Aile, okul ve Müslümanlığın çocukluk rüyası

Yusuf Yargın, ev-aile ve okul ortamında İslami terbiye ve eğitimin, İslami dilin kullanımının önemini irdelediği yazısında çocuklar üzerindeki sorumluluklarımıza dikkat çekiyor.

Neslin inşasında ailenin yanı sıra okulların da önemli bir alan ihtiva ettiği şüphesiz bir gerçektir. Yeni eğitim-öğretim sezonunun açılması vesilesiyle bu konudaki sorumluluklarımızın altını çizen bir yazıyı sizlerle paylaşmak istedik. Bu yazı, daha önce Haksöz dergisinin Mayıs-Haziran 2021 tarihli birleşik (362-363.) sayısında yayınlanmıştı.

---

MÜSLÜMANLIĞIN ÇOCUKLUK RÜYASI

Yusuf Yargın

Yahya Kemal Beyatlı, “Ezansız Semtler[1] adlı yazısında İstanbul’un Şişli, Kadıköy ve Moda gibi semtlerinden şikâyet ederek buraların Müslüman ruhundan ari, çorak ve kuru olduğundan yana dem vurmaktadır. Esas sorun, buralarda doğan çocukların karakterlerinin oluşmasında rol oynayacak dinî ve milli uyaranların, ritüel, merasim ve rol modellerin yeterince olmamasıdır. Buralarda ezanlar işitilmez, ramazan ve kandil günleri hissedilmez. Hâkim olan Frenk hayatının gecesinde sabah namazının izine rastlanmaz.

O günden bugüne neredeyse bir asırlık zaman geçmiş ve yazarın müşteki olduğu semtlerin ayırt edici özellikleri dâhil Frenk mukallitliği, diğer semlere de sirayet etmiş hatta bu bağlamda koca şehirler isimleriyle ön plana çıkmıştır. Müslüman çocukların şahsiyetlerinin oluşmasında yer alacak olan İslami uyaranların ve yol işaretlerinin sönük kaldığı günümüz Türkiye’sinde; çocuklarımızın vahim durumu, gündemlerimizin can yakıcı maddesi olmaya devam etmektedir. Tebliğcilerin de tebliğe muhtaç kaldığı günümüzde, adeta ‘yurttan sesler’ ahengiyle her evden bir “Ah!” bir “Oh!” sesi yükselmektedir. Müslüman ebeveynler, çocuklarına ıslah kapılarını açacak bir kurtarıcı beklemektedirler.

Evin İman Etmesi

Ev deyince akla ilk gelecek olan klişe tanımlamayla ‘barınak’ kelimesi olsa da aslında ev, canlı bir organizmadır. Bir dile, kalbe ve ruha sahiptir. Çocukların hayata göz açtığı bu evler, iyi/kötü tüm karakterlerin kök saldığı mümbit topraklardır. İlk çocuğun doğumu, öncesi ve sonrası olan adeta bir milat hükmündedir. Sergilenecek tutum, söz ve davranışlar; bu yeni bireyin karakterinin inşası açısından bir hedefe dönük olmak zorundadır. Kimi otomobillerin arka camında yazılı duran “Dikkat, bu arabada bebek var!” uyarısı gibi, her evin duvarında “Dikkat, bu evde çocuk var!” ifadesi, ehemmiyetle dikkat çekmeyi hak eden bir uyarıdır. Bu uyarı bizatihi anne babanın kendisine yönelik olup gürbüz çocuk yetiştirme endişesinin çok ötesinde bir konudur.

Anne ve babalar, kendi fiziksel özelliklerini genler vasıtasıyla çocuklarına aktarabilseler bile, değer yargılarını bu şekilde aktaramazlar. Çünkü genlerin buna gücü yetmez. Bunun için ‘sosyal öğrenmelere’ yer açacak güzel örnekliklerin sergilendiği zengin bir floraya ihtiyaç vardır. İlk öğretmenler olan anne ve babalar, adeta bir çiftçi edasıyla; ruhsal, bedensel ve zihinsel davranışları çocuğun tarlasına ekip çapasını yaptıktan sonra ellerini açarak rahmet yağmurlarını beklemelidirler. Bu evde anne ve babalar, karı-koca ilişkisinin birer öznesi olmakla birlikte aynı zamanda birbirlerinin dava arkadaşıdırlar. Bu evde onlar, dürüstlük ve faziletin birer örneğidirler. Aslında her aileyi, küçük bir cemaate benzetmek yanlış olmaz. Çocukların doğruya ve gerçeğe olan eğilimlerini artırmak gayesiyle tıpkı kaslarda olduğu gibi davranış egzersizleri yaptırmak kalıcı sonuçlar yaratabilmektedir. Ahlaki davranışlar egzersize tâbi tutulmadıkça, zayıflamaya hatta sönmeye mahkûm kalır. Bu anlamda davranış kazandırma hedefine yönelik, birtakım senaryoları uygulamaya koymak gerekebilir. Çünkü çocuklar, ezberledikleri şeyleri unutsalar da deneyimlerini unutmazlar.

