Ahmet el Katip'ten Yeni Şii Beyannamesi!

Irak Şii alimlerinden olan Ahmed el Katip, 40 maddede yeni Şii beyannamesini yazdı.

2008 de yazılan ve Timetürk'ten Muhammed Taha tarafından çevrilen bu beyannamede: 'Kiliseye benzeyen “merciʻiyet” dînî müesseselerinin İslâm’da bulunduğuna inanmıyoruz-Humusun vucûbiyetine -harb ğanîmetleri hâricinde bir şey vârid olmadığından- inanmıyoruz-“Dîn adamları”nın hükûmetine de, “Ğâib İmâm Mehdî’nin ʻumûmî niyâbeti” faraziyesine dayalı “Velâyet-i Fakîh” nazariyesine de inanmıyoruz.' deniyor

Ahmed el-Katip Iraklı Şii alimlerdendir. Türkçede "Demokratik Hilafete Doğru, Nedenleri Tarihte Kalmış Siyasî Ayrılık SÜNNİLİK - ŞİİLİK İslam Birliği, ismiyle Mana Yayınlarında çıkmış bir kitapları bulunuyor

1953 yılında Irak’ın Kerbelâ şehrinde doğdu. Gerçek adı Abdurresul Abduzzehre Abdulemir b. el-Hac Habîb el-Esedî’dir. Ahmet el-Katip ismi ise kendisine Saddam karşıtı “İslamî çalışma örgütü” ile birlikte hareket ettiği yıllardan kalmış olan takma bir isimdir.

1988 yılına kadar klasik bir İsna Aşeriye Şiisi iken velayet-i fakih nazariyesi üzerine araştırmalarda bulunduktan sonra fikirlerinde köklü değişim olmuştur. Humeyni Şii düşüncesinden “takiyye” ve “mehdi bekleme” düşüncelerini temizlemiş olduğu gibi Ahmet el-Katip de “on iki imam” ve “velayeti fakih” düşüncesi sarsmış ve mezhebine meşrebine bakmaksızın bütün Müslümanları kapsayabilecek demokratik bir İslami sistem kurmanın, dinine, ırkına, mezhebine, cinsiyetine vs. bakılmaksızın her insanın güvenliği, özgürlüğü ve refahını hedefleyen ve Şura ve çoğulculuk temeline dayanan bir siyaset anlayışının temellerini atmıştır.

İşte Ahmet el-Katip tarafından yayımlanan "Yeni Şii Beyannamesi":

YENİ ŞÎÎ BEYÂNNÂMESİ

Ahmed el-Kâtib

Tercüme: Muhammed Taha

إِنْ أُرِيدُ إِلّا الْإِصْلَاحَ مَا اسْتَطَعْتُ وَمَا تَوْفِيقِي إِلَّا بِاللَّهِ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَإِلَيْهِ أُنِي

“Ben sade gücüm yetdiği kadar ıslâh istiyorum, muvaffakiyyetim de Allâh iledir, ben yalnız ona dayandım ve ancak ona yüz tutarım” (Hûd Sûresi: 11/88 )

GİRİŞ

Şimdi Müslümânların birlik olmalarının, mâzînin ihtilâflarından kurtulmalarının, bugünlerini ve istikbâllerini adâlet, şûrâ, ilim ve îmândan müteşekkil yeni esâslara göre inşa etmek için hep birlikte harekete geçmelerinin zamânı gelmişdir. Zira zulüm, istibdâd ve cehâlet yüklü târîhî çatışmalar, Müslümânları birbirlerini boğazlayan tâifelere ayırmış ve Allâh’ın hakkında hiçbir delîl indirmediği nazariyelerin ortaya çıkmasına yol açmışdır. Müslümânlar mâzînin çatışmalarının çoğunu aşmalarına rağmen yine de –esef-i şedîd ile- bugüne değin o çatışmaların bazı menfî tesîrlerini yaşamaya devâm etmekdeler. Bu durum, bazı genç mü’min toplulukları kendi tâifî (mezhebi) mîrâslarını yeniden gözden geçirmeye, Ehl-i Beyt mezhebi okumalarını, ğulât-aşırı, dışarıdan gelmiş nazariyelerden uzak yeni bir okumaya tâbi tutmaya sevketmiş, kardeşliği ve İslâmî vahdeti Kur’ân-ı Kerîm’e sarılmakla ikâme edecek yeni bir devre başlamanın ümîdi olmuşdur. Kur’ân şöyle buyurur:

"وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللهِ جَمِيعاً وَلَا تَفَرَّقُوا"

“Topunuz bir Allâh ipine sımsıkı tutunun, biribirinizden ayrılmayın.” (Âlu İmrân: 3/103)

وان هذه أمتكم أمة واحدة وأنا ربكم فاعبدون

“İşte bu sizin ümmetiniz bir tek ümmet, Rabbiniz de bir benim, onun için hep bana kulluk edin.” (Enbiya: 21/92)

Mezhebî ihtilâflar (Şîî-Sünnî), Müslümânların anayasal nizâmının şekli etrafında cereyân eden, şûrâ mı, yoksa irsî hükümdârlık mı, ya da askerî ve dînî mi, yahud sivil mi veya bu âile mi ya da şu mu olacak? şeklindeki siyâsî-târîhî ihtilâflardır. Bu ihtilâflar, ortaçağda, müstebid diktatörlük nizâmlarının gölgesinde fıkhî, dînî ve hissî ihtilâflar yönünde gelişdi. Üzerinden zamânın geçmesi ve Müslümânların hayâtında devâsa gelişmelerin ortaya çıkması sonrasında, bugün o ihtilâflar varlık sebebini kaybetdi. Bırakın Müslümânlar arasında savaşı, ciddî bir ihtilâf konusu teşkil etmeyen bazı tortular ve önemsiz atıklar dışında bir şey kalmadı. Bunlar hangi durumda olursa olsun, köklü akidevî ihtilâflar olmadığı gibi, kıyâmet gününe kadar da sürecek değildir. Aksine o ihtilâfların târîh mezarlığına gömülme zamanı gelmişdir.

