Ahmed el-Kâtib

Hayrettin Karaman

14Mayıs 2012 tarihinde İslam-online sitesinin yaptığı röportajdan:

''Genel olarak Müslümanlar birlikte yaşıyorlar, aralarında gerçek bir ihtilaf yok; bu sebeple bizim Sünnî ve Şiî medreselerini (ekollerini, mezheblerini) birbirine yaklaştırmaya da ihtiyacımız yok; bizim ihtiyacımız bu ikisini yepyeni bir insani düşünce; yani demokrasi düşüncesi ile değiştirmektir. Bu iki medrese diktaya veya istibdada dayanıyor ve her ikisinin de ömrü bitmiştir veya bitmek üzeredir. Bizim yeni bir kültürü yaymamız gerekiyor ki, bu da diyalog, çoğulculuk, demokrasi ve insan haklarıdır...''

''Çatışmaların sebebi bu iki mezhebin fıkhıdır, bu sebeple çözüm onları değiştirmekte ve yerlerine insana yönelen, herhangi bir ideolojiye angaje olmayan laik devletlerdir diyebilir miyiz?" şeklindeki soruya şu cevabı veriyor:

"Evet Sünnî ve Şiî siyaset fıkhı istibdada dayanır, istibdat ancak istibdat fıkhı yapar...''

''Din ve Siyaset'' sitesinde, 2011 Aralık ayında yapılan bir röportajdan:

''İşte İmam Hüseyn, bakın Kerbelâ'da ne diyordu: 'Ben, dedemin ümmeti içinde ıslahat yapmak için yola çıktım'. Hak hukuk tanımayan zalimlere karşı isyan eden bir halk, tarihi olarak Sünnî mezhebine mensup da olsa Şiîliğe ve Kerbelâ'da Hz. Hüseyin'e daha yakındır. Zalim yönetici de tarihi veya mezheb mensubiyeti bakımından Şiî de olsa, Muaviye oğlu Yezid'e daha yakındır."

“Suriye'de halkın isyanı yönetim Alevî olduğu için değil, zalim olduğu içindir. Yönetimin zulmü ve şiddeti de halk Sünnî olduğu için değil, zulme baş kaldırdığı içindir”.

“Sünnî ve Şiî mezhepleri dikta yönetimlerinde doğdu, gelişti ve bugüne kadar yaşadı. Herkes için hürriyet getiren demokrasilerde de bu iki mezhep mensupları yan yana yaşayabilirler, yardımlaşır ve dayanışırlar... Tarihi ihtilaf, 'hangi rejim ve hangi yönetici' konusunda idi. Her iki mezhebin mensupları bugün, herkese hak ve hürriyet getiren demokrasi düşüncesinde birleştiklerine göre tarihi ihtilafın dayanağı ortadan kalkmıştır. Şimdi bu iki grup, birbirine yaklaşarak değil, birleşerek (tekarub değil, vahdet içinde) yaşayabilirler...

Ben soruyorum:

Zulme, istibdada, hukuksuz şiddete karşı olmak, hakkın, hürriyetin, adaletin yanında yer almak her Müslümanın vazifesidir. Ancak mezhep yerine demokrasi, imamet veya hilafet devleti yerine laik devlet teklifi doğru adres midir?

Ben ''Herkes kendi mezhebini muhafaza edebilir, yeter ki, mezhepçilik yapılmasın'' demiştim. Beşer tabiatını, toplum kurallarını iyi bilenler, halkın mezhebini demokrasi ile değiştirmeyeceğini de iyi bilirler.

Mutedil Şiî alim (fetva mercii) Hüseyin Fazlullah, Ahmed el-Kâtib'in beklenen Mehdî'yi kabul etmemesi, Şiî anlayışa uygun imamet inancına karşı çıkması hatırlatılarak “onun hakkında ne dersin” sorusuna şu cevabı veriyor:

“Ahmed, ihtisası dışında kalan konularda yazmıştır. O halifelerin hilafetini inkar eden bir Sünnî gibidir; yani bize göre o Müslümandır, ama Şiî değildir.”

Mehmet Durmuş İktibas'ta yazdığı kitap tanıtımında:

Ahmet el Kâtib tamamen hayali ve arzuların dile getirilmesi kabilinden yazmamaktadır… Kitabında sık sık demokrasiye atıf yapmakta ve demokrasi ile şûrâ'yı özdeş sayma anlamına gelecek ifadeler kullanmaktadır. Mesela yazar, “velayet-i fakih teorisinde temsil olunan Şiî siyasal düşüncesini aşarak demokratik düşünceye sarılmayı başar[maktan]” dem vurmaktadır. Şu satırlar da ona aittir: “İslam birliğine giden yolun başı demokrasidir. Demokrasi ise akıl ve benlikte başlar. Demokrasi, dünyaya fazla önem vermemek; diğer insanlara karşı alçakgönüllü olabilmek; onlara büyüklük taslamamak; mallarını, hak ve çıkarlarını ele geçirmeye çalışmamaktır.” Burada el Kâtib'in demokrasiye, tamamen gönlünde yatan temennileri yüklediği anlaşılmaktadır. Çünkü demokrasinin böyle bir tanımı yoktur. "Demokrasi en kestirme tanımıyla, ilahi egemenlik yerine, beşerî egemenliği tesis etme önerisi; hâkimiyeti Hakk'a değil, halka tahsis etme ilkesidir…”

Zakir Aydın, Demokratik Hilafete Doğru isimli kitabın tanıtım ve tenkidinde:

Demokrasiyi halkın halk tarafından yönetilmesi anlamında kısır bir tanımla ele aldığımızda bu yaklaşım biçimi için söylenebilecek fazla bir şey kalmıyor. Ancak belirttiğimiz gibi Kâtip, demokrasi kelimesini kullanırken bu kelimeyi evrensel, tartışılmaz, herkesin üzerinde uzlaştığı bir üst ilke gibi sunuyor. Kelimeyi tartışmıyor ve peşin bir ön kabulle kullanıyor. Oysa demokrasi “totalitarizm” kadar olmasa da olumsuz bir geçmişi olan bir kelimedir. Demokrasinin günahlarını, tarihte ve günümüzde ürettiği kara tabloları ve açıklarını görmeden böylesi bir peşin kabulle “demokratik hilafet” önerisinde bulunmak biraz fazla iyi niyetli olmak anlamına gelmektedir.

Kâtip bu çalışmasında en azından demokrasinin ortaya çıkışını, kökenlerini, farklı kullanılış biçimlerini, zafiyetlerini, bu kelime etrafında Batı'da ve İslam dünyasında yapılan tartışmaları ortaya koyabilmeli ve kendi kullandığı anlamı tüm bu olumsuzluklardan nasıl temyiz ettiğini açıklayarak bir öngörüde bulunabilmeliydi. Bu olmadığı için Kâtib kitabı boyunca, demokrasiyi tartışmak istemeyen ve bunu peşinen kabul eden birisi görünümünü veriyor.

(Devamı var).

YENİ ŞAFAK