Müslüman evinin dilini oluşturmak gayesiyle; sesli olarak ifade bulan bir “Besmele” ile başlamış olan yemeğin, “Elhamdülillah” ile bitmesi ve şükrün ifadesini temsil eden kelimelerin canlı tutulması önemlidir. Ayrıca “Allah dilerse…”, “Allah yardımcın olsun.”, “Allah’a emanet ol.”, “Allah kaza ve beladan korusun.” benzeri ifade kalıpları, Müslüman evinin diline yansımalıdır.

His ve davranışların yeni nesle aktarımı açısından, sosyal öğrenmelerin gerçekleşeceği bir dokuya ihtiyaç vardır. Bir köşede Kur’an okuyan anne, huşu içerisinde namaz kılan baba ve büyük ellerle birlikte duaya kalkan minik eller… Camilerin loş ve lahuti manzarası ve sabah vakti okunan içli bir ezan sesi, çocuk ve gençlerin dinî duygularını kabartabilir. Evdeki yaşlı dede ve nineye gösterilecek hürmet, çocuğun ileriki yıllarda yaşlanacak olan anne ve babasına karşı göstermesi gereken merhamet duygularını coşturacaktır. Buna benzer mesajları içerecek tutum ve davranışların yaşatılmasına devam edilmelidir. Örneğin, içeri giren babayı görür görmez ayağa kalkma davranışı, lisan-ı hal ile: “Baba, ben seni gördüm ve seni önemsiyorum.” mesajı taşır. Sevmediğimiz halde bir akrabamızın elini öpmek, sevip sevmemede hürriyet; saygıda ise mecburiyet mesajı taşır.

Söz konusu sosyal doku içerisinde yer alan komşuluk ilişkileri ‘kul hakkı’ temelinde geliştirilebilir. Komşuya gönderilecek bir tabak sıcak yemeğin taşıyıcısı olacak çocuğa, icra edilecek diğer salih amellerde de katılımcı rolünün verilmesi, duygu inşası için ihtiyaç duyacağımız adımlardan sadece biridir. Örneğin yoksul bir aileye yapılacak ziyarete iştirak edecek bir çocuk, muhtaçlara yardımcı olmanın pratiğini yaşamakla birlikte belki de buradaki küf kokusunu içine çekecek ve yine buradaki yaşam standardına şahitlik edecektir. Böylece sahip olduğu nimetleri hor görmemeyi öğrenecektir. Ana dilini, annesini taklit ederek öğrendiği gibi israfın haram oluşunu da yine aynı anneden öğrenecek.

Modern insan tipinin, ‘şımarık insan’ olarak nitelendirildiği dünyamızda; şımarık ve özgüveni terbiyesizlik sınırında dolaşan, durmadan bir şeyler tüketen, istek ve arzuları ertelenemeyen, disiplinden uzak geveze bir çocuktan dava adamı devşirmek zor olsa gerek. Maverdi’nin deyimiyle: “Çocukların yüzlerinden hayânın kaldırılmış olması, insanların hepsinin değişmesine sebebiyet doğurur.” [2] Özellikle namaz gibi vecibeler, çocuğun nazına ve zamanın akışına terk edilemeyecek kadar ehemmiyeti haiz bir konudur. Gerek taklit ederek gerekse de ebeveyn yaptırımıyla kılınan namazların, ileriki yaşlarda terk edilemeyecek bir davranışa dönüşeceği olgusu, tecrübi bir hakikattir. Dikkatle bilmemiz gerekir ki namaz, kişilerin tercihine terk edilmiş bir ibadet değil bizatihi Allah’ın açık emridir. Kur’an-ı Kerim: “Ailene namazı emret ve kendinde ona devam et.”[3] buyurduğu gibi Hz. Lokman’ın örnek baba profiline de yer vermektedir: “Yavrucuğum! Namazını dosdoğru kıl. İyiliği emret. Kötülükten alıkoy…”[4]