Mezheb ihtilâfları, dînin sâbit ilkelerine ve İslâm’ın zarûriyâtına taalluk etmez. Çünki Müslümân insân Kur’ân-ı Kerîm’de vârid olan İslâm akîdesine bağlı olmak zorundadır. Bunun dışındaki her şey zannî, ictihâdî ve muhtelefun fîh’dir. Aynı zamanda, dînde, iki kişinin ihtilâf etmesi câiz olmayan kâideler bulunduğu gibi, iki kişi arasında ihtilâfa sebeb olması câiz olmayan zannî ictihâdlar da vardır. Ancak bu da, muhâvere ve münâkaşa nedenidir. Şîa ve Ehl-i Sunnet arasındaki bu ihtilâf durumları, dînin sâbit kâideleri etrâfında dönmez. Ancak te’vîl esâslarına ve zannî rivâyetlere dayalı ictihâd mes’elelerine taalluk etmekdedir.

Biz, bu nedenle, mezheblerde sâbiteler veya zarûriyâtın varlığına inanmıyoruz. Çünki hiçbir mezhebin mütekâmil resmî bir nushası yoktur. Bazı mezhebler; noksânlığa, ziyâdeliğe, ferdî reylere, zannî ictihâdlara, hurâfe ve efsâne sızıntılarına marûz kalmışlardır. Önceki âlimlerden, akîdevî, fıkhî ve târîhî muhtelif konularda yazmış olduğu bütün görüşleri, tamâmiyle benimsenmekle, bağlayıcı olan tek bir kimse yoktur. Ancak o dilediğini seçmekde hürdür.

Birinci ʻasırdan beri aralıksız devam edegelen tenkîd ve ıslâhın seyri, Şîîler ve Sünnîler içinde i’tidâl ile aşırılık ve gulâtlık arasında gidip gelen çeşitli akımların varlığı bunu te’kîd etmektedir. Her akım, Şîîliği veya Ehl-i Beyt mezhebini ya da Sahîh Sünnet’i kendisinin temsil ettiği iddiasındadır. Bundan dolayı Ehl-i Beyt İmâmları, kendilerinden her rivâyet edileni veya kendilerine nisbet edilenleri kabûl etmemeye, onu Allâh’ın Kitâbı’na arz etmeye, hakkında nazara, eğer Kitâb’a aykırı ise de reddetmeye çağırmışlardır. Buna binâen biz, Ehl-i Beyt mezhebinin herhangi bir şeyde İslâm’a muhâlefet etmediğine inanıyoruz. Meydâna gelip-ortaya çıkan ihtilâf, çoğunlukla kendi fikirlerini Ehl-i Beyt mîrâsına dâhil eden ğulât sebebi iledir. Öyle ki bazı insânlara, o mîrâsa sokulan bir kısım bâtıl nazariyeler, Ehl-i Beyt mezhebinin gerçeği olarak gösterildi. Bunlar sâbiteler, zarûrât ve musellemâtdan oldu. Oysa durum böyle değildi.

Bu bâtıl ve ğulât nazariyeler, içeriden ve dışarıdan Şîa’yla alâkalı olarak aksetdirildi. Bu da dîn nâmına dâhilî istibdâdın gelişmesine, Ehl-i Sünnet’le çatışma ve gerginliklerin meydana gelmesine neden olduğu gibi, Ehl-i Sünnet’in de bazı (istibdâdî) siyâsî nazariyeleri, diğer Müslümânlarla ilişkilerine menfi yönde aksetdi. Bu da bizi, Ehl-i Beyt’in mîrâsına mürâcaat etmeye ve onu tahkîk etmeye sevketmişdir. Ehl-i Beyt’in mîrâsında İslâmî, hür, sâf, birlikçi ve ma’kûl fikirler buluruz. Diğer tarafda veya onun kapsamı içerisinde ise, efsânevî, bozuk, menfî, imâmların kavilleri ve sîretleriyle mütenâkız olmasına rağmen, “takiyye” iddiası altında yalan-yanlış sûrette onlara nisbet edilen şeyleri buluruz.

Târîh boyunca Şîî siyâsî fikrinin gelişimi hakkındaki çalışmamızda, Şîa’nın birçok dışarıdan gelmiş aşırı fikirlerden kurtulup, ondan özgürleştiği, hattâ neredeyse ictihâd uygulamalarında ve aklı kullanmada, hürriyet ve şûrâya bağlılıkda “Ehl-i Sünnet”in bir kısmını geçtiği sonucuna vardık. Öyleki, târîhî ihtilâfların isminden ve eklenti fikirlerin bir kısım basît tortularından başka bir şey kalmamışdır.

Aynı zamanda, her mezhebden bütün Müslümânları, mîrâslarına mürâcaʻat etmeye ve onu tenkîde, tashîhe ve ıslâha, Kur’ân-ı Kerîm’e, Sünnet-i Nebeviye’ye ve ʻakl-ı selîme dönmeye çağırıyoruz. Ğulât ve aşırılıkçı nazariyelerden uzak olarak Ehl-i Beyt mîrâsını derinlemesine okumalarımıza binâ edilmiş fikirlerimizi özetleyen ifâdeler kullandık. Belkide yeni Müslümân nesillerin çehresini teşkîl eden şey, mezhebî kabuklardan kurtularak İslâm’ın rahatlık ve genişliğine çıkmaları, tıpkı atamız İbrâhîm’in –ʻaleyhi’s-selâm- Hacc Sûresi 78. Âyette onları isimlendirdiği gibi “Müslümân” ismiyle yetinmeleri, “Sünnî” ve “Şîʻî” mezhebî kimliklerden sıyrılmalarıdır.)

