Ali Bulaç toplumsal yozlaşmanın sebeplerini sorgulayarak yorumluyor:
Bu yazı dizisinde cevabını aramaya çalıştığımız soru şudur; Müslümanlar, tarihte bireysel ve sivil alanda yüksek ahlaki örnekler, yaşantı ve modeller geliştirip yaşadıkları halde neden kamusal alanda ahlak üretemediler? Ve bugün de neden ahlak üretemiyorlar, üstelik istisnalar hariç genel anlamda bireysel ve sivil/medeni alanda da İslam’ın temeli olan ahlak herhangi bir etkisini gösteremiyor? Bu trajik tablonun içinde yer almayan tek bir İslam ülkesi yok!
Bu sorunun cevabı bir tür arkeolojik kazı yapmayı gerektirir. Yola da Kur’an’ın bazı kavramlarından ve hadis kaynaklarında yer alan rivayetlerden başlayarak çıkmak lazım. İlerleyen yazılarda bizim ahlak üretememizde üç ana disiplin olan kelam, fıkıh ve tasavvufun da olumsuz etkilerini teşrih masasına yatırmak gerekecektir.
Önceki yazıda bizi ahlaki çöküntüye sevkeden sebeplerden biri Kur’an’da geçen “mekr” terimini yanlış anlamamıza değinmiştik. Bu yazıda aynı temalı “keyd” terimi üzerinde durup Kur’an’î iki terimi yanlış anlayıp algılamamızın bizi neden ahlaktan kopardığı konusunu ele almaya çalışacağız.
Önce şu ayete bakalım: “Doğrusu onlar, hileli bir düzen (keyd) planlayıp kuruyorlar; Ben de bir düzen kurup hazırlıyorum.”(86/Tarık, 15-16)
Bu ve diğer ayetlerde “keyd (كَيْد)”ten söz edilmektedir. Sözlük anlamı keyd, hile, dolap, oyun, komplo, entrika ve düzen demektir. Külliyat’ın sahibi Ebu’l Beka, “keyd ve mekr”i aynı anlamda kullanır. Her ikisi de bir eylemi ifade ederler. Allah’ın mukabil bir “keyd veya mekr”de bulunması, kötülük amacıyla başkalarına zarar vermek isteyenlere mühlet tanıması, mühletin sonunda onların bütün komplo, oyun ve entrikalarını boşa çıkarmasıdır. Hz. Ali, “dünya hayatı bolluk içinde geçenin, bunun kendisine tanınan bir mühlet (mekr) olduğunu bilmiyorsa, aklı tarafından aldatılmıştır” demektedir.
Hileli düzen veya örgütlü kötülüğün (mekr) kurucu ve yürütücüleri, kendi ülkelerinin önde gelenleri, yani iktidar seçkinleridir ki, bunların karakteristik özellikleri suçlu-günahkâr olmaları şeklinde özetlenebilir (6/En’am, 123-124). İktidar seçkinleri, denetim altında tuttukları zayıf insanlara, kitlelere karşı güçten düşürücü sistemler (mekr) kurup geliştirirler (34/Sebe’, 33). “Keyd”in de benzer anlamda kullanıldığını önceki yazıda gördük: “Gerçekten Allah, kâfirlerin hileli-düzenlerini boşa çıkarıcıdır (Muhinu keyd)”. (8/Enfal, 18). Allah’a nisbet edilecek “keyd”in ikinci türü onlara tanınan süre sonunda verilecek cezadır (7/A’raf, 183; 78/Kalem, 45)
Burada geçen “keyd”, inanmayanların fiili olarak hileli düzen, tuzak, komplo, düşmanlığa matuf kötü plan ve entrika iken; Allah’a nispet edilecek keyd, “mukabil cevap”tır. Allah, onlara karşı öyle bir düzen kurar ki, onların ki mutlaka başarısızlığa uğrar. Onlar her ne yapıyor ve planlıyorlarsa, Allah’ın bilgisi dahilindedir, ne yaptıklarını, neyi planladıklarını bilir, her şey iradesi dahilinde cereyan eder ama mücrimlerin yapıp ettikleri O’nun muradı değildir. Mücrimlere mühlet tanır ve sonunda onlara karşılık verir, tuzaklarını boşuna çıkarır, onları kendi kazdıkları kuyuya düşürür. Bu, aynı zamanda bir yakalama şekli ve azaptır: “Hiç ummadıkları bir yerden ve derece derece yıkıma uğrarlar (7/A’raf, 182). Ebu’s Suud, “Bu türden bir cevabın geri çevrilmesi mümkün olmayan sağlam ve sonuç verici bir tuzak olduğu”nu söylüyor.
İnkârcı mücrimlerin bir hesabı varsa Allah’ın da bir hesabı var. “Hesap” mukabil cevaptır. Fakat Allah, kullara karşı komplo kurmaz, onları yanıltmaz, kötü planlarla şaşırtıp hak etmedikleri halde hata, günah ve kötülük işlemeleri için onları yanlış istikamete yöneltmez. Hayru’l-makirin’dir. Onun mukabil cevabında ve tedbirinde kötülük, şer, yıkıcılık, haksızlık ve zulüm yoktur; aksine bunların bertaraf edilmesi, bunları irtikâb edenlerden intikam alma vardır.
