Ahmaklar evi (2)

Etyen Mahçupyan

Geçen yazıda imparatorluklardan ulusdevletlere geçişin kişiler açısından bir özgürlük kaybı olduğu, ayrıca ulusdevletlerde güvenlik ihtiyacının da imparatorluklara kıyasla arttığı tesbiti yapılmıştı. Diğer bir deyişle ulus-devletlerin vatandaşları eski düzene oranla hem daha dar bir özgürlük alanına sahip olmuşlar, hem de kendilerini daha tehlikede bulmuşlardı. Diğer taraftan ulus-devletlerin kurulması hemen her yerde coşkuyla karşılanmış, bir ‘ilerleme’ olarak algılanmıştı. Bu durum açıklanmaya muhtaç gözüküyor... Acaba atfedilen ‘ilerlemenin’ kaynağı neydi? Özgürlük kaybının ve artan güvensizliğin karşılığında ne kazanılmıştı?

Milli söylemler bunun yanıtını veriyor... Görünen o ki kazanılmış olan şey kendini yönetme hakkı, yani kendi kaderimize sahip çıkma irademizin tescil edilmesiydi. Ulusdevletler ‘milletleri’ başka ‘milletlerin’ sultası altında yaşamaktan kurtarıyor ve onların kendilerini yönetmesine imkân tanıyordu. Ancak bu denkleme asıl tersten yaklaşmak gerekiyor. Çünkü herhangi bir toplumun kendisini yönetmesini sağlayan unsur demokrasidir. Bu rejim sayesinde farklı görüşler birbirini ‘duyabilir’ ve aralarında ittifaklar veya uzlaşmalar oluşabilir. Yine ancak bu rejim sayesinde söz konusu görüşlerin sahiplerine, çoğunluğu oluşturdukları oranda yönetme hakkı verilir, ama aynı anda da azınlıktakilerin muhtemel yönetme hakları koruma altına alınır. Öte yandan demokrasinin işleyebilmesi için önce o toplumdaki kişilerin birbirlerini eşit olarak algılamaları gerektiği ve yönetme hakkının bu eşitlik zemininde meşruiyet kazandığı ileri sürülebilir. Bunun anlamı demokrasinin işleyebilmesi için bir tür ‘cumhuriyet’ olunması gerektiğidir.

İşin kuramsal yanını, yani demokrasi ile cumhuriyet arasındaki ilişkinin yönünü bir kenara bırakarak şu önermeyi gönül rahatlığıyla yapabiliriz: Toplumların kendilerini yönetebilmeleri ve kaderlerine sahip çıkmaları için demokrasiye ve bir tür cumhuriyete ihtiyaç bulunmakta. Diğer bir deyişle aslında ulusdevlete hiç de gerek yok gözükmekte... Nitekim ulus-devleti bir ‘gereklilik’ haline getiren unsur, toplumun ‘milletle’ ikame edilmesidir. ‘Millet’ kavramı sayesinde sanal bir gerçeklik yaratılmış ve toplumu fazlasıyla aşan bu gerçekliğin kendini yönetmesi de onu en iyi tanıyan devlet sayesinde olmuştur. Kısacası ulus-devletlerde kendini yöneten özne, yaşamakta olan hakiki insanlar yani toplum değil, doğmamış ve ölmeyecek olan, dolayısıyla da yaşamayan ‘milletlerdir’. Velhasıl ulus-devletlerde gerçek anlamı ve işleviyle ele alındığında ‘demokrasi’ bir anakronizmdir. Ulus-devletler doğal olarak demokrasiyi içermezler, olsa olsa mecbur kaldıkları için demokratikleşirler...