ʻAkîdemizi aşağıdaki gibi özetliyoruz:

1. Şâhidlik ederiz ki, Allâh’dan başka ilâh yokdur, Muhammed, Allâh’ın Rasûlü’dür.

2. Allâh’a, âhiret gününe, meleklere, kitâblara ve tüm nebîlere îmân ederiz.

3. İslâm’a ʻakîde, menhec, değerler, ʻibâdet, ahkâm ve ahlâk olarak bağlanırız.

4. Kur’ân-ı Kerîm’de geçdiği gibi Nebî Muhammed’le –sav- nübüvvetin hitâm bulduğuna îmân ediyoruz:

مَا كَانَ مُحَمَّدٌ أَبَا أَحَدٍ مِنْ رِجَالِكُمْ وَلَكِنْ رَسُولَ اللَّهِ وَخَاتَمَ النَّبِيِّينَ وَكَانَ اللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمًا :Muhammed, sizin erkeklerinizden hiç birinin babası değildir; ancak o, Allâh’ın Rasûl’u ve nebîlerin sonuncusudur. Allâh her şeye ʻAlîm’dir.”(el-Ahzâb: 40)

İslâmî risâletin Muhammed’le –sav- son bulduğuna, aynı şekilde ondan sonra da vahyin kesildiğine ve insânların Kur’ân, sahîh Sünnet ve selîm ʻakla ittibâʻyla mükellef olduğuna inanıyoruz.

5. Kur’ân-ı Kerîm’in tahrîfden, oynanmakdan, ziyâdeden ve noksânlıkdan sâlim olduğunu te'kîd ediyoruz. Şübhesiz Allâhu Teʻâlâ onun muhâfazasını tekeffül etdiğine dâir şöyle buyurur: “إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ : Şübhesiz Kur’ânı biz indirdik onu muhâfaza edecek de biziz.”(el-Hicr: 9) (Bunun ʻaksine) söylenmiş her şey veya eski kitâblarda vârid olan zaîf hadîsler ğulât tarafından Ehl-i Beyt mîrâsına konulmuşdur. Târîh boyunca Şîʻa ʻâlimleri bu zaîf hadîsleri tenkîd etmiş ve onlardan beri olmuşlardır. Şîʻa’nın baʻzı hasımlarının, Kur’ân’ın tahrîf edildiği efsânesini tekrârlamaya devâm etmelerini, târîh boyunca tahrîf iddiʻasıyla onları ithâm etmelerini, bunu onlara vurmak için bir araç olarak kullanmalarını, onları küfürle ve ʻakîdeden inhirâfla ithâm etmelerini esefle karşılıyoruz.

6. Rasûlullâh’ın temiz ashâbından olan Muhâcir, Ensâr ve Ehl-i Beyti’ni yüceltir ve onların sâlihlerinden râzılığımızı belirtiriz. Ancak maʻsûm olduklarına inanmayız. Onları kötülemeyi veya onlara sövmeyi, husûsan Ümmu’l-Mü’minîn Seyyide ʻÂişe’yi kötülemeyi, harâm kabûl ediyoruz. İfk mes'elesinde, Allâh’ın bu husûsda onu tezkiye etmesi sebebi ile, ʻÂişe’nin berâetine îmân ediyoruz.

7. İslâm’ın, siyâsî, iktisâdî ve ictimâî hayâtı selîm ahlâk esâsları üzerine tevcih eden bir dîn olduğuna, fakat muʻayyen bir siyâsî nizâma dâir taʻyînde bulunmadığına, şûrâ ilkelerini tavsiye etdiğine, zamânın ve mekânın şartlarına göre siyâsî nizâmlarını seçme hürriyetini Müslümânlara bırakdığına inanıyoruz. Bunun için Rasûl-i Aʻzam –sav- kendisinden sonraki halîfeye dâir bir nas vazʻ etmemişdir. Sahâbe-i Kirâm ictihâd ederek beş raşîd halîfeyi -Ebû Bekir, ʻÖmer, ʻOsman, ʻAli ve Hasen, -Allâh hepsinden râzı olsun- seçmişlerdir.

8. İmâmetin, nübüvvete mülhak bir cüz' olduğuna veya onun uzantısı olarak teşekkül etdiğine de inanmıyoruz. Ona usûlu’d-dînin aslından olarak da, rükünlerinden biri olarak da iʻtibâr etmiyoruz. Zira Kur’ân-ı Kerîm ondan bahsetmemişdir. Fakat imâmet, siyâsî fıkıh bâbına dâhil olan fer’î bir mes’eledir. Çünki o, münâkaşası kâbil olan bir takım rivâyetleri ve Kur’ân-ı Kerîm’den uzak zannî te'villeri esâs alan bir mes’eledir.

9. İmâmın (devlet reîsinin) de nebîler gibi maʻsûm olmasının zarûraten vucûbuna veya onlar gibi Allâh’dan vahy aldıklarına ya da insânlar üzerinde tasarruf hakkı olduğuna yahud emir ve nehiylerinin Rasûl’ünki gibi olduğuna da inanmıyoruz. İslâm ümmetinin, Allâh tarafından taʻyîn edilmiş bir reîse dâima ihtiyâcı olduğuna veya yeryüzünün hüccetsiz kalmasının mümkün olmadığına, aksi takdirde Allâh’ın ğazâblanacağına da inanmıyoruz.