Allah mühlet tanır. Bu mühlet zamanında kendilerini yenileme, doğru bir bilinç kazanma imkanları var. Bunu yapar ve tövbe ederlerse mesele yok, eski alışkanlıklarına devam ederlerse derece derece günahları büyür, mühlet günah artırımına döner (istidrac). Şu halde belli bir dönemde galibiyet kuranların bu güç ve tahakkümlerinin sürgit devam edeceğini düşünmemeli. Allah, onları “layık olanlar”ın eliyle yerle bir eder.
Hileli düzenleri (keyd); hainler (12/Yusuf, 52), müşrikler (7/A’raf, 195), Şeytan (4/Nisa, 76), sihirbazlar (20/Taha, 69), kafirler (40/Gafir, 25), Firavun (40/Gafir, 37) kurar. Hileli düzen, komplo ve plan kuranlar iflah olmaz, hayretmezler (20/Taha, 69), hüsrana uğrarlar (21/Enbiya, 70), esfelîn olurlar (37/Saaffat, 98). Hileli düzen kuranlar, eninde sonunda kendi kurdukları tuzağa düşerler (52/Tur, 42).
Hileli düzen ve plana karşı en iyi tedbir sabır ve takvadır (3/Al-i İmran,120); dünyada hileli düzenler kuranların bu hileleri ahirette hiçbir işe yaramayacak (52/Tur, 46). Allah tarihte de bu tür plan ve komploları boşa çıkartmıştır (105/Fil, 2).
Allah, düzen kuruculara (mekr) karşı mü’minleri korur (40/Gafir, 45). Bu yüzden onların düzeni (mekr) bir sıkıntıya sebep olmamalıdır (27/Neml, 70). Bütün bunlardan, “keyd” veya “mekr” denebilecek bir fiilin şu özellikleri olduğu anlaşılmaktadır:
1) “Keyd ve mekr” kötü amaçlı tasarlanmakta ve yapılmaktadır;
2) Yöntemleri bakımından meşru ve ma’ruf değil, gayrımeşru ve münkerdir;
3) Keyd veya mekr, sahih imana sahip insanların işleri (Salih amel) olarak görülemez;
4) Belli bir zamana veya belli bir tarihsel duruma özgü değil, her zaman bu türden düzenler kurulmaktadır;
5) Belli bir süre ve çerçevede zarar verse bile, sonunda düzen, onu tasarlayan ve kuranlara zarar verir; bumerang gibi sahibine döner;
6) Allah, bu amaçla kurulan düzenleri boşa çıkartmakta, düzene mukabil düzenle cevap vermektedir;
7) İyi insanlar takva, sabır, doğruluk ve Hak’ka bağlılıkla direnç göstermeli, kendilerini sıkıntıya vermemeli; Allah’ın yardımıyla komploları boşa çıkartmak için uyanık bir bilince, feraset, basiret, dayanışma ve güç birliğine sahip olmalıdır;
8) İyiler, hileli düzen ve planlara hile ve düzenlerle karşılık verme yoluna gitmemelidir; yoksa onların da kötülerden farkı kalmaz; meşru bir hedefe meşru yoldan gidilir. (Bkz. 13/Ra’d, 42. ayetin tefsiri.)
Şu halde bu anlatılanlardan, Müslümanların kendilerine karşı kurulan hileli düzenler karşısında hiçbir fiilde bulunmadan oturup beklemeleri ve işi tamamen ahirete bırakmalı sonucu çıkarmak yanlıştır. Aksine onlar karşı tedbirleri alacak, kendilerine yönelen tehdit ve tehlikeyi bertaraf etmeye çalışacaklardır. Bu konuda dikkat edilecek husus şudur: Müslümanlar düşmanlarının hileli, entrikacı, ahlaken ve hukuken meşruiyeti olmayan yol ve yöntemlere başvurmayacaklar. Takip edilmesi gereken en yüksek ahlaki erdemlerden biri bize dürüstçe davranmayan düşmanımıza karı dahi dürüst davranmaktır. Bu safdillik değildir, çünkü kötülüğün ontolojik varlığı yoktur, varlık aleminin esası ve düzeni iyi olana dayanır. Nihayetinde varlık yokluğu def’eder. Şayet bu temel ahlaki ilkeden sapılacak olursa, ortaya çıkacak durum, Müslümanların da düşmanlarının hasletlerini edinip ahlaksızlaşması, hukuk tanımaz kimseler olmasıdır.
Bence Müslümanların tarihte özellikle kamusal işlerinde övünülecek bir ahlak üretmemelerinin bir sebebi budur ki, bu ahlaksızlığı popüler düzeyde “Düşmanın silahıyla silahlanın” diye hadis olarak kültüre geçmiş uydurma (mevzu) bir rivayete dayandırmışlardır. Muteber hiçbir hadis kitabında yer almayan söz konusu sözün başka versiyonu ise “Düşmanın silahının üstünde silahla silahlanın”dır. Bundan meşru ve maddi savunmayı sağlayacak askeri donanım, lojistik, bilgi, teknoloji ve eğitim ise elbette bunda bir sakınca yoktur. Fakat bundan yalan, entrika, tuzak, rüşvet, namus satıcılığı, haram yiyicilik, kısaca Kur’an ve Sünnet’in hukuk ihlali ve ahlaksızlık addettiği yol, yöntem, araç ve enstrümanlar kastediliyor ise, bunlar Müslümanı ahlaksız yapmaktan başka sonuç vermez.
Kısmet olursa sonraki yazımızın konusu “Savaş hiledir” diye dilimize girmiş bulunan hadis olacaktır.