“Ahlâkî zeminin kaybedilmesi çoğunluğu da kaybetme riskini doğuruyor!”

Geçtiğimiz hafta siyasileri ve gazetecileri hedef alan saldırıları yetkin isimlerle konuşuyoruz. Soruşturma dizisinin üçüncü röportajını Metin Karabaşoğlu ile gerçekleştirdik.

Siyasetçi ve gazetecilere yönelen şiddetin gölgesinde reform söylemi

Türkiye’de siyaseti cendere içine alan milliyetçi tahayyül hukuk merkezli ortak bir zemini imkansız hale getiriyor. En ufak eleştirinin dahi çok sert bir şekilde düşmanlaştırıldığı bir zamanda konuşmaya çalışmanın önemli olduğunu düşünüyoruz.

Böyle bir zaviyeden hareketle Haksöz Haber, Türkiye’nin ve Müslüman coğrafyanın problemi hakkında söyleşiler gerçekleştirmeye devam ediyor. Siyasileri ve gazeteciler hedef alan saldırıları yetkin isimlerle konuşacağız.

Son röportajımızı gerçekleştirdiğimiz Metin Karabaşoğlu, milliyetçi ideolojinin çalışma mantığı hakkında oldukça önemli tespitler yapıyor. Dindar kesimlerin bu yaşanan karşısında acilen eleştirel bir tavır takınması gerektiğini belirten Karabaşoğlu aksi takdirde çok acı sonuçların kaçınılmaz olduğunu hatırlatıyor.


Metin Karabaşoğlu: "Fiilî şiddetin ulaşabileceği boyutlar, göz yumanların hayal ettiği sınırları fersah fersah aşabilir."

1- Türkiye siyasi tarihi daha önce de 80’li ve 90’lı yıllarda şiddet merkezli tartışmalar yaşadı. Son süreçte yaşanan tartışmalarla bir benzerlik görüyor musunuz?

80’li yılları bir genç olarak yaşadım. Ülke 12 Eylül askerî darbesinin gölgesi altındaydı ve ‘millî birlik ve beraberlik’ adına demokrasi, özgürlükler ve insan haklarını paranteze alan; kendi biçtiği doğrultuda durmayan her kesimden, inançtan ve ideolojiden insanı ‘tehdit’ olarak gören bir askerî yönetimin, evvelce birbirine düşman gözüyle bakan bu kesimlere haklar ve özgürlüklerin herkes için önemli olduğunu gösterme ve onları insanî temel hak ve özgürlüklere saygı ortak paydasında buluşturma gibi beklenmedik hayırlı bir sonucu da olmuştu. 1981’den itibaren yayın hayatının içinde olan biri olarak da söyleyeyim: Bu ortak zeminde Türkiye toplumunun özellikle 80’lerin ikinci yarısında ulaştığı düşünce ve ifade özgürlüğüne saygı, eleştiriye müsamaha ve farklı olanla müzakereye açıklık düzeyini sonraki hiçbir dönemde görebilmiş değilim.

Buna karşılık, 90’lı yıllarda bu ortak paydanın unsurlarını ayrıştıracak şekilde gerilimin tırmandır(ıl)dığına şahit oldum. Özellikle 1993, bu açıdan U dönüşünün başladığı yıldır. Ki benim kanaatimce, yakın dönem Türkiye tarihinin en karanlık yılı 1993’tür, 28 Şubat’a giden yol dahi esasen bu yılın olayları eşliğinde döşenmiştir; ama bu yılda olan olaylar, bu olayların ardındaki eller, bu olaylar karşısında kollektif aidiyetlerin önyargılarını harekete geçirmedeki sorumlulukları ve bu olayların hangi sosyal-siyasal fay hatlarını harekete geçirdiği üzerinde pek durulmuş değildir. Bu olaylarla birlikte 80’lerin özellikle ikinci yarısında ortak değerler açısından buluşabilen, müzakere edebilen, farklı da olsa birbirinin varlığına saygı duyabilen kesimlerin adım adım birbirinin varlığını kendi varlığı için endişe sebebi, tehdit ve tehlike olarak algılamaya başladıkları bir süreç yaşandı. Özellikle de siyasî, ideolojik, inançla veya yaşama tarzıyla ilgili farklılıklar üzerinden… 28 Şubat bu şartlarda geldi, bu şartlarda toplumun yarı kesimine gadretse dahi kendisine sözümona bir toplumsal meşruiyet zemini de üretebildi, bu şartlarda anayasal ilkeleri zorlayan parti kapatmalar yaşanabildi.