10. Ehli Beyt’in şûrâ nizâmına inandıklarına ve muʻayyen bir sülâle içerisinde dikey bir verâsete dayalı “İlâhî İmâmet” nazariyesini bilmediklerine, kendilerinin maʻsûm olduğunu iddiʻa etmediklerine ve ğaybe dâir ʻilimleri olmadığına iʻtikâd ediyoruz. Onlar ʻâlim ve Nebevî hadîs ravîleriydi. Allâhu Teʻâlâ tarafından taʻyîn ve nasb edilmiş de değildiler. Ğaybı da bilmezlerdi. Ğulât’ın iddiʻa etdiğinin aksine onlar, herhangi bir teşrîʻî ve tekvînî velâyete de sâhib değillerdi.

11. İmâm ʻAlî’nin hilâfeti hakkında Rasûlullâh’dan –sav- açık bir nassın varlığına dâir kavil, Hicrî ikinci asırda ortaya çıkmıştır. Daha öncesinde bu sözler yokdu. Bunun etrafındaki cedel, hiçbir şey ifâde etmeyen ʻakîm bir cedeldir. Sâʻat’in ʻakrebi geriye doğru dönmez. İmâm ʻAlî’nin fazîletleri ise inkâr edilemeyecek bir şeydir. Onun hakkındaki nass’lar ise gizli değildir. İmâm’ın menhecinde, ʻamelinde, sîretinde ve ahlâkında Allâh’a ve Rasûlü’ne îmân, dîn uğruna fedâkârlık, hak, ʻadâlet ve Müslümânlar arasında müsâvâtı iltizâm, dünyâya dâir zühd, tevâzuʻ, şûrâ ve Ümmet’in irâdesine ihtirâm temessül etmişdir. O, Halîfe ʻOsmân b. ʻAffân’ın katledilmesinden sonra Müslümânların kendi istekleriyle ona bîʻat etmeleriyle mü’minlere imâm ve emir olmuştur.

12. İmâm ʻAlî, kendisinden sonra hükûmeti -Rasûlullâh’ın –sav- yaptığı gibi- şûrâ’ya bırakdı ve oğlu Hasen’i veliyy-i ʻahd tayin etmedi. Müslümânlar gönül rızasıyla onu kendilerine imâm seçmişlerdir. Kendinden sonra kimseyi taʻyîn etmeyen ve bunu Şîʻa’ya farz kılmayan İmâm Huseyn ile beraber Kûfelilerin yapdığı da böyledir. Hüseyin’in çocuklarından geriye kalan diğer imâmlar da çocuklarından kimse hakkında bir vasiyetde ve taʻyînde bulunmamış veya Müslümânlara farz kılmamışlardır.

13. İmâm Hasen el-ʻAskerî’nin Hicrî 260 senesinde çocuksuz, kendisinden sonra kimseye imâmet için vasiyetde bulunmaksızın veya hayâtından zâhir olduğu üzere, yanında gizlenmiş bir çocuğun varlığına işâret etmeksizin vefât etdiğine inanıyoruz.

14. Bu sebeble: İsmi Muhammed b. Hasen el-ʻAskeri olan ve yaşı bugün 1150 seneden fazla olan “Onikinci İmam”ın varlığına da inanmıyoruz. Zira bu, hakkında Şer’î veya târîhî bir delîl ikâme edilemeyen vehmî bir kavildir. Ancak bu, el-ʻAskerî’nin çocuksuz vefâtıyla çıkmaz bir yola giren İmâmiyye’den bir fırkanın faraziyesidir.

15. Mü'minlerin cihânşumûl iktidârına da inanmıyoruz. Zira dünyâ, Allâhu Teâlâ’nın mü’minlere de kâfirlere de müsâvî olarak karârgâh ve metâʻ olarak taʻyîn ettiği bir yurtdur. “İmâm Mehdî”nin istikbâlde zuhûruna dâir katʻî bir delîl de yokdur.

16. Buna bağlı olarak: Doğmadığından ğâib de olamayacak olan “Ğâib İmâm Mehdî”nin husûsî naiblerine (Dört Sefir’e) ve ʻumûmî nâiblerine de (fakîhlere) inanmıyoruz. Bunun baʻzı insânların Şerʻî delîlsiz iddiʻa etdikleri zannî faraziyeler olduğuna, onikinci imâmın varlığına ve ğaybetine îmânları sebebiyle yaşadıkları önderlik boşluğu neticesindeki bir takım müşkilleri halletme çabası olduğuna inanıyoruz.

17. Kiliseye benzeyen “merciʻiyet” dînî müesseselerinin İslâm’da bulunduğuna inanmıyoruz. Aksine ʻâlimlere zarûret hâlinde mürâcaʻat edilir. Bunun için hayât boyunca fakîhleri taklîdin veya her şeyde bir fakîhle sınırlı kalmanın vucûbuna inanmıyoruz. Aksine taklîdin harâm olduğuna, onun, Allâh’ın hakkında hiçbir delîl indirmediği bir bidʻat olduğuna inanıyoruz. Muktedir olan bütün mükellefleri usûl ve furûʻ da -baʻzı ʻâlimlerin söylediği gibi, meselâ Şeyh Tûsî muhtelif reyler ve aralarından isâbetli reyi tercîh etmeye dâir çalışmaya teşvîk etmişdir- ictihâda, tefekküre ve nazar etmeye çağırıyoruz.

