özleminin zıttı olarak işlevsel kılınmaktadır.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasının akabinde ortaya çıkan “nefretin” bilinçaltına itme siyasasını bir yana bırakırsak sosyalistlerin Lenin’i “mesiyanik” bir biçimde yeniden keşfetme süreci içinde oldukları fark edilecektir. Bu yeniden keşif süreci, aynı zamanda kelimenin tam manasıyla bir yazı furyası da başlatmış oldu. Bu furya bir felsefe okuru olarak Lenin’den, partili siyaset ve diğer siyasi sorunlara kadar çeşitli/çelişkili varsayımların oluşmasına yol açtı. Somut bir örnek olması açısından Kampfplatz dergisinde yer alan bir metinde, “doğru yerde durmaya” davet eden ve çeşitli kavramsal setleri ve düşünce şekillerini yeren Lenin’e Dönüş derleme kitabından yapılan şu alıntı bize yardımcı olabilir:
“ Buradaki fikir, Lenin’e bir tabloya bakmak ya da bir mezarı ziyaret etmek üzere geri dönmek gibi bir dönüşün yeterli olmadığıdır; çünkü onu tekrarlamalı ya da yeniden yüklemeliyiz, yani aynı itkiyi bugünün düşüncesine geri kazandırmak zorundayız. Lenin’e bu diyalektik dönüş ne ‘eski güzel devrimci zamanları’ nostaljik şekilde canlandırmayı ne de eski programın ‘yeni koşullar’a oportünist-pragmatik bir biçimde uyarlanmasını hedeflemektedir. Bu dönül daha ziyade mevcut küresel koşullarda, emperyalizm, sömürgecilik ve dünya savaşı koşullarında… devrimci projeyi yeniden icat etme biçimindeki ‘Leninist’ tavrı tekrarlamayı hedeflemektedir.”
Esasında bu alıntı son dönem düşünce tartışmalarını anlamak açısından oldukça dikkat çekicidir. Zira kuramsal olarak doğru yerde durma iddiasındaki sol yorumcular, Durkheimci esintiler taşıyan “cemaatçi”likten metodolojik bireyciliğe, Polanyi’den Gadamerciliğe kadar kendi pozitivizmlerine mesafeli olan herkesi, “popülist söylem ve bileşenleri” olarak anmayı tercih ediyorlar. Elbette sadece bununla sınırlı değil: Toplumsal taleplerini popülist siyasette gördüğümüz üzere “halk” kavramı ile ifade etmek yerine köklü bir toplumsal değişime vurgu yapan devrimci öznenin iktidar önceliğini hatırlatma tercihi de Lenin’e dönüş fikri çerçevesinde gündeme getirilir. Sözgelimi popülist akılla öne çıkan Laclau’nun talep vurgulu hak nosyonunun Zizek tarafından eleştiri konusu edilmesini hatırlayabiliriz. Kurtuluş siyasetinin zemini olarak popülizmi değil devrimci özne fikrinin öne çıkışını yayınlar üzerinden takip etmek egemen haleti ruhiyeyi çerçeveleme sürecine katkı sunacaktır.
AKADEMİ, RADİKAL DÜŞÜNCE VE POLEMİKLER
Derginin 6. sayısında akademi ve polemik bahsinde en sıkı argümanlar bir söyleşi metninde karşımıza çıkıyor. Radical Philosophy [Radikal Felsefe ] dergisinin editörlerinden Mark Neocleous ile yapılan söyleşi “Sırrın Tadına Varmak” adını taşıyor. Neocleous’un dergisi 1970’li yılların başında Britanya üniversitelerindeki arınık, apolitik ve analitik felsefe eğitimine karşı polemik üretmek maksadıyla kurulmuş. Tıpkı söyleşisinin yer aldığı Kampfplatz dergisi gibi felsefeyi “kavga alanı” olarak düşünen yazar, akademik yayınların monotonluğuna karşın polemiği bir imkân olarak görüyor. Zaten olmakta olanı ortaya çıktığı yerde görüntüleme çabasındaki bir metinde yazarlardan biri sınırlarda cereyan eden çatışma ve ilişkiyi bildiren felsefeciyi “savaş muhabiri” olarak tanımlamış. Tabii AKP devriyle alakalı pür siyasî analizlerin felsefe ekseninde ele alınmasının doğru olup olmadığı da mutlaka sorulmalıdır. Hâkim sol yaklaşımın kavram setini esas ittihaz ederek yapılan bu “felsefe”nin ne kadar “felsefe” olduğu da tartışılmalıdır. O vakit felsefeci bir arkadaşımın söylediği şu cümleye dönme gereği duymamak elde değil: “Siyaset okuyacaksam Badiou değil Kissinger okurum.”