Belli gerilimler, hareket halindeki fay hatları, farklı olana yönelik bakış gibi açılardan arada bir benzerlik olmakla birlikte, özellikle şiddetin kullanım biçimi açısından o günlerle bir benzerlikten en azından ‘henüz’ söz edilemez diye düşünüyorum. Dilerim Sivas ve Başbağlar katliamlarının yaşandığı, adrese teslim suikastlerin işlendiği, ‘faili meçhul’lerin kol gezdiği 90’lara hiç benzemeyiz.

Ama siyasetin, medyanın ve bürokrasinin bununla ilgili gerekli duyarlılığa sahip olduğunu ne yazık ki söyleyebilir durumda değiliz. Ülkesini seven, bu kadar fay hattına sahip, bu derece kırılgan bir zeminde nefret dilini, düşmanlaştırıcı bir tutumu benimsemez; siyaseten kendisine kazandırıyor gibi gözükse de, ülkeye ve topluma kaybettirdiklerini gördüğü için bunu yapmaz. Ama bugün siyaseten sonuç almak adına, özellikle dil ve söylem itibarıyla şiddetin tırmandırıldığını maalesef görüyoruz. İnşaallah hiçbir zaman benzemez, ama en azından fiziksel şiddetin boyutları itibarıyla bugünler 90’lara benzemiyor olsa bile; sözel şiddet sözkonusu olduğunda, maalesef 90’ların dahi gerisine düştüğümüzü görme durumundayız. Farklı olana, kendisi gibi düşünmeyene ‘illet, zillet, ihanet ve terör’ yakıştırmasının bu kadar kolay biçimde yapılabilmesi; neticede her siyasî parti iktidara talip olarak yola çıktığına göre muhalefetin iktidara talip olmasının ‘yıkmak, devirmek, ele geçirmek, darbe’ gibi terimlere sıkıştırılmak isteniyor olması açısından, mevcut durum 90’ların bile hayli gerisine düştüğümüz bir ‘sözel şiddet’ zeminini içeriyor. Ötekileştirmeyi geçelim, düşmanlaştırıcı ve şeytanlaştırıcı bu dilin fiilî şiddet üretmeyeceği söylenemez. Dahası, bu fiilî şiddetin ulaşabileceği boyutlar göz yumanların hayal ettiği sınırları fersah fersah aşabilir.

Kaldı ki, bu noktada herkesin, özellikle de sorumlu mevkidekilerin aklıselimi devşirmesini gerektiren bir risk unsuru olarak, yargının daha da siyasîleşmiş, bürokrasinin daha da partizanlaşmış olması; olup biten karşısında medya denetiminin daha da zayıflamış olmasını eklediğimizde; hele ki dünün mağduru olan dindar kesimden insanların büyük kısmının bugün ‘devlet biziz’ psikolojisi içinde ilkesel ve itikadî açıdan her zaman ve zeminde karşı çıkması gereken haksız ve yanlış tutumlara pozisyonel bir tutum içinde destek çıkar hale geldiğini dikkate aldığımızda, ürkütücü bir tablo ile yüzyüzeyiz. Bir an önce aklıselimin topluma, siyasete ve yönetim anlayışına avdet etmesi gerekiyor.