18. Biz de, “müctehidler”i çalışmalarını sadece fıkıh ve usûlle sınırlamamaya, aksine İslâm ʻakîdesi, târîh, hâssaten “İlâhî İmâmet” nazariyesi hakkında çalışmaya çağırıyoruz. “Onikinci İmâm”ın varlığını farzetmek gibi şeyler bunun teferruʻâtından ʻibâretdir.

19. Biz, “ʻulemâ”nın da –fetvâları, dâimâ sahîh ve Şeriat’e mutâbık olmadığından- murâkabesinin, hesaba çekilmesinin ve tenkîd edilmesinin zarûrî olduğuna inanıyoruz. “ʻUlemâ” çoğu kez, şübhelere düşebiliyor ve hevâlarına kapılabiliyor, akabinde de Allâh’ın harâm kıldığını helâ, helâl kıldığını harâm yapıyorlar (humusun farz, Cumʻa namazının farz ayn olmadığı husûsundaki kavilleri gibi).

20. Bundan dolayı, Ümmet tarafından seçilmiş şûrâ meclislerinde üzerinde icmâʻ edilmiş anayasal bir renk alması müstesnâ, “ulemâ”nın fetvâlarının Şerʻan ve kânûnen ilzam edici olmadığı görüşündeyiz.

21. İctihâd kapısını açan, Ehl-i Teşeyyuʻu muvâzene ve iʻtidâle döndüren ve Ahbârî’lerin birçok hurâfe ve efsanesini reddeden “Usûlî Medrese”yi takdîr ediyoruz. Fakîhlerden, usûlde, furûʻda, ricâl ve hadîsde ictihâdı artırmaya çalışmalarını ve “Tekvînî Velâyet” nazariyesi perdesi altında, Ehl-i Beyt imâmlarına rubûbiyet sıfatlarını nisbet eden, onlar hakkında aşırıya giden, onların yüce makâmlara ve beşer seviyesinin üstünde rollere, Allâhu Teʻâlâ’nın işlerinden –kâinâtın veya yaratılmışların idâresi, rızık ve bunun benzeri gibi- vazîfelere sâhib oldukları iddiʻâsında bulunan “bozguncu” ğulât ile mücâdele etmelerini taleb ediyoruz.

22. Aynı zamanda Şîʻa ʻâlimlerinin, hassâten hadîs ve ʻilm-i ricâl çalışmaları yapan, “el-Kâfî”nin beşde dördünün zaʻîfliğini ortaya koyan Usûlî’lerin cehdlerini selâmlıyoruz. Onları el-Kâfî’nin geri kalan hadîslerini de araştırma ve tahkîklerini tamâmlayıp bitirmeye, öncekilerin tevsîk ettiği pek çok kimseyi yeniden gözden geçirmeye daʻvet ediyoruz. Çünki Ahbârî’lerdeki hadîs müşkili, kendilerini râvîlerin sâfları arasına sokuşturmayı başarabilmiş bir kısım ğulâtı tevsîk etmelerinden ve onların rivâyetini tasdîkle kabûl etmelerinden kaynaklanmakdadır. Bu da bizi Kuleynî’nin “el-Kâfî”deki hadîslerinin yüzde doksan dokuzunun sıhhatinden şübhelenmeye sevk etmektedir. el-Kâfî’ye iʻtibâr etmek ise, Müslümânlar arasında ihtilâfın devâm etmesinin sebeblerinden biridir.

23. “Dîn adamları”nın hükûmetine de, “Ğâib İmâm Mehdî’nin ʻumûmî niyâbeti” faraziyesine dayalı “Velâyet-i Fakîh” nazariyesine de inanmıyoruz. Bu nazariye fakîhe mutlak salâhiyetler vermekde, onu Ümmet’in ve kânûnun fevkinde kılmakda, onun anayasayı ihlâl etmesine ve Ümmet ile ʻakd edilen herhangi bir Şer’î ittifâkı ilğâ etmesine müsâmaha etmekdedir. Aynı zamanda “Velâyet-i Fakîh” nazariyesini, ğâib imâmın menfi intizârı fikrine nisbeten, ismeti, nassla taʻyîni, imâm hakkında ulvî Hüseynî sülâleyi şart koşmaya dayalı “İlâhî İmâmet” nazariyesinden kurtulma, şûrâ ve seçimin Şer’îliğine îmân yönünde, Şîʻa siyâsî fikrinde büyük, müsbet bir gelişme olarak kabûl ediyoruz. “Velâyet-i Fakîh” nazariyesinin sonradan ortaya çıkdığına ve hakkında Şer’î bir delîl olmadığına, muhakkik fakîhlerin de ona inanmadığına inanıyoruz. Çünki bu nazariye, hâkim olanı (fakîh) dînî sıfatla kudsamakda, onu muhâsebe, murâkabe, tenkîd ve tağyir etmeksizin etrafına mukaddes bir hâle geçirmekde ve ondan müstebid bir diktatör ortaya çıkarmakdadır. Bu sebeple, seçim esâsına, halkın onlara verdiği salâhiyetlerin hudûdunu takyîde dayalı, fazilet cihetiyle daha üstün bir nazariye geliştirmeye daʻvet ediyoruz.

24. Diğer İslâm mezheblerine açılmaya ve onların ictihâdlarına ihtirâm gerektiğine inanıyoruz. Ehl-i Sünnet ve Şîʻa arasında müşterek ictihâd ameliyelerini ziyâdeleştirmeye, Kur’ân-ı Kerîm’e dönmeye ve onu ilk teşrîʻ kaynağı ve diğer bütün teşrîʻ kaynaklarının en yücesi kabûl etmeye daʻvet ediyoruz.

