Barikat kurmak, ajitasyon yapmak Marksizm’e bir yerinden bulaşmış bütün aktör ve kurumların asli vazifesidir. Tabi herkes kendi mevziisine, formasyonuna, elindeki imkanlara ve stratejik planlamasına uygun barikat kurar, ajitasyon yapar. Mevcut şartlar ister sınıf mücadelesini isterse aydınlanma-ilerleme mücadelesini zorunlu kılsın her durumun gerekli kıldığı bir barikat aşaması ve bir ajitasyon tarzı vardır. Bilimsel ve sınıfsız toplum mücadelesine inananlar işte bu aşamaları geçmek için adım adım örerler mücadelelerini.
Sol-sosyalist kimlik ve mücadelenin Türkiye’deki temsilcileri Stalinist, Maocu, Troçkist, Kemalist-ulusalcı hatta liberal söylem ve eylem mantığını kolayca kullanabildi. Epey bir zamandır da bu barikat ve ajitasyon ihtiyacını PKK ve HDP’nin kanatları altında görmeye çalışıyor.
Kurtarılmış bölgeler kuramayan, grevlerle hayatı felç etme hayallerini gerçekleştiremeyen, çok erken tarihlerde silahlı mücadeleden havlu atan sol-sosyalist kadrolar bu heveslerini PKK ve HDP’nin alan hâkimiyeti kurduğu bölgelerde yaşatmak istiyor. Ancak Hükümeti yıpratmaya yönelik olarak imza kampanyaları üzerinden yükseltilen bütün bu propagandif süreçleri salt sol-sosyalist kimlik ve ideallerle de tanımlayıp izah edemeyiz.
Her ne kadar sol-sosyalist bir mazileri varsa da nihayetinde uluslararası ilişkileri bir hayli gelişmiş, tecrübe etmiş akademik kadrolardan bahsediyoruz. Bunlardan kimi vakıf, araştırma merkezi, think-thank kuruluşu, sendika, siyasal parti gibi faaliyet alanları üzerinden bazı devletlerle irtibat kurmuş zaten. Bilgi ve birikimlerini kimi zaman rapor ederek, kimi zaman yazı yazarak kimi zaman da eylem-etkinlik yaparak bu irtibatlar doğrultusunda hizmete sunmaktadırlar. Dolayısıyla söylem düzeyinde burjuvaziye karşı verilen mücadele eylem düzeyinde burjuvaziyle birlikte verilen mücadele olarak tecessüm etmektedir.
Hendek Barışı ve Barikat Demokrasisi
İmza kampanyası sol-sosyalist kültürün vazgeçilmezlerinden biridir. Dikkat çekici bir biçimde siyasal ağırlıkları ve toplumsal meşruiyetleri eridikçe imza toplama ve bildiri yayınlama hızları her geçen gün artıyor. İmzacı sayısı arttıkça bildiriler sertleşiyor, bildiriler sertleştikçe imzacı sayısı artıyor. Ama bir şey daha var ki bu bildiri enflasyonuna paralel bir biçimde hem bildirilerin gerçeklerle arası açılıyor hem de imzacıların itibarı yerlerde sürünüyor, birer karikatüre dönüşüyorlar.
En son bildirilerinden birinde “Sayın Merkel seçimler öncesi Türkiye’ye gelmeyin, Erdoğan ve Davutoğlu’na destek görüntüsü vermeyin” şeklinde özetlenebilecek bir çağrı ile kamuoyunun karşısına çıkmışlardı. Lakin ne AB iradesini temsil eden Merkel’in ne de Türkiye kamuoyunun kararından bir etki oluşturabilmişti.
Kendilerine “Barış İçin Akademisyenler Grubu” adını veren, 89 farklı üniversitede çalışan 1128 akademisyen ve araştırmacı imzaladıkları bir bildiriyle “bu suça ortak olmayacağız” çağrısı yaptılar. Hangi suça ortak olmayacaklar, hangi suçlularla ve nasıl mücadele edecekler? Sur, Silvan, Nusaybin, Cizre ve Silopi gibi pek çok beldede devlet eliyle yürütülen kasıtlı ve planlı bir kıyımdan bahsediyorlar. Türkiye’de devletin hem kendi hukukunu hem de taraf olduğu uluslararası anlaşmaları ihlal ettiğini savunuyorlar.
Devletin başta Kürt halkı olmak üzere tüm bölge halklarına karşı gerçekleştirdiği katliam ve uyguladığı bilinçli sürgün politikasından derhal vazgeçmesi çağrısı yükseltiyorlar. Nihayet ulusal ve uluslararası bağımsız gözlemcilerin yıkım bölgelerinde giriş, gözlem ve raporlama yapmasına izin verilmesini talep ediyorlar.
Sokağa çıkma yasaklarıyla açlığa ve susuzluğa mahkûm edilen kitlelerin yaşam hakkına ancak bir savaşta kullanılabilecek ağır silahlarla saldırılmasından bahsediliyor. Peki, çözüm ve barış için ne yapmak lazım? Elbette Hükümetin, Kürt siyasi iradesinin taleplerini içeren bir yol haritası oluşturmasını ve bu süreçte kendilerinin de rol verilmesini istiyorlar.