2-Türkiye’nin kronikleşmiş sorunlarıyla mücadele etmiş olan bir hükümetin bugün gelinen noktada siyasetçi ve gazetecilere dönük saldırılara verdiği tepkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bir ‘tepki’den söz etmek bana göre mümkün değil. Meselenin hâlâ daha küçümsendiği, dahası çoklarınca ‘lehimize’ diye düşünülerek mazur ve hatta haklı görüldüğü kanaatine sebebiyet verecek bir tepkisizlik söz konusu. Olup biten, ‘Türkiye’nin kronikleşmiş sorunlarıyla mücadele etmiş’ bir partiye bu kronikleşmiş sorunların taşıyıcısı haline getirecek derecede vahim, dolayısıyla onun toplumsal meşruiyetinin altını oyan bir mahiyet de arzediyor. Ama AK Parti kadrolarının veya hükûmet ve bürokrasi içindeki iradeleri artık tek kişiye tamamen bağımlı unsurların olup bitenin vahametini görebildikleri, görebilenlerin de gereken uyarı mekanizmasını işletebildikleri kanaatinde değilim.

Hayatın bana öğrettiği bir gerçek var. Güçlü olduğumuz yerde sınanırız. Söz, eylemle sınanır. Söylemimizin sahiciliği eylemimizle anlaşılır veya öyle işler yaparız ki söylemimizi boşa düşürür. Bugün hem AK Parti, hem onu destekleyen dindar kesimler, aklıselimin gerektirdiği tavrı ve tepkiyi ortaya koyamazlarsa yarın onlara ağır bir meşruiyet krizi yaşatacak bir sınanmadan geçiyorlar, ama kendini güçlü hissetmenin verdiği sarhoşluktan ayılıp da bunu farketmiş değiller… Günler insanlar arasında döndürülür; böyle buyuruyor Kur’ân’da Rabbimiz. Bugün iktidar sarhoşluğu yaşayıp çoğunlukçu bir psikolojiyle hareket eden dindarlar, sahip olmaları ve korumaları gereken ahlâkî zemini kaybediyor oldukları için, artık o çoğunluğu da kaybetme riskiyle yüzyüzeler.

3-Siyasetçi ve gazetecilere dönük saldırıları mümkün hale getiren koşullar hakkında neler söylemek istersiniz? Emniyet, yargı ve siyasetin bu yaşananlar karşısında iyi bir imtihan verdiği söylenebilir mi?

En başta şunu ifade edeyim: Şiddete başvurmak, bir güç gösterisi gibi algılansa da öyle değildir, bilakis acizlik gösterisidir. Güçlü olan, durduğu yerin sağlamlığından, söylediği sözün doğruluğundan, yaptığı işin hakkaniyetinden emin olan bunu sözüyle ve fiiliyle ortaya koyar; eleştirileri sakince değerlendirir, güzel bir üslupla cevaplandırır; bir ‘sözel şiddet’ gösterisi olarak, eleştirel duruşu ihanet ve terör diye yaftalamaya girişmediği gibi, fiziksel şiddete de en küçük bir müsamaha göstermez.

Ama bugün eleştiriye böyle yaklaşıldığını söylemek elbette mümkün değil. Geçelim sözel şiddeti, muhalif kimi siyasetçi ve gazetecilere yönelik fiilî-fizikî şiddet olayları gözümüz önünde cereyan ediyor. Bir şiddet olayının asıl sorumlusu ve normal şartlarda tek sorumlusu, elbette yalnızca failidir. Ama bir siyasî parti örtük ifadelerle bu olayın faillerini koruyucu, kollayıcı, hatta övücü tutumlar sergiliyorsa, bir başkası en sert tepkiyi hak eden bu şiddet karşısında aldırmaz, tepkisiz bir tutum takınıyorsa, olup bitende ve bu olayların devamında artık onların da sorumluluğundan söz etmemiz gerekir. Siyaset zemininde gerilimi tırmandırıcı tutumları sebebiyle böylesi olaylardaki dolaylı sorumluluklarını da ayrıca not edelim.

Türkiye’de devletin ‘makbul vatandaş’ tutumunu terketmesi, kanun önünde herkesin haklar ve sorumluluklar açısından eşit olduğu ilkesini tavizsiz şekilde gözetmesi, kimsenin kanundan almadığı bir yetki ve sorumlululuğu re’sen icraya girişmesine müsaade ve müsamaha etmemesi gerekir. Ama maalesef, döneme göre tarifi değişse bile Türkiye’de devlet, özelde bürokrasi nezdinde bir ‘makbul vatandaş’ profili mevcut; ve kanunun kendisine tanıdığı bir hak ve yetki olmadığı halde birilerinin re’sen giriştiği işlere, şiddet kullanımı dahil, siyaset ve bürokrasi nezdinde müsamahe ediliyor, göz yumuluyor, hatta el altından teşvik dahi edilebiliyor. Bu devam ettiği sürece hukuk devleti olamayız; ve kendisinin ülkenin sahibi, hamisi, koruyucusu, kollayıcısı, yegâne vatansever olarak gören kesimler eliyle her türlü usulsüzlüğe açık halde kalırız.