25. Şîʻa ve Sünnîlerin bütün hadîs kaynaklarına hürmet ediyoruz. Fakat kaynakları Nebiyy-i Ekrem’e nisbet edilen tüm zaʻîf hadîsleri, hassâten Kur’ân’a, ʻakla ve ʻilme muhâlif olanları ayıklamayı taleb ediyoruz.

26. Sünnî ve Şîʻa dînî müesseselerini ve ilmî havzalarını, programlar, talebeler, hocalar cihetinden ve muhâvere, mukârane ve hür tefekküre teşvîk edici bir çevre yaratmak için birleşmeye çağırıyoruz.

27. Aynı şekilde, öteki kültürlere açılmaya, herkes için basın hürriyetini çoğaltmaya, hangi muhâlif kültürel ürün olursa olsun sansür uygulamamaya çağırıyoruz.

28. İslâm ʻÂlemi’nin vahdetine inanıyoruz ve mezhebî ayrımcılığı reddediyoruz. Her beldede vatanın dâhilî vahdetinin takviyesi, bütün tâifeler arasında, vatandaşlık, hürriyet, ʻadâlet ve müsâvât esâsı üzerinde, siyâsî ortaklık için çalışırız.

29. Mezhebî müşkillerin köklü çözümünün anayasal müesseselerin, demokratik nizâmların ve iktidârın barışçıl tedavülünün ikâme edilmesiyle mümkin olduğuna inanıyoruz. İktidârın şiddet şeklinde bir mücâdele patlaması olmaksızın dönüşmesi, askerlerin iktidâra karşı kuvvet kullanarak istîlâ (darbe) teşebbüsüne müsâmaha edilmemesi (gerekdiğine) inanıyoruz.

30. ʻAkîm mezhebî cedeli durdurmaya, remizlerine -hassâten sahâbeler, Ehl-i Beyt ve mezheb imâmlarına- hucûm ederek diğerlerini tahrîke kalkışmakdan imtinâʻya daʻvet ediyoruz.

31. Bu münâsebetle, 1156 H. Şevvâli/1743 M. Kânûn-ı Evvel’inde ʻakd edilen ve ʻArab, Fars, Türk ve Afğânlı Şîʻa-Sünnî büyük âlimler topluluğunun katıldığı târîhî “Necefu’l-Eşref Kongresi”ni selâmlıyoruz. Sünnî Irâk Müftîsi Şeyh Abdullâh es-Suveydî, Afğân Müftîsi Mollâ Hamza el-Kalancânî, Ȋrân Müftüsü Mollâ Başı Alî Ekber ve Kerbelâ Merciʻi Seyyid Nasrullâh el-Hâirî bu âlimlerin başında olmak üzere, Sünnî ve Şîʻa ʻulemâ tarafından birlik olarak sahâbeye sebbetmenin reddedildiği bir beyânnâme çıkarıldı. Ehl-i Sünnet ʻuleması orada Şîʻa’yı tanıdı. Orada bulunan herkes tarafından karşılıklı müsâmaha ve bazı furûʻâtda iltizâm etdiklerinde ihtilâf hürriyeti kabul edildi ve Ümmet-i Muhammed’in iki Müslümân fırkasının kanlarını akıtmayı harâm saydılar.

32. İnanıyoruz ki: Tenkîd, sebb, laʻnet, tekfîr, irtidât ve nifâk ile ithâm –esef-i şedîdle beraber – Müslümanları şiddetle sarsacak en büyük fitne salgınıdır. Bu dosyayı kapatmak gerekir. Zîra bu kötü târîhi, kıyâmete kadar açık yara olarak bırakmak maʻkûl değildir.

33. Mâzînin sayfalarına sünger çekmek, dipsiz târîhî hadiselere -sadece ʻibret almak sebebi hâric- çok dalmamak gerekir.

34. Şübhesiz Şîa’nın adâlet, İslâm’ı müdâfaʻa rûhu, Allâh yolunda ʻamel ve zâlimlere karşı inkılâb gibi müsbet pekçok ilkeyi taşıdığına inanıyoruz. Bunlar, bugün Müslümânların kendilerini uyandırmaları, tâğûtlardan ve ecnebî işğalcilerden kurtulmaları için muhtâc oldukları şeyler. Fakat biz “İlâhî İmâmet” nazariyesi etrâfındaki cedeli ve imâmete dâir Allâh tarafından bir nass bulunduğu iddiʻasını reddediyoruz. Çünki bu, akîm, amelî fâidesi olmayan, menfeʻatinden daha fazla zararı olan, övünülemeyecek netîcelere sürükleyici, diğerlerinin hislerine te'sîrde bulunarak Müslümânları birbirine karşı tahrîk eden bir bahistir.

35. Zekât’ın vucûbuna inanıyor, onunla ʻamel etmeye ve zekât verme konusunda Sünnî ve Şîîler arasında tefrîke gidilmemesine çağırıyoruz. Çünki Allâhu Teâlâ, zekât vermeyi muʻayyen bir dîn ehliyle tahdîd etmemiş, aksine onu, beşerin fakîrlik vasfına hâiz olanları için farz kılmıştır.

36. Humusun vucûbiyetine -harb ğanîmetleri hâricinde bir şey vârid olmadığından- inanmıyoruz. İmâm Alî bin Ebî Tâlib de hükûmeti sırasında onunla ʻamel etmemişdir. Ancak sahîh Şîa rivâyetleri, mutekaddim ʻulemânın fetvâları, “Ğaybet ʻAsrı” diye isimlendirilen devirde mübâhlığını te'kîd etmişlerdir. Tabiʻi olarak humusun fakîhlere veya vekillerine verilmesinin vucûbuna da inanmıyoruz. Yine bu da, Mufîd, Murtadâ ve Tûsî gibi mutekaddim Şîa şeyhlerince bilinmeyen yeni bir reydir. Onlar humusa dâir hayretlerini ifâde etmişler veya onu yere gömmeleri ya da onu Mehdî’nin zuhûr gününe kadar saklamaları için fetvâ vermişlerdi. “Âlimleri”, mâl toplamaya dalmak, nefislerini şübhelere ve söylentilere maʻrûz bırakmak yerine, ʻilim talebi, daʻvet ve irşâd ile meşğûl olmaya çağırıyoruz.