Anne ve babalar; hikmeti, söz ile amelde doğruluk olarak kabul edeceklerse; onların söz ve davranışlarının uyum içerisinde olmasını beklemek, çocukların en doğal hakkı olsa gerek. Çünkü çocuklar ebeveynlerinin sadece sözüne değil, aynı zamanda yüzüne, gözüne ve dahi özüne bakar. Zira çocuklar, anne ve babalarının taktığı maskeleri değil gerçek yüzlerini taklit eder. Bundan dolayı: “ İmamın dediğini yap; yaptığını yapma!” sözü, gerçek hayatta kendine bir zemin arasa da bulamaz. Çocuğum asla üzülmesin, üşümesin, sıkılmasın veya yorulmasın diye çocuklarına dönük disiplin kazandırmada gevşek davrananlar, müşfik anne ve müşfik baba algısına sığınmaktadırlar. Oysaki burada ebeveynlerin yapması gereken şey, adeta bir hacamatçı edasıyla incitiyor olsalar bile şifa verebilmektir. İnsanın kendini yapılandırma eyleminin, acısız olamayacağını dile getiren Dr. Alexis Carrel, şu çarpıcı ifadeleri dile getirmektedir: “İnsan hem mermer hem de heykeltıraştır. Gerçek yüzünü yeniden kazanmak için, kendi cismini büyük çekiç darbeleriyle parçalara ayırmalıdır.”[5]

Okuldaki Sınıfın İman Etmesi

“Okul ikinci evimizdir.” sözünde büyük bir gerçeklik payı vardır. Çünkü çocuklarımızın yaşamının önemli bir kısmı burada geçer. Özellikle 6-12 yaşlarına tekabül eden ‘temel eğitim’ süreçleri; iyinin kötüden, doğrunun yanlıştan ayırt etmeye dönük duygu ve kabiliyetlerin geliştiği dönemlerdir. İlkokul öğrencisinin nazarında öğretmen; bilgisi, yeteneği ve liderliğiyle tartışmasız bir kahramandır. Bu bağlamda adını bir ömür unutamayacağı ilk göz ağrısıdır. Şayet öğretmen, sınıfın ve boş sıraların değil de öğrencilerin öğretmeni olacaksa; azim, hoşgörü, fedakârlık, sevgi ve sempati özelliği ve dahi örnekliğinin yardımıyla bu öğrencilere kendi rengini verebilecektir. Böylece “değerler eğitimi” konusu, okul duvarlarındaki panolara havale olunmaktan kurtarılmış olacaktır.

Soyut düşünme evresindeki bu körpe yavrularımızın hayal dünyasına gayet uygun düşen peygamber kıssaları, seviyeye indirgenerek anlatıldığında, peygamberler tarihine dair bir aidiyet oluşabilmektedir. İlgi ve heyecanla dinlenilen bu hikâyeler, çocukların hayal dünyasında canlanmakta ve safiyane merak duygularına tercüman olan, “Öğretmenim, peki daha sonra Hz. Musa’nın annesine ne oldu?” gibi sorular, onların ilgilerinin bir dışavurumu olarak karşımıza çıkabilmektedir. Her ne kadar Kur’an Musa’nın annesinin akıbetinden bahsetmiyor olsa da… Söz konusu bilgi ve formasyondan uzak kalındığı takdirde; ismi Muhammed olduğu halde Peygamberimizi tanımayan veya televizyondaki bir bilgi yarışmasında olduğu gibi, Hz. Ömer’in peygamber olup olmadığı hususunda tereddüt yaşayıp da ‘joker hakkını’ kullanmak isteyen Müslüman evlatlarına ait bu türden manzaraları bir sonuç olarak görmeye devam edeceğiz. Ne yazık ki gerek Allah’a gerekse de insanlara ve kendisine karşı sorumluluğunu yerine getirmeyenlerin hesap gününde bir joker haklarının olamayacağı aşikârdır. Bu saikle sınıf öğretmeni, maiyetindeki çocukların sadece velilerin değil aynı zamanda Allah’ın da birer emaneti olduğu şuurundan uzak durmamalıdır. Sınıfa girerken selam vermek, bir işe besmele ile başlamak, İslami terminolojideki konuşma kalıplarını kullanmak, kul hakkını vurgulamak, helal-haram kavramlarına dair hassasiyeti pekiştirmek, sınıfın dilini ve dokusunu oluşturmak açısından atılacak adımlardan sadece birkaçıdır. Güzel/hasen/salih davranışlarını takdir etmek, mümkünse Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmeniyle yardımlaşarak onları namaza alışmış olarak mezun etmek, hidayetlerine vesile olmak; dünyada üzerine güneşin doğduğu birçok şeyden daha hayırlı olarak addedilmeyi hak eden bir davranıştır.