Söze mukabele sözle, düşünceye mukabele düşünceyle, siyasete mukabele siyasetle olur; her birinin karşısına şiddeti koymak hem ahlâkî ve hukukî bakımından gayrimeşruluk, hem de fiiliyatta bir acizlik halidir. Farklı düşüneni veya konuşanı yanlış düşünür veya konuşur halde gören, müzakere ve ikna diliyle doğru gördüğünü ifade eder ve muhatabı ona davet eder. Diğer taraftan vatanseverlik kimsenin tekelinde değildir, kimse başkasının vatanseverliğini ölçme salahiyetine sahip değildir; bazıları vatanseverliğini göstermek için onlarla aynı çizgide hizalanmak zorunda değildir. Kimse kendini reşid, başkasını rüşdünü isbata mecbur konumda göremez; böyle bir tutum hukuku örselediği gibi, toplumu da böler ve ayrıştırır; dolayısıyla kendinden menkul vatanseverlik iddiasını da boşa çıkarır.

Bütün bu ölçüler açısından baktığımızda, tablo açık: Bu yaşananlar karşısında ne emniyetin, ne yargının, ne siyasetin iyi bir sınav verdiği söylenebilir.

4-İktidar partisinin eski genel başkan yardımcısının uğradığı saldırı Ülkü Ocakları ile ilişkili kişiler tarafından gerçekleştirildi. Olayların devamında MHP kanadından sükûnete davet eden bir çağrı da duymadık. İlerleyen süreçte benzer saldırılar bekliyor musunuz? Bu bağlamda AK Parti’nin reform söyleminin MHP ile ilişkilere yansıması nasıl olacaktır?

Yaklaşık çeyrek asırdan beri MHP’nin başında olan Devlet Bahçeli’nin, bu partinin kurucu lideri Alparslan Türkeş’in ölümünden sonra partiye başkan seçildiği kurultayda, seçim sonuçlarını beğenmeyen bir grubun sandıkları dağıttığı anlar ve bunu haklılaştırmak için söyledikleri “Hainler için yaşasın illegalite” sözü, o günden beridir zihnime kazınmıştır. Bu sözü söyleyen kişiler için, Bahçeli adaylığı ve dahası seçimi kazanması ile bir ‘hain’ haline geliyordu; ve ortada bir ‘ihanet’ varsa, hukuku çiğneyerek de olsa bunu engellemek onlar için bir hak ve vazifeydi! Ama partisinin başına gelmesi ‘ihanet’ söylemlerinin, farklılığa ve çeşitliliğe saygısızlığın yol açabileceği vahim sonuçlar konusunda ibretlik bir olayın eşliğinde gerçekleşen bir siyasetçi olarak Devlet Bahçeli’nin yönetimde olduğu dönemde, çok geçmeden, aynı parti içinde çok uzun yıllardan beri siyaset yapan, parti adına Meclis başkanvekili görevi kendisine tevdi edilmiş bir ismin kendi iradesiyle cumhurbaşkanlığı seçimine aday olduğu için bazı partililerce tartaklanması ve dövülmesi gibi bir çirkin olay da gerçekleşti. Tekçi, ayrıştırıcı bir anlayışın, geçelim başka siyasî veya ideolojik eğilimden olanları, doğrudan aynı eğilimden olanlara karşı dahi nasıl kolayca şiddete yönelebildiğini bu iki olay açıkça gösteriyor.