37. Hayır cemʻiyetleri içerisinde, ictimâî ve kültürel tasarılardan olan mescidler, dînî medreseler ve dîn âlimlerinin gözetilmesini sağlayacak masrafları karşılayacak mâlî teberrûʻları tanzim etmeye çağırıyoruz. Bu mâlî nizâm hesâba çekilmeye, murâkabeye boyun eğmeli, şeffâflığı iltizâm edilip, hesâblar ve mîzânlarıyla ilgili tafsîlî raporlar neşredilmelidir.

38. Cumʻa namazının, şartlarını taşıyan her muktedire farz-ı ayn olduğuna inanıyoruz. İslâm inkılâbının zaferinden sonra, Ȋrân’da, Irâk’ta, Lübnân’da ve diğer mıntıkalarda, Cumʻa namazını edâya devam eden Şîa’yı takdîr ediyoruz. Herkesi umûmî sûretde onu edâ etmeye, dikkatle ve muntazaman ona sarılmaya teşvîk ediyoruz. Cumʻa namazıyla, takvâ ve Allâhu Teâlâ’nın maʻrifetine teşvîkin azîm bir münâsebeti olduğundan, ona önem veriyoruz. Zâlimler için duâ etmek ve onların fiillerini aklamaya dâir siyâsî bir münâsebeti yokdur.

39. Ezânda üçüncü şehâdet -”Eşhedu enne ʻAliyyen veliyullâh”- olarak isimlendirilen ziyâdeyi reddediyoruz. Bu ziyâdenin, Şeyh Sadûk’un, “Men Lâ Yahduruhu’l-Fakîh” adlı kitâbında da ifâde etdiği gibi, “aşırı” ğulâtın işi olduğuna inanıyoruz. Bu, Müslümânlar arasında tefrîkaya sebeb olan bir bidʻatdir.

40. Böyle çirkin/çarpık bir sûretteki takiyye uygulamasını reddettiğimiz gibi, İmâm Sâdık’ın sözü olarak meşhûr olmuş: “Takiyye benim ve atalarımın dînidir. Takiyyesi olmayanın dîni de yoktur” ifâdesini tasdîk etmeyi de reddediyoruz. Şöyle ki bunun İmâm’a atfedilmiş yalan bir söz olduğuna, bunun ʻaklî ve târîhî olarak da tebrie edilemeyeceğine inanıyoruz. Takkiye nasıl dînden bir cüz' olur? İmâmlar takkiyeyi ne zaman uyguladılar? Kimden korkuyorlardı? Bu sebeble zannediyoruz ki, bu, münharif nazariyelerini sürdürülebilmek için bir perde gibi, Ehl-i Beyt nâmına –onlar alenî olarak bundan berîdirler- ğulât tarafından uydurulmuş bir hadîsdir. Ehl-i Beyt’in fikir ve mîrâslarını okumaya bu çağrımız, onların hayâtlarının zâhirine ve onların akvâl ve efʻâlinin aksine olan bâtınî te'vîllerin kabûl edilmemesi esâsına dayalıdır. Aynı zamanda re’yini ifâde edebilmesi için, her insânın hürriyet ve emniyetinin çoğaltılmasını taleb ediyoruz. Takiyye devrinin geçip gittiğine, başkalarından korkmalarına veya takiyye onlara takiyye yapmalarına sebeb olacak ayıb bir şey olmadığından, re’ylerini ifâde etmekden onları menʻ edecek kimse de bulunmadığından takiyyenin Şîa’da yeri olmadığına inanıyoruz. Husûsan Şîa’nın kuvvetli hükûmetleri olduktan sonra demokratik ülkelerde çok hür yaşıyorlar. Bu yüzden onlar reylerini hürriyet, cesaret ve sıdk ile ifâde edebiliyorlar. Muʻayyen bir fikri inkâr eden herkes zarûrî olarak takiyye icrâ ediyor değildir. Her Şîa da, kutub-ı kâdimede vârid olan her şeye inanıyor değildir. İşte bu “âlimler” öncekilerin kitâblarında gelen pekçok şeyi tenkîde girişiyor ve ondan teberrî ediyorlar.

41. Ğulât ve aşırılar tarafından uydurulmuş duâlar ve ziyâretlerin çoğuna inanmıyoruz. “Ulemâ”yı bunları tashîhe ve gözden geçirmeye çağırıyoruz. Ehl-i Beyt imâmlarına nisbet edilen “ziyâretler”i reddediyoruz. Meselâ: “Câmia Ziyâreti”, “Âşûrâ Ziyâreti” ve “Âbâ Hadîsi” ziyâreti gibi diğer ziyâretler ve sahâbeler hakkında menfî tavırlar ihtivâ eden, İslâm’ın rûhundan ve Ehl-i Beyt mezhebinden uzak, ğulâtın yalan olarak imâmlara nisbet edip uydurdukları fikirler.