Esasen bu bildiri hemen her şeyiyle PKK ve HDP hesabına kaleme alınmış bir örgüt deklarasyonundan pek de farklı değil. Öyle ki en temelde PKK ve HDP’nin alan hâkimiyetini temin etmeye soyunduğu özyönetim bölgelerinde yaşadığı bozgunu telafi etmek üzere devreye sokulmuş bir zaman kazanma taktiği olarak en çirkin haliyle sırıtıyor.
Akademinin Namus Karşıtlığı
Ne şehirlerin ortasına kazılan mayınlı hendekleri dert ediniyorlar ne de sokak aralarında yükseltilen barikatların arkasında durmaya teşvik edilen silahlı gençlerin hayatını. Utanmak bir yana gururla PKK ve HDP’nin giriştiği alan hâkimiyeti mücadelesinin birer parçası gibi konuşuyorlar. Devlete mesafeli durmak, eleştirip itiraz etmek bir akademik namus meselesidir de bölgedeki illegal devlet yapılanması PKK’ya aynı mesafe ve itiraz neden gündeme gelmiyor? Çünkü küllenmiş barikat kurma hevesleri, kursakta kalmış kurtarılmış bölge hülyaları hala sürüyor. Belki de daha önemlisi İslamcı siyasal ve sosyal çevrelere karşı bir türlü kazanılamamış nefret dolu savaşımı kazanma ihtimali. Bütün bunların hepsinin üstüne iktisadi krize sürüklenecek, siyasi kargaşaya düşecek ve yönetilemez duruma gelecek ülkenin başına Batı destekli teknokratlar hükümeti olarak atanma beklentisini de koymak icap ediyor.
Akademisyenler ne istiyorlar? Barış. Akademisyenler ne için mücadele ediyorlar? Demokrasi. Barış ve demokrasiyi kim temsil ediyor? Kürt siyasi iradesinin mücessem hali PKK ve HDP. Barış ve demokrasiyi kim yıkıyor, bu halka bunları kim çok görüyor? Sarayda oturan Erdoğan ve onun 12 Eylül’den beter, Nazi Almanyası’nı aratmayan AK Parti iktidarı. İmzacı akademisyenlerin kurduğu mizansen işte böylesine sığ, çirkin ve tepeden tırnağa ahlaksızlıklarla dolu. Bu mantık sadece akademiyi değil siyasal ve toplumsal yönü başta olmak üzere bir bütün olarak insanlığı kirletmekte, insanlığa karşı suç işlemektedir. Akademinin tarihine geçecek nitelikte sefil bir mantık, oportünizmin zirvelerini zorlayan korkunç bir karakter yoksunluğu duruyor karşımızda.
Üniversitelerde bulunuyor olmaları, akademik kariyerleri, bilimsel tezleri bu ahlaksız pozisyonlarını temize çıkaramaz elbette. İmzacı sayısı da imza atanların popüler, meşhur, saygın isimler olması da durumu değiştirmez. Kemalizmin aydınlanmış çocukları kimi zaman “Ordu Göreve”, kimi zaman “PKK Sokağa” kimi zaman da “AB/D Denetime” çağrılarıyla ispatı varlık edebiliyor ve iktidarlarını sağlama alabiliyorlar.
Mevcut statüleri yüksek, etki alanları belli bir oranda geniş olsa bile bu hastalıklı sınıfın toplumsal bir meşruiyeti ve yaygın bir desteği yok. Tersine bu sahada kendileri pervasızca açık ettikçe üzerlerine nefret topluyorlar. Bu sebeple iç kamuoyundan daha önce Batı’ya yönelik mesajlar vermenin, Batı’dan güç devşirmenin hesabını yapıyorlar. Yatıp kalkıp uluslararası gözlemci çağrısı yapmanın başka bir manası yok çünkü.
Fakat bütün bu rezilliklerin akademideki karşılığı “Bu Ülkenin Akademisyenleri Olarak Devletimizin ve Milletimizin Yanında Olacağız!” tarzı değildir. Yakın tarihimizde “orduya sadakat şerefimizdir” söylemleri etrafında şekillenen yargı, akademi, medya, sermaye çevrelerinin nasıl bir anafora sürüklendiğine şahidiz. Aynı yanılgıyı tekerrür ettirmek, bütün kazanımları tepip yırtıp attığımız deli gömleğine talip olmak izahı mümkün olmayan bir intihar tablosudur ancak. Adalete, hukuka, merhamete, kardeşliğe sadakate evet ama Türklük vurgulu devlet ve millet tariflerine sadakat beyanlarının bizi tekrar Kemalizmin oluşturduğu bataklığa sürükleyeceğini unutmayalım.
*
Bu yazı aynı zamanda Yeni Akit gazetesinin 14.01.2016 tarihli nüshasında da yayınlanmıştır