Bu anlamda MHP, şiddetle arasına mesafe koyma bakımından sınavını her zaman verebilmiş bir parti değildir. Bilakis kendi içinden olana karşı dahi yönelebilen bu şiddet potansiyeli, tekçi ve ayrıştırıcı bir siyaset dilinin MHP için içerdiği problemleri sanırım gözönüne sermektedir. Dahası, mafyatik ilişkiler içindeki birçok kişinin kendisine MHP veya Ülkücülük üzerinden meşruiyet üretmeye çabası ve buna partililerce açık ve kesin bir tepkinin konmaması da gözümüz önünde gerçekleşmiş hadiselerdir. Halbuki, Türkiye’de siyasetin, istisnasız bütün partiler için, ‘şiddetle arasına mesafe koyma’ ve ‘şiddete sıfır tolerans’ çizgisinde ilerlemesi bir ilkesel zorunluluk olarak önümüzde duruyor. Bence kamuoyu bu konuda açık bir tavır ortaya koymalı; şiddetten arınmış bir siyaset ortak hedef olmalıdır.

Ancak şiddeti sadece fizikî şiddete indirgeyerek de bu meseleyi aşamayız. Fizikî şiddet olayın son aşamasıdır ve bu sonuca esasen toplumu biz-öteki, kahraman-hain, vatansever-düşman diye ikiye bölen bir zihniyetin tercümanı olan bir sözel şiddetin akabinde ulaşılmaktadır. Dolayısıyla toplumdan, ma’şerî vicdandan, özellikle de mevcut koalisyon görünümü içinde AK Parti kadrolarından ve oy verenlerinden şiddete karşı, amasız ve ayrımsız bir tepki geldiği takdirde ancak siyaset normalleşebilir. Bu olmadığı sürece benzer olayların tekrar yaşanacağı, hatta şiddetin doz ve kapsamının artacağı endişesini şahsen taşıyorum. Ayrıca, anayasa ve kanun önünde sorumlu mevkide olan emniyet ve yargı bürokrasisinin tutumu da, bu normalleşmenin gerçekleşmesinde veya gerçekleşmemesinde belirleyici bir unsur olacaktır.

Ancak, bürokrasiyi, siyaseti ve ülkemizde siyasetin sosyolojisini bir derece okuyabiliyorsam, bu konuda kısa vadede fazla ümitli olmamam gerektiğini anlıyorum. Benim kanaatimce burada, AK Parti’nin hem yöneticileri hem destek verenleri nezdinde takınacağı tavır asıl belirleyici unsur olacaktır. Ucube bir cumhurbaşkanlığı sisteminin devamı iradesine ve tek adam otoritesi üzerinden bir gelecek kurgusuna sahip olduğu sürece, AK Parti kendisini MHP’ye mahkûm hissedeceği için bu noktada ciddi bir iyileşme olacağını düşünmüyorum. Umarım yanılıyorumdur; çünkü yanılıyor olmam, ülke, toplum, hepimiz lehine bir durum olacaktır. Ama kendisini içine soktuğu bu siyasî cenderede AK Parti’nin reform yeteneğini koruduğu ve bunun için yeterli manevra alanına, zihniyet zeminine ve müzakere diline sahip olduğu kanaatinde değilim. Lâkin ülke adına demokrasi, adil yargı ve özgürlükler alanında adım atıldığını görmek beni mutlu eder. Bunun da ancak parlamenter sisteme dönüşü garanti eden bir çizgide bunun mümkün olacağını düşünüyorum. Öyle görünüyor ki, ‘herşeye sahip ve hakim olmak’ istediği için kendisini ve ülkeyi bu duruma sıkıştıran AK Parti ancak bu yüzden ‘herşeyi kaybetmek üzere’ olduğunu gördüğünde uyanacak. Ama korkarım ki, ülke adına da, kendisi adına da hayli geç kalınmış olacak…


Soruşturma Haberleri

Ankara'da "Filistinli Çocuklara Yönelik Hak İhlalleri ve Soykırım Raporu" açıklandı
“İslami sembolleri ve Müslümanları hedef alan eylemler birkaç psikopatın aşırılığı olarak görülemez”
Kur’an yakma: İfade özgürlüğü mü, tehlikeli bir saygısızlık mı, suç mu?
"Eşcinsellik doğuştandır" yalanı nasıl ortaya çıktı?
"Her Ramazanı bir öncekini aratmayacak şekilde ihya etmeliyiz"