Ulus-devletlerin demokrasi üretmek açısından yeterli olmadığını zaten tarih ortaya koyuyor. Bu nedenle ulus-devletin savunucuları bu devlet biçiminin demokrasiyi oluşturmak ve yaşatmak için bir gereklilik olduğunu kanıtlamak üzere çaba gösterdiler. Tarihsel olarak demokrasilerin ulus-devletler altında ortaya çıkmasını bir delil olarak sundular. Bu bakış demokrasi olabilmek için önce ‘millet’ olmak gerektiğini ima ediyordu. ‘Millet’ ise fikirleri farklı olsa da, aynı kimlikte buluşmuş olan insanları ifade etmekteydi. Dolayısıyla açıkça ifade edilmese de, aslında söylenen şuydu: Demokrasi için belirli bir milli kimlik zeminine ihtiyaç vardır...

Ne var ki ‘demokrasi’, farklı görüş ve fikirlere sahip kişiler arasında işlevsel olması beklenen, bu fikirlerin bazısını çoğunluk oluşturdukları ölçüde hayata geçiren rejimin adı. Bu sonucun alınması için ise aynı kimlikten olmak hiç de gerekli gözükmüyor. Ulus-devletleri demokrasi için gerekli hale getirmek, dolayısıyla şu varsayıma muhtaç: Farklı kimliklerdeki kişiler fikirlerde de anlaşamazlar ve birlikte karar alamazlar. Acaba niçin? Çünkü çıkarları, istekleri ve talepleri ‘özsel’ olarak farklıdır... Yani onlar farklı ‘milletlerden’ gelmektedirler.

Böylece totolojik bir sonuca ulaşıyoruz: Ulus-devletler kendilerini demokrasi ile ilişkilendirmek istiyorlar, ama bunu ancak aynı ‘milletten’ olmayanlara demokrasi yolunu kuramsal olarak kapatarak yapabiliyorlar. Konuşmak ve anlaşmak için ille de ‘millet’ olmak gerektiğini varsaydığınız anda, demokrasi de ancak ulus-devlette yaşayabiliyor...

Ne var ki bu akıl yürütme tümüyle ideolojik olup, ulus-devletin meşru bir devlet biçimi olarak gösterilmesini hedefliyor. Oysa insanları tek bir kimliğe hapsetmenin olası bir demokrasiyi engellemek anlamına geldiğini, çünkü hiçbir toplumun tek bir ‘millete’ indirgenecek kadar homojen olmadığını biliyoruz. Bu gözlemin anlamı ulus-devletlerin kategorik olarak demokrasiyi içselleştirmekte zorlanacakları ve aslında demokrasiden hazzetmedikleridir. Dolayısıyla da ulusdevletler hiçbir topluma kendilerini yönetme ve kaderlerine sahip çıkma imkânı sunmamışlar, bunun yerine devletin tanımladığı bir kimlikten hareketle üretilen ‘millet’ üzerinden, bizzat devletin toplumu yönetmesini sağlamışlardır. Söz konusu ‘devlet’ ise, doğal olarak vatandaşlar adına değil, ‘millet’ adına konuşanların elinde olmuştur.

Sonuç olarak, imparatorluklardan ulusdevletlere geçiş sayesinde insanların kendilerini yönetme hakkını elde ettiklerini söylemek pek mümkün değil. Çünkü bu hak sadece o ulus-devletin ‘milletine’ dâhil olan ayrıcalıklı kişilere tanınmış, ama çoğu zaman bu hakkın kullanımı bile doğrudan devlet eliyle olmuştur. O halde ulus-devlet olmak uğruna vazgeçilen özgürlüklerin ve çok daha güvensiz bir dünyada yaşamanın rasyoneli nedir? Eğer gözü kapalı bir milliyetçi değilseniz, bu soruya anlamlı bir yanıt vermeniz zor gözüküyor. Anlaşılan o ki, ‘milletleşmek’ akla uygun gözüken ama öyle olduğu hayli şüpheli olan bir ahmaklaşma sürecine tekabül etmekteydi. Ulus-devletler ise bu ahmaklaşmayı rasyonalize eden ve yeniden üreten birer ‘ahmaklar evi’ oldular...

emahcupyan@gmail.com

TARAF