42. İmâmların kabrini ziyâret, Huseyn’e ağlama, başa vurma ve sîne dövme gibi âyinler ve dâhilî âdetlerin çoğunun arkasında olan İmâmların Kıyâmet Günü’ndeki şefâatine de inanmıyoruz. Biz ise, aksine İmâm Ca'fer es-Sâdık’ın imâmlar hakkında söylediğine i'tikâd ediyoruz: “Onlar (Kıyâmet Günü’nde) bekletilirler, hesâba çekilirler ve mes’uldürler.”

43. İmâmlara istiğâsede bulunmayı veya onlara duâ etmeyi ya da onlara adakta bulunmayı reddediyor ve bunu Allâhu Teâlâ’ya şirk nev’îlerinden sayıyoruz. O her hâl û kârda câhiller ve basît insânlardan başkasının yapmayacağı bir ameldir. Şîa’nın umûmu ise, imâmlar ve velîlerin kabîrlerini, Allâh’ın onları mağfiret etmesi, onlara merhamet etmesi veya hayâtlarından ve Allâh’a da'vet yolundaki mücâdelelerinden ibretle ilhâm almak için ziyâret etme anlayışındadırlar.

44. Kardeşlerimizi, Âşûrâ merâsimlerinde aşırı gitmemeye, Allâh tarâfından hakkında hiç bir delîl indirilmeyen ve dünyâda Şîa’yı çirkin/çarpık gösteren bid'at âyinlerden ictinâba çağırıyoruz.

45. Allâhu Teâlâ’nın, kâinâtı “âbâ ashâbı” olan beş kişi sebebiyle halk etdiğini iddiâ eden akvâl-ı ğulâtı şiddetle reddediyoruz. Allâh, mahlûku ancak onlara merhamet etmek ve imtihân için yaratmışdır.

46. Herkesi, sahâbe arasında târîhde meydana gelmiş cüz’î ihtilâfları büyütmemeye çağırıyoruz. Meselâ, Seyyide Fâtımatu’z-Zehrâ ile Halîfe Ebû Bekr arasında, Halîfe’nin, âmme mâllarından olması i'tibâriyle, Fâtıma’dan ‘Fedek’ (arazisi)ni geri istemesine dâir ihtilâf konusu. Zehrâ, Nebî’nin onu kendisine bağışladığını söyledi. Bu, şahsî, cüz’î ve mahdûd bir ihtilâfdır. Bizim bunun karşısında yapabileceğimiz bir şey yoktur.

47. Yine, kardeşlerimizi Seyyide Fâtımatu’z-Zehrâ’nın evine hücûm edildiği; “Ebu Bekr’e bîata zorlamak için Ömer tarafından İmâm Alî’nin evine saldırıda bulunulduğu, bunun yanında Fâtıma’nın evini, içindekilerle birlikte, yakmakla tehdîd etdiği veya evin kapısını yakmaya girişdiğinde Zehrâ’ya vurduğu ve onu kapının arkasına sıkışdırdığı; karnındaki bebeği (Muhsin) düşürüp vefât etmesine sebep olduğu” hakkında söylenen efsaneyi veya her sene bu kıssanın tesiriyle, kurulan ta'ziye, dövünme ve ağlama meclislerine eşlik eden la'net, sövme ve hissî infiʻâlleri reddetmeye çağırıyoruz. Çünkü bu, târîhan sâbit olmayan efsanevî bir hikâyedir; vukûu düşünülemez, bu olay Halîfe Ömer b. Hattâb’ın kötülenmesinden önce İmâm Alî’nin şahsiyetini kötülemektir.

48. Allâh’ın mescidlerinden mezhebî renkleri kaldırmaya ve onları bütün Müslümânlara açmaya, böylece, istisnâsız bütün mescidlerde, Sünnî ve Şîa imâmların arkasında namazı müşterek edâ etmeye, başka mezheblerin arkasında namaz kılmayı harâm kılan dar mezhebî fetvâları reddetmeye çağırıyoruz.

49. Mezhebciliği ve Müslümânlar arasında fırkalaşmayı, mezhebler arası karışık evlilikleri yaygınlaştırarak ve Müslümânlar arasında karışık evliliğin harâmlığına hükmeden fetvâları ilğâ ederek, kırmaya çağırıyoruz.

50. Ehl-i Sünnet ve diğer İslâm mezheblerinden olan kardeşlerimizi, Şîa kardeşlerine açılmaya, onları daha çok tanımaya ve onların mu'tedil olanlarıyla (onlar Şîa’nın umûmudur) ğulât ve aşırı olanların arasını ayırd etmeye, şâzz ve eskilerin kavillerine nazaran aleyhlerinde bir hüküm vermeksizin, ahvâl-i hâzıralarına bakmaya; Şîa’nın saflarında hâsıl olan köklü fikrî-siyâsî gelişmeleri mülâhazaya; müsbet çalışmaları ve sömürgecilerin ve işğalcilerin boyunduruğundan beldelerini hürriyetine kavuşturma yolunda takdîm ettikleri büyük fedâkârlıklarını desteklemeye çağırıyoruz.

Duâlarımızın sonu âlemlerin Rabbi Allâh’a hamd etmekdir. Allâh’dan bizi dînine hizmet etmeye muvaffak kılmasını, Müslümânları birleştirmesini, onları gâlib kılmasını ve onları tâğût ve işğalcilerden âzad kılmasını diliyoruz. Şübhesiz O Semî’dir, Mucîb’dir. (2008)

  

Yorum Analiz Haberleri

“Esed’in düşüşüyle Rusya 'süper güç' olmaktan çıktı”
Döktüğün kan yetmedi mi hala utanmadan konuşabiliyorsun?
"Suriye'den bize ne?" yaklaşımını besleyen körlük
Suriye devrimine çarpık ve indirgemeci yaklaşımlar
Yılbaşında normalleşen haram: Piyango