“Ezber-bozan” bir biçimde akademik disiplin konusunda hem eleştiriler sunan hem de polemiğe çağıran bu söyleşi memleketteki sol akademisyenin tutum ve tavırlarına nüfuz etmeyi da sağlayabilir. Neocleous’un üniversite ve günümüz akademisinin siyasetle kurdukları ilişki hakkındaki fikirleri ile açılıyor söyleşi. Hâliyle akademik ritüellere mesafeli duran bir yayın politikasına sahip Radical Philosophy editörlerinden Neocleous’un bu soruya verdiği cevap oldukça uzun. Birkaç alıntı sol akademinin “polemik”le Marks üzerinden kurduğu yaratıcı ilişkiyi anlaşılır kılacaktır:
“Radikal bir eser üretmeye çalışan herkes için akademinin tam da merkezinde bir gerginlik vardır. Bir yandan, düşünmek, okumak tartışmak ve yazmak için zamana ve mekâna ihtiyacımız var ve akademi, bunları yapmaya çalışan herkes için hâlâ iyi bir yer. Bir ücretli emek biçimi olarak akademisyenlik- ve her şey bir yana akademisyenliğin, bir ücretli emek biçimi olduğunu hiçbir zaman unutmamalıyız-dünyadaki neredeyse diğer bütün işlere kıyasla daha fazla özerkliğe alan açar: Akademisyen olmak, diğer ücretli işçilerin her gün karşılaştıkları türden büyük ölçekli disiplinden kaçabilmemizi
Sağlar. Öte yandan, akademi tamamen farklı bir şekilde ‘disipline edilmiş’ bir yerdir: Bizleri disipline etme amacını taşıyan disiplinlerin hâkimiyeti altında olan bir yer. Disiplini bu disiplinler uygular. Bu akademide radikal düşüncenin gelişimi açısından büyük sorun teşkil eder.”
Radikal entelektüel emeğin disiplinler tarafından bloke edildiğini vurgulayan Neocleous, üniversitenin içinde ama aynı zamanda ona karşı radikal olma sürecinde polemiklerin önemli olduğu kanısında. Bir bakıma Neocleous, Hannah Arendt’in İnsanlık Durumu kitabında insanı insan yapan gerçek etkinlik biçimi olarak “eylem”in önemine dikkat çekmesi gibi, bugünün sınırlanmış akademik ortamından kurtulmak için akademi dünyasına polemiği yeniden çağırmanın gerekli olduğu fikrinden hareket etmektedir. Disipliner normları ekseriyetle sekteye uğratan polemiklerin birçok akademisyen için korkutucu görülmesini ise şu şekilde anlatır:
“ Ve daha büyük mesele güçlü ve polemik çalışmalar üretebilecek birçok radikalin, kendi disiplinleri içerisinde ve kendi disiplinleri için hiç de ilginç olmayan şeyler üretmesidir. Disiplinin verdiği dersler alındı, yinelendi ve yeniden yinelendi. Açıkçası, bu oyunu oynamakta başarısız olmak, bir disiplinin parçası olmakta başarısız olmak ve o disiplinin disipline edici normlarını pekiştirmekte başarısız olmak cezalandırılmaya götürüyor. Eee peki, birçok akademisyenin en çok korktuğu şey nedir? Kendi disiplinin grubundan sürülmek ve bununla beraber disiplinle tanımlanan kimliklerinden olmak.”
Söyleşi baştan sona akademi, disiplin, polemik konularının açıklığa kavuşturulması, irdelenmesi ve radikal polemik hakkının fark edilmesi ve sahip çıkılması çağrısı olarak okunabilir. Söyleşinin bir yerinde Kampfplatz dergisinin bağımsız kuruluş olduğu gerekçesiyle övülmüş olması söyleşiyi yapanları epey sevindirmiş. Tabii Neocleous’un “bağımsız dergi” vurgusu aynı zamanda üniversitelere yüksek fiyatla dergi satan şirketleşmiş büyük yayınevleriyle de alakalı.
Sonuç olarak zamane sol akademisini ve sınırlarını anlamak için, “lanetleme, suçlama ve yargılama mekânı” olan bu tür dergilerin irdelenmesi yararlı olacaktır. Adı sanı belli olan bu dergilerin vaatleri ile ısrarla çevresinde örgütlenmeye çalıştıkları “radikal” düşüncelerin sosyal bilim açısından ne ifade ettiği ise şimdilik servis edildikleri belagatin ötesinde pek konuşulamıyor. Belki yerme ve övmenin metafiziğine hapsolan bu yayınlar için Modus Operandi’yi beklemek gerekecektir.