Evden sonra okulda oluşturulacak sosyal doku ve atmosferde yetişen çocuklar elbette bundan olumlu etkilenecekler. Böylece tanışmış oldukları Allah olgusu ve inancı, onların minik yüreğinde, inanıp değer verdikleri varlığa karşı bir yakınlaşma isteği uyandıracaktır.  İnsan, doğası gereği sevdiklerine yakın olmak ister. Bu maksatla Kur’an-ı Kerim öğrenme, ibadet etme gibi istekler kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Artık bu sınıftaki öğrencilere: “Allah’ın bir ve Hz. Muhammedin O’nun resulü olduğuna kimler şahittir?” sorusu rahatlıkla sorulabilecektir.

Usve-i Hasene Olmak

Usve-i hasene tabiri genellikle Hz. Muhammed için kullanılan bir Kur’an tabiridir. “Kız anadan öğrenir bohça düzmeyi; oğul babadan öğrenir koyun yüzmeyi.” atasözünde de görüldüğü gibi insan yaşamında örnek almanın etkisi tartışma götürmez bir gerçektir. İşte bu noktada Kur’an, müminleri inanç ve davranış yönünden eğitirken, insanoğlunun bu örnek alma ve hatta başkasıyla özdeşleşme potansiyelini hedef almıştır. Kur’an’da özellikle Hz. İbrahim ve Hz. Muhammed’in usve-i hasene[6] olarak gösterilmesi; diğer peygamberlerin örnek olmadığı anlamına gelmez. Aksine her peygamber, risâlet ve tebliğ görevinin yanı sıra kendi toplumu içerisinde birer usve-i hasene olma görevini temsil eden kişi olmuştur.

Modelle öğrenme biçiminin en hayırlı temsilcisi olan Hz. Muhammed (s); hem statüsünün yüksekliği hem de saygınlığı dolayısıyla, yüksek oranda bir taklit ortamı doğurmuştur. Resulullah’ın örnekliğinde İslam’ı temsil eden her bir Müslümanın birer usve-i hasene olmaya çalışması önemli olduğu kadar aynı zamanda ciddi bir zorunluluktur. Anne, baba, öğretmen, imam, esnaf, yönetici ve benzerlerinin; toplumdaki etki alanları içerisinde birer ‘güzel örnek’ olmaları, her zamankinden daha acil bir ihtiyaçtır. İman ettiği deruni gerçekliği, zahiri pratikleriyle örtüşen; göründüğü gibi olup da olduğu gibi görünen; kişiliğini değer yargılarıyla süsleyen samimi müminler, toplumdaki saygınlıklarını yükselterek sevgiye mazhar bir profile dönüşürler. Toplum, böyle kişilere hayranlık duyarak onlara benzemeye çalışır. Davranış kalıplarını benimser ve içselleştirir. Tarihteki örnek kişiliklerle özdeşleşmeye çalışanlar, bu saiklerle motive olurlar.

Güzel örneklikler oluşturamadıktan sonra; tebliğ şuurundan yoksun vaiz, namaz kıldırma memurluğunun sınırını aşamayan imam, müfredata mahkûm öğretmen, çocuğuna dair dünyevi kaygılarını öncelemekle meşgul ebeveynden hiçbiri, yeni nesli inşa etme ameliyesinin banisi olamayacaktır. Müslümanlığın çocukluk rüyasına zemin hazırlamak için güzel örneklikleri sergilemede azim, sebat ve süreklilik göstererek, çocukların algı dünyasında yer tutmak lazım. Tıpkı kar yağışının yeri tutabilmesi için yavaş ve sürekli yağması gibi…

 

[1] Yahya Kemal Beyatlı, Tevhid-i Efkâr Gazetesi, 23 Nisan 1922

[2] İmam el-Maverdi, Edeb-i Dünya ve Din, s. 350, Bahar Yayınları, 1978

[3] Kur’an-ı Kerim, Taha, 132

[4] Kur’an-ı Kerim, Lokman, 17

[5] Dr. Alexis Carrel, İnsan Denen Meçhul, s. 20, The Kitap Yayınları, 2020

[6] Kur’an-ı kerim, Mümtehine: 4 ve 6; Ahzab: 21

Yorum Analiz Haberleri

Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!
Türkiye solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Sosyal medyada görünürlük çabası ve dijital nihilizm
İran aparatlarının komik antipropagandalarına vakit ayırmak bile coğrafya için zaman kaybı...
Nasıl ki ilk Müslümanlar tüm zorluklara rağmen direndiyse Gazzeliler de öyle direniyor!