AİHM, 20 Ocak 2009'da, 1976 yılında imam nikâhlı eşinden altı çocuğu olan Şerife Yiğit'in, 2002'de ölen eşinden kalan emekli maaşı ve sosyal hakları almak için yaptığı başvuruyu reddetmişti.
Yiğit bir üst mahkemeye itiraz etti, AİHM'nin temyiz mahkemesi özelliğinde olan büyük dairesi 2 Kasım 2010 günü, hükmü onadı ve "Türkiye'nin, AİHS'nin, ayırımcılığın yasaklanmasıyla ilgili 14. ve aile ile özel yaşama saygıyla ilgili 8. maddesini ihlal etmediği" görüşüne vardı. Kısaca, AİHM'ye göre, Şerife Yiğit ve 6 çocuğu, dinî nikâh dolayısıyla hak talebinde bulunamazlar.
Hatırlanacağı üzere RP'nin kapatılması, başörtüsü kararı ve İslam diniyle ilgili diğer hak talepleri de AİHM'den geri çevrilmişti. Belirtmek gerekir ki, AİHM, bağlı olduğu AİHS'nin ruhuna bağlı kalarak kendi içinde "tutarlı" kararlar vermektedir. Genellikle Müslümanların hak taleplerini geri çeviren AİHM'yi bu yönde karar vermeye sevk eden sebepler, üyelerinin farklı din müntesipleri karşısında takındıkları tarafgir tutum/çifte standart değildir. Türkiye'de çoğu kişi böyle zannediyor, hatta Leyla Şahin davasında Türk üyenin mahkeme üyelerini etkilediği düşünülüyor. Bu yanlış bir değerlendirmedir. Neden yanlış olduğunu başka örnekler üzerinden anlamaya çalışalım.
Otokrat veya açık dikta rejimlerinin olduğu Ortadoğu'da neredeyse her ülkede ağır siyasi baskılar yaşanıyor. Mesela Müslüman Kardeşler'e mensup biri gözaltına alınır. Ailesine bilgi verilmez, kendisi de niçin gözaltına alındığını öğrenemez. Gözaltı süresi öyle zannedildiği gibi üç-beş gün filan değildir, 5-6 sene sürer. Bir gün her nasılsa mahkemeye çıkarılır, mahkeme niçin gözaltına alındığını veya tutuklandığını sorar, anlam veremez, serbest bırakır. Adam evine gelir, bir hafta sonra bir başka istihbarat örgütü alır götürür ve birkaç sene daha içeride tutar. Bu böyle devam eder. Hiç kimse bu uygulamaya itiraz edemez. Avrupalıların ve genelde Batılıların bu konuda kulakları sağır, gözleri görmezdir. Ne işitirler ne görürler. Ama bir liberal, bir milliyetçi veya bir solcu gözaltına alınmaya görsün, hemen harekete geçerler, otokrat rejimleri yerin dibine geçirip, üstelik bundan bol miktarda da İslam aleyhtarı malzeme çıkartmayı ihmal etmezler. Batı medyasının olayları eksik veya çarpıtarak vermesi ayrı bir olay. Mesela idamına karar verilen bir kadın sanki sadece zina ettiği için acımasızca ve vahşice öldürülmek istendiği propaganda edilir, ama o kadının dostuyla bir olup kocasını hunharca öldürdüğü yazılmaz.
İster AİHM ister diğer insan hakları örgütleri, mesela dinden çıkanların (mürtedler); vicdani retçilerin; bekar, dul veya evlilerin gayrimeşru cinsel ilişkide bulunanların (zina); nikâhsız beraber yaşayanların; eşcinsellerin, marjinal grupların, saldırgan feministlerin, ateistlerin hak ve özgürlüklerini büyük bir şevkle savunurlar; ama İslam dinine atıf sayılabilecek hak talebine sıcak bakmazlar. Bunun sebebi tamamen tarihsel ve felsefidir. Aydınlanmayla beraber formüle edilen insan ve özgürlük tanımıyla ilgilidir.
Bundan önceki yazımda (8 Kasım), Avrupa bakış açısından bir talebin veya eylemin hak ve özgürlük kategorisine girebilmesi için, "dinin dışına çıkabilen insanın, insanlık değeri"nden ve bu "insanın dinî bir vecibeyi yerine getirmesi"nden değil, "vecibeye karşı çıkma veya getirmeme iradesinden kaynaklanması" gerektiğini yazmıştım. Böyle olunca AİHS'nin temel aldığı özgürlük kavramı "din-dışı"dır. Din, hele "İslam dini" içinden bir talepte bulunduğunuz zaman size hukuktan hareketle hak ve özgürlük tanınmaz, sadece "tolerans" gösterilebilir. Tolerans/hoşgörü ise kişilerin insafına, merhametine kalmıştır, özünde "horgörü" vardır ve zaten hukukun, yani anayasaların ve yasaların konusu değildir.
Bu, a) Ya bizi Batılıların insaf ve hoşgörüsüne sığınmaya götürecek b) Ya da dinimizin bazı hükümlerinden vazgeçirecek c) Veya bizi daha kapsayıcı yeni bir "hak ve özgürlükler felsefesi"ni geliştirmeye sevk edecek. Benim tercihim c seçeneğidir. Bu felsefi zemini bize ancak İslamiyet verebilmektedir.
ZAMAN